Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
İrfan Ünver NASRATTINOĞLU

AZERBAYCAN -6-

MEHDİYEV: TÜRKİYE’DE PETROL VAR
Lahaç’tan İsmayıllı’ya dönüşte, İmran Mehdiyev, Hüseyin Arif’le beni arabasına aldı. İmran Bey, gerçekten son derece mütevazı, tam bir halk adamı. Yol sohbetimizdeki şu sözlerini hemen kaydettim:
-Halkımın, beni istemediğini anlarsam, bir gün durmaz, istifa ederim.
-Bana çeşitli ülkelerden davetler geliyor; gitmiyorum. Gidip görmek istediğim tek ülke Türkiye’dir.
-Türkiye’de petrol var. Hem de çok var. Bunu şimdi çıkarmayın.
-Amerika Araplardan aldığı petrolü, kendisini için stok yapıyor.
-Türkiye’deki Ermenileri de çıkarmalısınız. İleride bunlar çıbanbaşı olurlar.
Sohbet, bu minval üzere devam ederken “Şirinsu”ya geldik. Burası ormanlık bir alan olup ileride turistik bir bölge olmasına çalışıyorlarmış. İmran muallim; “İlk etapta 50 villa tipi ev yapacağız. ” dedi. Burada konaklayıp yemek yedik. İki gün boyunca tüm yemeklerde tamadalık yapan Feramez Maksudov’un sofrayı yönetim biçimine hayran kaldım. Hem sofrada bulunan herkes için güzel sözler söylüyor hem de herkese eşit oranda söz hakkı veriyordu. Böylelikle, masada bulunanlar, birbirleri hakkında ayrıntılı bilgiler edinebilme imkânını buluyorlardı. Kuşkusuz abartılı övgüler de oluyordu ama belki bu da gerekiyordu?…
Dönüş yolumuzun üzerinde şehit bir Türk askerinin mezarı vardı. Bu askerin kim olduğu bilinmiyordu. Oradaki bir köylüye sorduğumda; “Burada Türk paşası yatıyor. ” dedi!… Durup birer Fatiha okuyarak yolumuza devam ettik.
ÂŞIKLAR BİRLİĞİ ÜYELİĞİ
Bakü’ye yorgun dönmüştüm. Geceyi rahat bir uyku ile geçirdim; sabahleyin de çok erken kalktım. Bakü’nün havası bana çok iyi geliyordu. Ankara’da sabahları yataktan zor kalkaldım ve adeta yorgan bastırırdı!…Ama Bakü’de, uykumu da almış olarak uyanıyordum.
22 Ağustos 1988 günü, Azerbaycan Âşıklar Birliği’nde bir tören yapılacak ve bana, bu birliğin “1 Numaralı Fahri Üyeliği” verilecekti. Önce Refik Zeka, sonra Hüseyin Arif kısa birer konuşma yaptılar; sonra Başkan bana, bu üyelikle ilgili kimlik belgesini verdi. Böylelikle, ben de Azerbaycanlı âşık gardaşlarımın arasına katılmış oldum.
MERDEKAN
24 ağustos sabahı Refik’in kardeşi Agil’in arabasıyla Merdekan’a, Ali Samedov’un bağına gittik. Naile Hanım, Handan, Aydan ve Refik’le beraberdik. Merdekan, bağları ve bahçeleriyle, Bakü’nün sayfiye yeridir. Burada, birçok kişinin bağ evleri bulunmakta, iyi havalarda, özellikle hafta sonlarında tatil yapılmaktadır.
Ali Samedoğlu, eşi Münire Hanım, kızı ve damadı candan ilgi gösterdiler. İmkânlar nispetinde güzel bir sofra hazırladılar. Akşama doğru Nadir Cabbarov ile Türkolog Aydın Mamedov da geldiler.
Aydın Mamedov, Türkçüydü. Başında bulunduğu Türkoloji dergisi için benden yazı istemişti. Bir süre sonra, bu genç bilim adamı, bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Yanında, kendisi gibi, ilim insanı olan bir bayan akademisyen de vardı. O kazanın, aslında bir cinayet olduğu ve iki Türkçü bilginin katledikleri söylentisi uzadı gitti; ama gerçek öğrenilemedi.
Ali Samedov’u da gerçekten sevmiştim. İyi bir dosttu. Torununa benim adımı vermişti. O tarihlerde, Sovyet İmparatorluğu’nda yaşayan Türklerin, Türkiye’ye gelebilmeleri için uygulanan bir yöntem vardı. Türkiye’de bir partner bulmak. O partner, davet edeceği kişinin iade ve ibatesini sağlayacağına dair noter tasdikli bir belgeyi göndermeliydi. Ben Refik Zeka Handan’ı böyle davet etmiştim.
GÖKÇAY
Bilmem kaçıncı kez, Bakü-Şamahı yolunda seyir ediyorum? Bu kez sevgili Akademik Feramez Maksudov’un, Volga arabasındayız. Feramaz, Refik Zeka, ben, dünya tatlısı şoförümüz Habib. Habib, Feramez’in hem resmî, hem özel şoförü.
Şamahı’da bir çay molası verdik. İsmayıllı’ya giderken de aynı yerde mola vermiştik.
Şamahı’dan sonra yol renklendi. Çaylar, dereler, ormanlar, yem-yeşil topraklar ve de çok güzel bir sohbet…Ve hayret, mutat hilafına, bu uzun yolculukta uyumadım!… Virajlar, uçurumlar, bozuk yollar…ve döne dolaşa Aksu’ya indik.
Aksu, güzel, şirin bir kent. Arazi tamamen ekili; pamuk, ayçiçeği, tahıl tarlaları yeşilin bütün tonlarını sergiliyor. Ve sığ ormanlar… Şahane bir tabiat güzelliği… Aksu’dan sonra mükemmel bir ova başladı. Ne yazık ki yol, iyi değil ve çok kasisli. Ama Feramez’in Volga’sı oldukça rahat…
Ve Gökçay’a ulaştık… Doğruca Feramez’in yakın dostu Rauf Hüseynov’un evine gittik. Burada Rauf’un yakını Ağa Mehemmet’le ikisi bizi sevinçle karşıladılar. Rauf’un evi bahçeli, geniş, eski konaklar tipinde bir mekân. Evin dayasından döşesinden de anlaşılmaktadır ki, Rauf varlıklı bir insan.
Bir süre çay içip sohbet ettikten sonra, bir restorana gittik. Burası Çereke Köyü alanı içinde bulunan Çereke Gölü (Balıklı Göl de deniliyor) kıyısındaki şirin bir mekândı.
O günlerde, Muharrem ayı idi. Bilindiği gibi bu ayda Şii Müslümanlar yas tutmakta; yoksullar doyurulup giydirilmektedir. Gökçay Camii’ni gezerken, kimi varlıklı kişilerin yemek getirip dağıttıklarına tanık olduk. Ayrıca burada Şiilere özgü şeyler de satılıyordu.
Benim Gökçay’da dikkatimi çeken bir husus da buradaki kızların güzelliği oldu.
Bakü-Tiflis yolu üzerinde, vaktiyle Pazar kurulurmuş. Ruslar bu Pazar yerinde bir yerleşim birimi oluşturmuşlar. İsmayıllı, Kürdemir (Kür-Demir), Zerdab, Uçar ve Gökçay’dan oluşan bölge, Gökçay’a bağlanmış. Bu adın veriliş nedeni ise kentin içinden akıp giden Gökçay nehri imiş.
Rauf’un evinde bir de akşam yemeği yenildikten sonra geceyi Rauf’un eniştesi Dr. Şaik’in evinde geçirdik. Sabah kahvaltısında taze kaymak ve balı görünce, Afyonkarahisar’ımı anımsadım…
GENCE
Kahvaltıdan sonra yola çıktık. Şirvan ovası ve yeşillikler… Ağdaş toprakları. Haldan… Pamuk tarlaları… Sanki Türkiye’de, Çukurova’dayız. İlk kez Kür Nehri üzerindeki bir köprüden geçtik, yol boyunca edebiyattan, şiirden söz ederek…
Ve nihayet Gence’ye girdik.Kent merkezine ulaşmadan önce büyük şairimiz Nizami’nin makberesini ziyaret ettik.İlk işimiz, otele giderek odalarımıza yerleşmek oldu.Gence merkezinde 400 bin kişi yaşıyordu. Gence Çayı kenti ikiye ayırıyor; bir yakası “Yeni Gence”, karşı yakası ise “Kepez” adını alıyordu. Kent içinde dolaşırken, Eski Gence’deki tarihi yapıları inceledik. Yene Gence ise, modern ama geleneksel mimari tarzına uygun yapılarla donatılmıştı.Cuma Mescidi, Gence’nin tarihî anıtlarından biriydi. 1606 yılında Mimar Şeyh Bahaeddin tarafından yapılan cami, zamanla ortadan ikiye ayrılmış. Bir yanı müze olarak kullanılıyor, öte yanı cami… Çok güzel el işlemeleriyle süslü, 200 yıllık bir minber bulunuyor. Burası 1963 yılına kadar ibadete açık imiş; 1984’de de müze hâline getirilmiş. Müzede nadide Azeri halıları; Karabağ ve Tebriz’den gelen 100 yıllık sanat eserleri ve bakır işçiliğinden örnekler sergilenmektedir.
Nizami Adına Gence Devlet Tarih Müzesi de görülmeye değer mekânlardan biriydi. Gence tarihiyle ilgili belgeler ve materyaller, bu müzede saklanmaktaydı. Yörede yapılan kazılarda, 12. asırdan kalma kalıntılar bulunmuş ve bunlar da müzeye konulmuştu. 1123 ve 1139 yıllarında vuku bulan şiddetli depremlerle Gence yerle yeksan olmuş. O dönemde Nizami’nin makberesi kentin ortasındaymış; Gence Çayı ise kenti çepeçevre kuşatıyormuş…
GÖKGÖL
O gün hava güzeldi ve hemen Gökgöl’e çıkmaya karar verdik. Yolda Feramez anlattı: “Gence-Gökgöl yolu üzerindeki Yelendorf köyü, Çarlık Rusya’sı zamanında Almanlar burada üzüm yetiştirsinler diye Almanların tasarrufuna verilmiş.
Üçbulak’ta, İki arabalık konvoyumuzla 45 km’lik yolu kat edip Gökgöl’e ulaşmaya ve Küçükkafkas dağlarına tırmanıyoruz… Kepez, Şah, Murov, Koçkar dağlarına… Yol üzerindeki yeşillikler arasındaki Hanlar Köşkü, Âşıklı, Kamo, Çaykend, Kürekçay, Toğana, Hacıkend vb. gibi yerleşim birimlerini geçiyoruz…
Ve Gökgöl’deyiz… Otomobilleri park edip tepeden göle bakıyoruz… Göl ve çevresi millî park olarak ilan edilmiş. Park içinde Gökgöl’den başka 6 göl daha var; Maralgöl, Karagöl, Çamlıkgöl, Zeligöl (Sülüklü Göl), Gözgügöl ve Ördekgöl… Tüm bu göllerin bulunduğu alana girişin yasak olduğunu söylediler. Ama Refik Zeka varsa tüm yasaklar kalkmaktadır…“
Gökgöl’ün görüntüsü muhteşemdi. Büyük bir ressamın elinden çıkan, görkemli bir tablo görünümündeydi. Gölün çevresi ormandı. Bu güzellikleri, ayrıcalıklı kişiler sadece uzaktan seyredebiliyorlardı…
Bir süre arabayla sonra yürüyerek Gökgöl’den daha yukarıda bulunan Maralgöl’e çıktık. Dağların zirveleri sisliydi. Gölün üzeri de sisle kaplıydı. Bu nedenle gölün sadece kıyısını görebildik. Bu topraklar, Tanrı’nın, Azerbaycan Türkü’ne bahşettiği nimetlerdi. Azerbaycan Türkçesiyle “Göygöl”, yani göklerin gölü, bir anlamda Tanrı’nın gölüydü. Böyle bir göl de Doğu Türkistan’da, Tanrıdağlarının doruklarında vardı…
Geziyi tamamladıktan sonra Hacıkend’de, orman içerisindeki bir restoranda, yemek yedik. Akşam saatlerinde de Gence’ye döndük.

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti