Balkan adı da aslen Türkçe olup dağ manasına gelmekte ve Hazar denizinin doğusundaki dağlara da Türkler arasında Balkan veya Balhan adını verilmiştir. Biz Anadolu’ya gelmeden önce Balkanlarda Boşnaklar ve Arnavudlar gibi orada Şâmânî veya Hıristiyanlaşmış Türkler; Uzlar (Oğuzlar), Peçenekler, Kumanlar, Macarlar ve Bulgarlar kitleler halinde yaşamaktaydılar.
Türklerin balkanlara ayak basmasından önce, Balkanlarda büyük bir kargaşa hüküm sürmekte, halk derebeylerin ve kralların baskısı altında inim inim inlemekteydi. Ortodoks ve Katolikler arasında kıyasıya bir mezhep çatışması yaşanırken, Bogomil mezhebine bağlı Boşnaklar her iki mezhebin baskısı altında eziliyorlardı. Osmanlı devleti kuruluş yıllarından itibaren, yönetimi altına aldığı topraklarda Hristiyan ve Yahudi tebaa ile hep iyi ilişkiler içerisinde olmuş onlara tam bir din ve vicdan hürriyeti sağlamıştı. Osmanlıdaki bu anlayış Türklerin Balkanlara yerleşmesine kolaylık sağladı. Halk Osmanlı’yı bir düşman gibi değil, bir kurtarıcı olarak karşıladı.
“1356’da Türkler “Müslüman” kimlikleriyle Çanakkale Boğazı’nı geçip Rumeli’ye ayak bastılar. 1389′ da Kosova’da Türklerin yenilmez bir güç olduğu ortaya çıkarken; 1521 yılında Batılıların Muhteşem Süleyman dediği Kanuni’nin Belgrat’ı almasıyla Balkanların tamamında hâkimiyet Türklerin eline geçti.
Bölgeye ilk gelen Türkler hiç şüphesiz Osmanlılar değildi. Daha önce de Balkanlara Hun, Bulgar, Avar, Kıpçak, Kuman ve Uzlar (Oğuzlar) gibi Müslüman olmayan Türk boyları gelmişti. Sözgelişi bölgede 250 yıl süreyle bir Avar hâkimiyeti yaşanmıştır. Ancak daha önce bölgeye gelen Türk boyları Hıristiyanlığı kabul ederek, Türklüklerini kaybettiler ve başta Slavlar olmak üzere diğer milletlerin içerisinde asimile olarak eriyip gittiler. Anadolu başta olmak üzere Balkanlara yerleşen Türkler ise, İslamiyet sayesinde Türklüklerini muhafaza ettiler. Onuncu yüzyılın başlarından itibaren kitleler halinde İslamlaşan Türklerin, Müslüman olmakla elde ettikleri ilk kazanç, İslamiyet sayesinde Türklüğün muhafaza edilmiş olmasıdır. Elde edilen ikinci kazanç ise Batı yolunun Türklere açılmış olmasıdır.
Osmanlı’nın hâkim oldukları topraklar üzerinde yaşayan halka bakış açısı ile Avrupalıların bakış açısı çok farklıydı. Osmanlı, Eski Türk Devlet felsefesinin gereği olarak ele geçirdiği yerlere nizam vermeyi ilahi bir görev sayıyordu. Ele geçen topraklar üzerinde yaşayan tebaa Cenabı Hakk’ın bir emaneti olarak görülürdü. Avrupalının bakış açısı ise tamamen farklı idi. Avrupalının eline geçen topraklarda yaşayan halk, onlara göre ikinci sınıf insanlardı. Bu yüzden Avrupalılar ele geçirdikleri topraklarda zalim ve gaddarca bir politika izlerlerdi. Avrupalılar ele geçirdikleri ülkelerin yer altı ve yer üstü zenginliklerini sömürüp; halkı fakirleştirirken, Türkler ele geçirdikleri ülkelere zenginlik, hizmet ve adalet götürmüşler, imar etmişlerdir. Balkanlarda bugün çoğu tahrip edilmiş te olsa yer alan, hanlar, hamamlar, kervansaraylar, köprüler, medreseler, şifahaneler, camiler bunun en açık delilleridir. Atalarımız bir bölgeye yıkmak, yok etmek ve sömürmek için değil, yapmak, yaşatmak ve nizam vermek için gitmişlerdir. Bu durumu M. Baudier “Histoire de la Religion des Turcs ” (Türklerin Dini Tarihi) adlı eserinde şöyle açıklar:
“Türkler merhamet, şefkat ve insanlara yardımda bütün milletlere ve hatta Hristiyanlara da üstündürler” (Yalçın, 2002, s.48).
Fransız tarihçi Fernard Grenard ise Türk devlet anlayışına duyduğu hayranlığı şu sözleri ile dile getiriyordu. “Osmanlı idaresinin, fethedilen memleketler için, son derece liberal olduğunu kaydetmeden geçmemelidir. Bu memleketler ahalisini Türkler, dillerinde, dinlerinde hatta bazen iç düzenlerinin büyük bir kısmında tamamen serbest bırakıyorlardı (Yalçın, 2002, s. 50).
Eğer Osmanlı, Balkanlarda bir asimilasyon ve zorla İslamlaşma politikası gütmüş olsaydı. Bugün balkanlarda Müslüman Türk’ten başka bir milletin bulunmaması icap ederdi. Çünkü Türkler bu bölgede tam 500 yıl hüküm sürmüşlerdir. Bugün, Balkan milletleri varlıklarını ayrı birer millet olarak sürdürüyorlarsa bunu Türklere borçludurlar.
Romanya eski Adliye Nazırlarından Constantin Dissescu, Romenlerin Türklere duydukları hisleri şöyle dile getirmiştir:
“Kim ne derse desin, biz Romenler bugünkü mevcudiyetimizi Türklerin ulvi cenabına borçluyuz. İdareleri altına aldıkları milletlere karşı hakiki bir şefkat, mürüvvet ve müsamahakârlık ile muamele, onların dillerine, milli ve dini müesseselerine müsaade etmemiş olsaydılar, onların yerine biz herhangi bir komşu milletin tahakkümü (egemenliği) altına girmiş bulunsaydık, bu anda yeryüzünde bir tek Romen kalmazdı.” (Yalçın,2002, s.18)
