Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
İrfan Ünver NASRATTINOĞLU

AZERBAYCAN -7-

KARABAĞ
Uzun bir yola çıkmıştık ve bu yolculukta, Karabağ’a da girip buradaki Türk izlerini görmemiz gerekiyordu.
İlk durağımız Yevlak oldu. Azerbaycan seyahatlerimde bu kentten birkaç kez geçmiştim. Demir yolu ve kara yolunun kavşak noktalarından biriydi. Bu güzel kentte Azerbaycan’ın en büyük yün fabrikası vardı ve bu fabrikada Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan’da üretilen yünler işleniyordu.
Yevlak’taki “Karabağ Dinlenme Yeri”nde bir süre oturup çay içtikten sonra yola devam ettik.
Karabağ, tüm Azerbaycan’ın şah damarı idi. Buradan Cabbar Karyağdıoğlu, Şuşalı Seyid Şuşinski, Şuşalı Han, Bülbül, Sara Hanım, Kadir Rüstem, Niyazi Takizade, Fikret Emirov, Hacıbeyli sülalesinden Üzeyir, Sultan, Zülfikar, Ceyhun beyler; Bedelbeyli sülalesinden Efrasiyab, Şemsi, Ferhad beyler; Molla Penah Vagif, Natevan, Zakir, Reşid Beybutov, Cemil Bey Emir, Ağaoğlu Ahmet ve Samed beyler; Mirmuhsin Nevvab, Süleyman Eleskerli, Latif Kerimov, Mehdi Memet gibi ünlü insanlar yetişmişlerdir. Bu şahısların hemen hemen hepsi de müzisyendir. Derler ki; “Karabağ’ın çocukları, musiki makamlarıyla ağlarlar!… ”
Vaktiyle Azerbaycan’a başkentlik etmiş Berde’den geçerken duvarlarda, artık anlamını da önemini de yitirmiş olan sloganların yazılı olduğunu gördük. Örneğin; “Emeğe eşg olsun!” yazısı, ne demek oluyordu?… Nitekim Gorbaçov da bunun anlamsız olduğunu bildiği için; “Kaldırın bunları!” demiş. O günden itibaren de eskiye lanet okunamaya başlamışlar. Özellikle Stalin her yerde ve herkes tarafından lanetlenmekteydi. Onun dönemindeki faşist baskılarla ilgili dosyalar açılıp açıklanmaktaydı. Buna rağmen, Bakü’de, kimi Stalinistleri görüp şaşırıyordum.
Karabağ topraklarında ilerlerken yolumuzun üzerindeki yerleşim birimlerinin adlarını okuyordum; Güllüce, Yenikend, Hüseynli, Ağdam, Etyemezler, Göktepe, Kuloğlular, Hocalı, Haçın Çayı, Gerbend, Cevahirli, Kengirli, Ahmedevar… Ve Askeran. Kanlı olayların cereyan ettiği kent. Her şeyiyle Türk olan Askeran Kalesi tüm ihtişamıyla gözlerimizin önünde… Ne yazık ki, daha o tarihte kent, tamamen Ermenilerle meskûn bulunuyordu.
Ve Hankend… Ermenilerin deyimiyle Stepanakerd… Ne olur, ne olmaz endişesiyle Feramez Maksudov, Hankend’de durmadan yolumuza devam etmemizi istemişti; ama ben, ne olursa olsun diyerek; Karabağ’ın başkenti olan bu kentte durup fotoğraflar çektim
Ermeniler, bunları yaparken, Azerbaycan Türkleri de elbette gerekeni yapacaklardı ve yaptılar da. Örneğin, Azerbaycan’da Ermeni kalmadı! Tabii Ermenistan’da da Azeri!…
ŞUŞA
Hankend’i geçtikten sonra, dağ yolundan döne dolaşa yükselip Şuşa Kalesi’ne ve yaylasına ulaştık. Hankend’den geçişte bir hayli gerilen Refik; Karabağ’a hâkim tepeden aşağıya doğru bağırarak; “Sen alçak! Benim başımdan tacımı mı almak istiyorsun? Şuşa Azerbaycan sultanının tacıdır!… ” diyordu. Sözcük anlamı şişe olan Şuşa, 18. yy’da Penah Han’ın ilgisiyle gelişmiş ve bu nedenle vaktiyle buraya “Penahkend” de denilmiş.
Şuşa’da Cıdır Düzü’ne çıkıp dağları, vadiyi, ırmağı, ormanı, kasaba ve köyleri kuş bakışı seyrettik. Örneğin Hankend’den yaklaşık 500 metre yüksekteydik. Buradan birçok mağaralar görülüyordu. Şuşa Hanı İbrahim Han (18. yy), Ağa Mehemmet Han Kaçar’a karşı Şuşa vadisinde mağaralarda saklanmış. Bu mağaralardan birisini yakından incelerken gördük ki mağaranın çıkışından sadece bir tek at ancak çıkabilirdi ki o da tehlikeliydi.
Cıdır Düzü, Kafkas dağlarının doruğunda, bir futbol sahasından daha büyük bir alandı. Sanki özel olarak düzenlenmiş gibiydi, ama düzlük doğaldı ve bu nedenle Cıdır Düzü deniliyordu. Eskiden burada atlı cirit oyunları oynanıyormuş. Düzlüğün altındaki Taşaltı Deresi de sırıl şırıl akıyordu.
Acıkmıştık. Cıdır Düzü’ndeki Harı Bülbül Millî Yemekhanası’nda karnımızı doyurduk; sonra da Şuşa’yı gezdik.Şuşa’daki kadim bir camiin ibadete kapatılarak Şuşa Tarih Müzesi’nin kurulmuş olmasına bir yandan üzülürken öte yandan hakikaten fevkalade güzel bir müzenin düzenlenmiş olmasına sevinmiştim. Buradaki belgelerden birisi, Ermenilerin, Azerbaycan topraklarına ayak basmalarıyla ilgiliydi. Müzedeki etnografik ve folklorik malzemeler de Azerbaycan-Türk kültürünün özgün örnekleriydi.
Şuşa’da ziyaret ettiğimiz mekânlardan biri de Vagif Anıt Kabri idi. Ünlü Azeri bilgin Molla Penah Vagif için, o tarihlerde görkemli bir anıt mezar inşa edilmiş ve törenle açılışı yapılmıştı. Müzeye bağlı olarak bakımı ve koruması yapılan anıt mezarda görevli olan Gönül Sabir gızı Bağırova, bilgiler verirken bana; “Komünist gazetesinde sizinle yapılan röportajı okudum. ” dedi ve ekledi; “Siz orada günde 24 saat bana az geliyor, çalışmalarımı tamamlayamıyorum, dediniz, bu sözünüz çok ilgimi çekti…”
Gönül Hanım bana müze defterini imzalattı ve oradan ayrılırken de arkamızdan bir tas su döktü.
Şuşa’nın yüz akı olan bir yer de İsa Bulağı idi. Orman içerisindeki bu güzel dinlenme yerinde, nefis bir de bulak akmakta ve bulağın suyu içilmektedir. Aslında Ağdam’da buluşmayı tasarladığımız; fakat görüşemediğimiz Nurettin Aliyev’in dostları Paşa İskenderov ve Abbas Eyvazov Nasıroğlu ile İsa Bulağında buluştuk. Yine masa donatıldı; yine kadehler kalktı; yine Feramez’in mükemmel tamadalığında yemek yedik. Feramez, Nurettin Aliyev’den söz ederken; “Öğrencilerimin 69’u bir yana, Nurettin bir yanaydı…” dedi. Nurettin’in kayınbiraderi Faik Mamedov ise; “Bu günler bizim için bayramdır. ” derken, bir gerçeği yansıtıyordu. Gerçekten hepimiz, bayram coşkusu içindeydik. O sırada Şuşalı Türkolog Kadir İsmayılov geldi ve doğru bana yaklaşarak; “Sizi Bakü’den tanıyorum, kadim Türk yurdu Karabağ’a hoş geldiniz. ” dedi. O arada sevgili Refik Zeka, ozanlığını öner çıkarıp
şunu söyledi:
“Kim bana der, uslu konuş, uslu otur ki,
Bu söz bence, bir cahilin sözü demektir
Azerbaycan söyleyince ayağa dur ki,
Azerbaycan Türkiye’nin özü demektir. ”
Yemekten sonra araçlarımıza binip yola çıktık. Mingeçevir kentini kuş bakışı seyrederek Kür nehri üzerinde kurulan hidroelektrik santraline ulaştık. Buradaki gölün uzunluğu 35 km imiş, ama o günlerde 2 km daha eklenmişti. Buradaki barajın, bölgeyi, hatta komşu ülkeleri de aydınlatan büyük bir baraj olduğunu söylediler.
ŞAMHOR
Yorgun geçen bir günün ardından, Nurettin Aliyev’in evinde bir kez daha nefis kahvaltı masasına oturduk. Gence’yi dünya gözüyle bir daha dolaşıp, Kocadağ adlı görkemli bir dağın eteğinde kurulu olan Şamhor’a gittik. Bu kentin bir adı da Şemkir… Doğruca Zireddin Hasanov Semenderoğlu’nun evine gittik. Ev ki, ne ev! Saray demek daha doğru olsa gerek. Azerbaycan’ın en güzel konyağı Şamhor’daki fabrikada üretilmektedir. Ermeni konyağının ünü yaygındır ama bana göre, burada üretilen konyak, Fransız konyağı ile eşdeğerdedir.
Haftada 5 gün 1000 tirajla yayımlanan “Ulduz” gazetesini de ziyaret ettikten sonra, akşama doğru Bakü’ye müteveccihen Şamşor’dan ayrıldık.
ZİYARET TRAFİĞİ
Sonraki günler, Bakü’deki dostlarla görüşmeler yaparak geçmişti. Kâh ben gidiyordum; kâh onlar geliyorlardı. Örneğin, Kültür Bakanlığına giderek Tiyatro ve Konser Şubesi müdürü Vagif Elihanlı’yla makamında görüşerek Türkiye’deki festivallere, halk oyunları grubu göndermesini istemiştim…
Işık Yayınevi’ne giderek Başredaktör Safalı Abdaloğlu Nazanov’la sohbet edip yayımladıkları kitaplardan bazılarını almıştım.
Gençlik Yayınevi’nde, Müdür Fikret Ahundlu ile görüşürken, Başredaktör Hidayet Oruçov, şair Cengiz Elioğlu, Aydın Uluhanlı da vardı. Cengiz Elioğlu ile bir yıl önce Moskova’da açılan kitap fuarında karşılaşıp tanışmıştık. Hidayet de birkaç yıl önce Ankara’daki çocuk kitapları sergisine gelmişti. Aydın Uluhanlı ise, Türklüğü yüreğinde yaşayan genç bir şairdi.
Öğle saatlerinde Etem Mustafayev gelip benimle TV için bir röportaj yaptı ve zarf içerisinde 50 Ruble bırakıp gitti. Dağılan Sovyetler Birliği’nde nerede olursa olsun, radyo ve televizyon için röportaj veya bir demeç aldıkları zaman mutlaka telif ücreti öderlerdi. Ruble o tarihte, ABD dolarıyla eşdeğerde idi.
VATAN CEMİYETİ
O tarihlerde Azerbaycan’da bir de “Vatan Cemiyeti” kurulmuş; başına da yazar Elçin Efendiyev getirilmişti. 31 Ağustos 1988 tarihinde bu cemiyeti de resmen ziyaret ettim. Sonraki yıllarda Başbakan Yardımcılığı da yapan Elçin ile yararlı bir görüşme yaptım.
HİDAYET’İN EVİNDE
O akşam, Azerbaycan Devlet Üniversitesi’nin önünde Feramez Maksudov, Fikret Ahundlu, Refik Zeka Handan, Cengiz Elioğlu ve Hidayet’le buluştuk. Hidayet Orucov, otomobili ile hepimizi evine götürdü. Güzel bir sofra hazırlatmıştı. Yedik, içtik ve geç saatlere kadar sohbet ettik. O arada, şiirler okundu.
Hidayet, Elçibey döneminde din işlerinden sorumlu Devlet Bakanı oldu. Şimdi de Büyükelçi olarak Azerbaycan’ı yabancı ülkelerde temsil eden bir diplomattır.
OKTAY’IN BAĞINDA
Yazıcı Yayınevi ve Aşıklar Birliği’ndeki sohbetlerden sonra Dostluk Cemiyeti’nde Nebi Hazri ile görüştüm. Eşinin ağır hastalığı onu çok üzüyordu ama mütevekkildi. Sonra Refik Zeka, Feramez ve Fikret Goca ile buluştuk. Sonra Hüseyin Arif, Aydın Çobanoğlu ve ben Aydın’ın otomobiline; Refik, Feramez ve Fikret de Fikret’in otomobili ile Merdekan’a; Oktay Rızakulu’nun bağına gittik. Halil Rıza da oradaydı. Bu bağa iki yıl önce de gitmiş ve Oktay’ın Gürcü olan bacanağı ile de tanışmıştık.

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti