Kânuni’nin babası Yavuz Sultan Selim Mercidabık ve Ridaniye savaşları ile Suriye ve Mısır’ı fethetmiş, Anadolu Türk Birliğini ve İslâm birliğini büyük ölçüde gerçekleştirmiş, hilafeti devralarak hadimu’l Haremeynlik şerefine erişmişti. Yavuz, arkasında İslâm birliği ve Anadolu Türk Birliği sağlanmış, güçlü bir orduya sahip hazineleri dopdolu güçlü bir cihan devleti bırakmıştı. Artık sıra batıya gelmişti. Dovney’nin nakline göre Yavuz oğlu Süleyman’a “İran ile uğraşmayı bırakıp ordularını “Nasâra” (Hristiyanlar) üzerine çevirmesini vasiyet etmişti.” (Dovney, 1975, s.15)
Artık Süleyman bilfiil İslam’ın kılıcı idi. Belgrad Kanuni Sultan Süleyman’ın ilk fethidir. Kanûni daha önce kaleyi iki kez kuşatıp alamamış olan dedelerinin başaramadığını başarmış hem de Orta Avrupa kapılarını sonuna kadar açmış oluyordu. Belgrad daha önce de II. Murat ve Fatih Sultan Mehmed döneminde kuşatılmış ancak alınamamıştı.
İtalya’ya kadar uzanan Osmanlı’nın Avrupa’daki genişlemesinin son noktası olan Belgrad tarihi olarak da Osmanlı Devleti için büyük önem arz ediyordu. Çünkü bu fetihle Osmanlı Devleti’ne Orta Avrupa yolu açılacak ve Macaristan’ın fethi kolaylaşacaktı. Sırplar ellerindeki tek kale olan Belgrad’ı koruyamayacaklarını anlayınca burayı Macarlara bıraktılar. Ancak Osmanlılarla Macarların arası iyi değildi. Macarlar, Osmanlılara karşı kurulan Haçlı birliğine katılıyor, Balkan kavimlerini Osmanlılara karşı kışkırtıyor ve fırsat buldukça Türk topraklarına saldırıyorlardı.
Kanuni önce elçilerini gönderdi. Macaristan’ın genç kıralı Lui (Layoş) boyun eğmek akıllılığında bulunmadı, Kanuni’nin cizye teklifini reddettiği gibi kendisine gönderilmiş olan Türk elçisini öldürdü. Elçinin kulakları ile burnunu cevap yerine Sultan Süleyman’a gönderdi. (Dovney, 1975, s. 23)
Sultan Süleyman Layoş’a haddini bildirmek ve Belgrad’ı fethetmek üzere 18 Mayıs 1521 tarihinde İstanbul’dan yola çıktı. Osmanlı Donanması Tuna nehri yoluyla, Kanuni’de karadan büyük bir ordu ile Belgrad önlerine geldi. Böylece şehir karadan ve nehirden kuşatıldı. Günlerce süren şiddetli ateşten ve çarpışmalardan sonra Osmanlı kuvvetleri, 8 Ağustos, Ramazan ayının beşinci günü dış kaleye girdi. İç kalenin fethi ise biraz daha uzadıysa da Ramazan’ın 26. Kadir gecesi orası da alındı. (29 Ağustos 1521)
Kanunî Sultan Süleyman Belgrad’ın fethi (1521) ile Orta Avrupa ve şövalyelerin üssü olan Rodos’un zaptı (1522) ile de Akdeniz hâkimiyeti kapılarını açıyordu. “Pâdişâh-i Cihân, Sultan Süleyman Han” Rodos’u fethinde adanın ihtiyar hükümdarım huzûruna getirdikleri zaman, gözleri yaşararak “böyle bir ihtiyar âdemi hânesinden çıkardığıma müteessifîm” diye üzüntüsünü belirtmiş ve onu hürmetle gemiye koyup istediği yere göndermiş ve bu sûretle cihân pâdişâhı olduğunu burada da göstermiştir. (Târih-i Cevdet, III, 309.)
Macaristan’ın Türkler tarafından fethine dair Attila’ya aid kılıç efsânesinin yeni bir şekilde zuhuru da kayda şâyândır. Filhakika rivâyete göre Büyük İskender zamanında bir krala ait büyük bir kılıç Tuna nehrine düşmüş ve Türk fetihleri devrinde bulunmuştur. Osmanlı elçisi bu kılıcı satın almağa çalışırken Macar kıralı onu elde edip Sultan Bayezid’e hediye etmiştir. Bayezid Han da bunu “Diyâr-i Ungurus’un Şimşîr-i Osmaniyân ile meftûh olmasına işâret-i beşâret saymış ve çok sevinmiştir ki Hun hüküm darının cihân hâkimiyeti inancının bu şekliyle Osmanlılara intikali çok mânâlıdır (Hoca Saadeddin, 1974, I, s. 446.)
Fâtih zamanında Roma, fakat Kanunî devrinde ondan önce Viyana “Kızılelma” olmuş; Budin ile işe başlanmıştı. Pâdişâh, 250.000 kişilik askerden, müthiş ateş saçan 300 toptan müteşekkil, devrin en kudretli ordusuyla, İstanbul’dan sefere çıkıyordu.
Kanunî Sultan Süleyman, baba ve dedeleri gibi, sıra ile Eyüp, Vefa, Yavuz, Bayezid ve Fâtih türbelerini ziyâret ve buralarda zafer duaları yaptıktan sonra muhteşem ordusuyla harekete geçti. Mohaç ovasında Macar ordusuyla karşılaşınca sancaklarını açıp ellerini yukarı kaldırdı: “Yarabbi! Senin kudret himâyeni diliyor; Muhammed’in ümmetine yardımını niyaz ediyorum” diye yalvardı. Bunu gören süvariler de derhal atlarından inerek hakanları gibi secdeye vardılar ve Pâdişâh uğrunda canlarını fedaya karar verdiklerine yemin ettiler. Maddî-manevî bu kudretle mücehhez Türk ordusu, 28 Ağustos I526’da, mutlak bir zafer kazanmış ve artık Orta Avrupa yolu açılmış; Macar ordusunun im hasından sonra da 20 Eylülde Macaristan’ın payitahtı Budin şehri Pâdişâha teslim olmuştu. Bu seferin yapılması bir fetih arzusundan ziyade millî bir siyaset ve zaruretin icabı idi. Filhakika Kanunî İstanbul’a dönünce oraya gelen Macar (Erdel) elçisini kabul ederken ona: “Hıristiyan devletleri ecdâdımın üzerine tehdidi bulutlar yığıyor; fakat bu bulutlardan yağmur yağmıyordu. Onlar sebep olmasa idi bu kadar insan kanı dökülmeyecekti” beyanı tarihî ve hayatî âmilleri meydana koyuyor; Haçlı taarruzları tekerrür etmese idi Avrupa fetihlerine girişmeyeceğini de belirtiyordu. Nitekim bu kanaat Türk şâir ve gazilerinde de vardı. Mihal oğlu Ali Bey’in (XV. asır sonları) otağını Tuna nehri yakınında kurduğunu, nehri üç yüz otuz defa geçtiğini, Macarların (Ungurus’un) putunu kırdığını, Çek ve Leh illerini pâymal (ayaklar altına alıp perişan)ettiğini, erenlerin ve Şeydi Gazi’nin gazalarına yardım da bulunduğunu yazan Gazavât-nâme:
Eğer def olmaz ise bu beliye
Ne İznik kala ne Kostantiniyye beyti ile kanaati güzel belirtir; Tuna nehrine hitab edip Ungurus, Eflâk ve Rus diyarlarına yol vermesini söyler. (Gazavât –nâmeler): 246, 254, 295) (Turan, 1969, c.II, s.92-93)
Gerçekte Selçuklular Haçlı orduları ile İznik, Eskişehir, Amasya, Ereğli, Denizli, Konya ve Suriye’de pek çok savaş yapmış; milyonlarca kan akmıştı. Osmanlılar da Rumeli’ye geçişten itibaren aynı Haçlı taarruzlarına maruz kalmışlar idi. Nitekim Sırp sındığı, Kosova, Niğbolu, Varna ve ikinci Kosova meydan muharebeleri de Haçlıların Türkleri imha etmek ve Balkanlardan atmak gayesiyle olmuş; fakat zafer Kanuni’nin dediği gibi daima Osmanlılarda kaldığı için Türkler Orta Avrupa’ya doğru ilerlemiş ve nihayet, Osmanlıların tâbiri ile Belgrad Dârul-Cihâd olmuştu.
İstanbul’un fethi üzerine Papalık “kuyruklu yıldızların haber verdiği musibet ve felâketlerin Hıristiyanlardan Türkler üzerine çevrilmesi” için kiliselerde dua edilmesini emretmişti. İmparator Charles Quint, Fransa krallığı müstesna, bütün Batı Avrupa’ya hâkim bulunuyordu. Akdeniz’de ve Şimalî (Kuzey) Afrika’da Türklere ve İslâmlara karşı taarruzlara girişmiş; kardeşi Ferdinand Avusturya’da kral tayin edilmişti. Böylece Fransa’yı da tâbiiyetine aldıktan sonra Türkler için büyük bir tehlike baş gösteriyordu. Şimdi Fransa kralının esir edilmesi ve anasının Sultan Süleyman’ın, oğlunu kurtarması ve himaye etmesi için elçi göndermesi Türkiye’ye tehlike büyümeden önce güzel bir fırsat vermiş ve Avrupa’da iki hânedan arasında devam eden rekabet ve mücadele Osmanlılara yardım etmiştir. Macaristan da Haçlı mücadelelerinde daima birinci derecede bir mevki kazanmış ve Rumeli’ye geçişten beri Macarlar Hıristiyan Avrupa’yı müdafaada Türklere karşı kahramanca dövüşmüşlerdi. Macarların Türklerle akrabalığını dikkate alan bazı Avrupalı âlimler, haklı olarak iki dinin de aynı ırka mensup iki millet tarafından, aynı ideal kudreti ile müdafaa edilmesini tarihin bir cilvesi şeklinde vasıflandırmışlardır. Nitekim yukarıda belirttiğimiz gibi, çağdaş Müslüman tarihçileri de Moğolların Ayn Câlût’da mağlûbiyetlerini yine İslamiyet’in Türkler tarafından aynı cinsten Türklere (Moğollara) karşı kurtarılması şeklinde görmüşlerdi. Ortodoks Bizans’a düşman olmalarına rağmen Avrupalılar daima onun aleyhinde gelişen Türklere karşı Haçlı seferlerini tekrarlıyorlardı. Zira Papalık Hıristiyan dünya nizâmı karşısında bir İslâm dünya nizamına tahammül edemiyordu (Turan, 1969. c, II S.93).
