Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Ümit Demir
e-posta: YAZARIN TÜM YAZILARI

BUĞDAY: YER GÖK, KALP VE KÂİNAT…

Ümit Demir 19 Aralık 2018 Çarşamba 13:32:22
 

Semih Kaplanoğlu’nun Buğday isimli filmi, yurt içi ve dışında hâlâ gösterimde ve hakkında hâlâ olumlu olumsuz eleştiriler yazılıyor. Bu eleştiriler kapsamında, konu ve senaryo tartışılır bulunsa da teknik açıdan büyük bir beğeni aldığını söyleyebiliriz. Türk sineması için çok özel ve çok ayrı bir yerde olduğu/olacağı kesin.
Hızır ile Musa kıssası, Hz. Muhammed’in taşlanması, karnına iki taş bağlaması, Hz. Musa’nın Allah ile konuşması gibi pek çok yaşanmışlığa göndermelerde bulunan ve bunları metaforik olarak işleyen Buğday (Grain), tasavvufî anlatımı seçtiği için hâliyle seyirciye farklı açılardan yorum yapmanın önünü açıyor. Ben de filmin bu yönüyle -filmle alakâlı bugüne kadar yazılan ve yukarıda bahsettiğim göndermeleri ele alan yazıları tekrar etmemek adına-  kendi dünyamdaki çağrışımlarını, açtığı kapıları, düşündürdüğü şeyleri  dile getirmek istiyorum.
“Mahrem Evin Güzelliği”
Buğday’da “ev” vurgusunu çok önemsedim, hatta neredeyse filmin merkezine layık gördüm.
Filmin gizli kahramanı Cemil Akman, “bereketsiz” toprak üzerinde bile konaklayacaksa önce elindeki sopa ile bir “daire” çiziyor, evinin temelini atıyor, sonra bir çizgi ile ayrılmış bu iki topraktan daire içinde olanına girerken ayakkabısını dahi çıkarıyordu. Bununla da yetinmiyor, daire çizerek evi olarak belirlediği o alanı süpürüyordu. Sanki “mukaddes” bir yerdi orası artık. “Geleneksel ev inşası sırasında evin temelleri kazıldığında temele un, yağ, tuz atarlar ve ev bittiğinde eşiğinde koyun kurban ederler. Evi adeta kutsayan bu ritüel onu harem/mahrem kılar ve “kutsallaştırır.””(1)
Evin mahremliğini kaybedişi ise artık -sadece Doğu ve İslam ülkelerinde değil- tüm dünyada toplumsal bir sorun olarak ortaya çıkıyor. Çünkü “Günümüz dünyası, eylem ve duyguların temsil edildiği ve yorumlandığı bir tiyatro değil, mahremiyetlerin sergilendiği, satıldığı ve tüketildiği bir pazardır”.(2)  Mahremdeki yani özeldeki, gizlideki “güzellik”  günümüz enformasyon çağının getirdiği “şeffaflık” ile kaybolup gidiyor ve ortaya şiddet içeren bir pornografi kalıyor.
Tıpkı mabetlerdeki “sırlı güzellik” gibi “evdeki sırra” kavuşmanın sınırını gösteriyordu Buğday’daki Cemil Akman, toprağa çizdiği daire ile… Hürmet edilmesi gereken, en kötü koşullarda dahi azami saygının gösterilmesi icap eden yer: Ev, mesken, hâne, yuva…
Filmdeki bu sahne, dışarıdan bakınca oldukça mantıksız, tuhaf gözükse de filmin içindeki iki ayrı dünyanın, kapitalizm ve dışlanmışların dünyasının ayrımını bu “ev” yapıyordu çünkü: şeffaflığa karşı mahremi, bireyciliğe karşı birliği, alışveriş çılgınlığına karşı tasarrufu ve iktisadı, lüks konutları barındıran sitelere karşı da mahalleyi savunan ev…
“Ev” fizik-metafizik, mecaz-gerçek, hakikat-taklit… vb. tüm yorumlarla bizlere bir şey anlatıyor.
Ev, elbette ki insanlığın var oluşuyla birlikte vardı ve ailenin yeşerdiği bir mekândı. Aile, ancak bir evi paylaşıyorsa, eve gerekli ihtiramı gösteriyorsa, evi “kutsal” biliyorsa aile olabilirdi.
Buğday’daki Cemil Akman, evine ne kadar sahip çıkıyorsa, günümüzde de bunun tam aksine “Kafe ve AVM’lerde sosyalleşen insanlar, gerçek sosyalleşmenin mekânı olan eve, ev halkına karşı yabancılaştırmaktadır”(3) Böylece, modern dünyada evin sınırları kalmıyor, dışarısı ile içerisi düzleşiyor, şeffaflaşıyor. “Tehdit edici dünyaya karşı “biz”i koruyan zar gibi hissedilecek “ev” yıkılmıştır. Aile yıkılmıştır. Onun yerine … insanların girip çıktığı kutsalı olmayan konutlar inşa edilmiştir.”(4)
Bu sınırsızlıkla, “had”sizlikle sadece evi kaybetmiyor; evle beraber komşuluğu, mahalleyi, şehri hatta toplumu da yitiriyoruz. Çünkü ev aynı zamanda toplumun da yapı taşıydı. “Ön tarafından kırk ev, arka tarafından kırk ev, sağ tarafından kırk ev ve sol tarafından kırk ev ile komşusun”(5), “Uzak yakın komşuna iyilikte bulun”(6) diyen bir ahlâk prensibi, 40 komşu ile mahalleyi, bu mahalleler üzerinden de şehri oluşturuyordu böylece. Birbirine bağlı bir zincir… Biri koparsa, zayıflarsa hepsinin çözülüp dağılacağı…
Buğday’daki Cemil Akman, toz toprak içinde bile olsa bize evi işaret etmekle asl��nda neyi/neleri kaybettiğimizi, bize kaybettirilenleri nerede aramamız gerektiğini gösteriyordu.
Nasreddin Hoca’nın fıkrasını bilirsiniz: Hoca, gece yarısı evinde bir eşyasını kaybeder; aramak için sokağa, sokak lambasının altına gider. Soranlara da “Ev karanlık… Burası daha aydınlık olduğu için burada arıyorum” der.
Günümüzde, sokaklardaki şiddeti ya da pornografiyi görünce hep bu fıkra aklıma gelir. Evde kaybettiklerimizi sokaklarda bulmaya çalışıyoruz. Gazetelerin 3. sayfalarında gördüğümüz çoğu haberin kaynağı, bu kayıp arayışlarının acı sonuçları değil mi? Oysa haberlerdeki fail ya da mağdur, hepsi de daha demin evimizdeydi ve biz hepsini, evimizde kaybettik. Çünkü “evi” kaybettik; evi kutsal bilip ona hürmet göstermesini unuttuk.
“Kalbe Sınır Çizmek”
Evin insana dönük tarafında ise kalp var: dîl hânesi… Kalbe de tıpkı eve gösterildiği gibi saygı göstermeden, ona “kendini bilmesi” için bir hudut çizmeden, insan şehrinin de imarı mümkün değildir. Kalbin hudutsuzluğu, bir anlamda sınırsızlığı, narsisizme götüren yol değil midir? Richard Sennett’in ifadesiyle: “Narsist, tecrübe kazanma peşinde değildir. Bir şeyi yaşamak ister: Karşısına çıkan her şeyde kendisini yaşamak…”(2)
Cemil Akman’ın rehberliğindeki  Erol Erin’in yolculuğu da evini, kalbini, kendini bilmesiydi bir yönüyle. Buğday bahane ama nefes asıl…
Kişinin kalbini tanıması, aslında kendini bilmesi (Nosce Te İpsum)(7) bin yıllık konu değil midir haddi zatında?
Cemil Meriç, Bu Ülke’de “Hadis(8): “Kendini tanıyan, Rabbini tanır” diyor. En küçük sonsuzla, en büyük sonsuz arasındaki esrarlı ayniyeti ifşa eden büyük söz. Kendini tanımak, marifetler marifeti.” diyerek Buğday’daki adaşı olan Profesör Akman’ın talip olduğu “marifetin” önemi gösteriyordu. Kendini Bil’den, Kendini Tanı’ya; oradan da “Kendini Gerçekleştir’e”(9) …
İnsanın serüveni, kalbinde mi saklıydı?
Erol Erin, yolculuğunun bir noktasında, rehberi Cemil Akman’a şöyle bir söz verir: “Eğer sana bir daha itiraz edersem seninle olan yolculuğumu bitiririm.”
Bu sözüne rağmen Erol Erin, rehberine bir kez daha itiraz eder. Aslında bu itiraz, Erol Erin’in yolculuğunun kalbine yönelmesine yani “nefes”e giden bir kapı olur. Çünkü o ayrılıştan sonra Erol Erin, lüks konutuna, modern/rahat hayatına geri dönmez. Tam aksine, “çile çekmeye” kendi iradesi ile karar verir. Buğday’ı değil, nefesi seçer yani bu defa.
Cemil Akman bize usulünce “evinize dönün” demişti,  Erol Erin de “kalbinize dönün” demiş oluyordu bir nevi. “Eve dön, şarkıya dön, kalbine dön… Oradaki sıralama içinde eve ve şarkıya dönmenin, kalbine dönmedikçe, bir üretken alan türetemediği tezi işleniyor. Eve dönmek, ülkesinin aslî kültürüne dönmektir. Şarkıya dönmek, insanlık için söylenebilecek en güzel şeyi terennüm etmektir. Bütün bunlar kalbe dönmenin aşamalarıdır.”(10)
“4 Evin Buluşması”
Kalbine dönen Erol Erin, bunun karşılığını da görüyordu tabi. Son sahne “evlerin buluşması” oluyordu: Kalp (beden evi), kendi evi (insan), karınca evi (doğa) ve kâinat evi…
“Nefes” yolcuğunda, kalbini bulmaya/bilmeye çalışan Erol Erin, bir karıncaya rast gelir ve onu takip ederek karıncanın evini bulur. Sonra o evi merkeze alarak yine daire çizip kendi evini belirler. Sonra da Ay’ın ve Güneş’in de temsil edildiği şekiller çizer.
Filmde 4 kalbin buluşması, bir noktada birleşmesi insanlığın kurtuluşunu getiriyordu: Buğday’ı… Kendisini keşfetmiş, yaratıcısını bulmuş insanın doğa ile, kâinat ile barışık olması sonucunda insanlığın devamı için lazım olan gıdaya ulaşılmış, insanlık nefes almış oluyordu.
Son sahneye bakınca şu bilgiyi de hatırlamak lazım: “Gökküre’nin rölevesinin çıkarılmasından amaçlanan, yeryüzünde kurulacak şehirlerinin plânlamasının, göksel plânlamayı birebir yansıtmasını sağlamaktır. Nitekim atalarımızın şehirleri Gökküre’nin rölevesinin yeryüzünde uygulanması şeklinde gerçekleşir.”(11)
Yönetmen Semih Kaplanoğlu, son sahnedeki çizimleri bir Yörük ninenin anlatısına(12) dayandırmış olsa da yukarıda vurgulanan “gök ile yerin buluşmasını” ustalıkla gerçekleştiren eski medeniyetleri de anmamız gerekiyor.
“İnsanın Hikâyesi de Bir Daire”
Filmde ev kadar “dönüşler” de merkeze yerleşiyordu. Hatta filmin başrol oyuncusu Jean Marc Barr da bu konuya şu cümlelerle dikkat çekiyordu: “Biz bu illüzyonun içinde kaybolduk. Bu problemin çözümü ise şöyle olabilir: “Ne yapıyorsan dur ve bırak, içine dön ve sor kendine, kimim ben?” İçimize dönüp bu soruyu kendimize sormadığımız, toplumun içindeki yerimizi sorgulamadığımız müddetçe de bu çıkmazı aşamayacağız. Bugünün insanının en büyük dilemması bu ve bundan kaçıyoruz. Nereye mi? Filmlere, dizilere, bilgisayarlara kısacası illüzyonlara… İnsanlar kendi içlerine dönüp bu soruları sorduğu takdirde aslında problemlerinin çok benzer olduğunu da fark edecekler.”(13)
Yukarıda da değindiğimiz gibi eve, kalbe “dönüş” mesajı kadar Andrei’nin de hikâyesi “dönüş” ile tamamlanıyordu. Erol Erin’in yolculuğa beraber çıktığı öğrencisi Andrei çocukluğuna, ana vatanına dönüyor ve onun hikâyesi de bu dairenin tamamlanması ile bitiyor, belki başlıyordu.
Toprağa, evi belirlemek için çizilen daireler de Kâbe etrafında yapılan tavafları andırıyordu. Bittiği yerde yeniden başlamak… Ya da her tevbe ile sıfırlanmak, yeniden bismillah demek… Her hatim sonrasında hemen bir Fatiha ile yeni bir hatme başlamak… Her günün güneş ile son bulup başlaması… Ve her nefesin tekrar tekrar alınıp verilmesi! Tüm bunlar bir sürekliliğin, bir döngünün, bir dairenin, bir dönüşün izleri.
Kur’ân-ı Kerim de asıl yurda (eve) ve yaratıcıya dönüşü, “insanın yaratılışının” anlatıldığı Alak Sûresinde şöyle belirtir: “Şüphesiz dönüş ancak Rabbinedir.”
İnsanın hikâyesi başladığı yerde bitecek, başlayacak.
“Güç mü, Ahlâk mı?”
Filmden gerçek hayata dönersek, kendimize dönersek aslında… “Buğday mı, Nefes mi?” sorusu gibi bir soru ve iki tercih duruyor önümüzde: “Güç mü, Ahlâk mı?”
Hoca Ahmed Yesevî’nin, Hacı Bektaşî Velî’nin, Tapduk Emre’nin, Yunus Emre’nin bereketlendirdiği bu topraklarda, dönmemiz gereken ya da gözümüzü kapayıp kaçtığımız şey nedir?
Başrol oyuncusu Jean Marc Barr, Anadolu’da çekim için geçirdiği zamanı anlatırken ahlâk vurgusu yapıyor mesela: “İnsanlara bayıldım, yepyeni bir ahlâk anlayışını keşfettim diyebilirim. Amerika’daki ahlâk anlayışıyla tamamen farklı. Anadolu coğrafyası özellikle çok büyüleyici bana Sahra Çölü’nü hatırlattı. Burada zaman geçirirken ruhunuzda bir şeylerin değiştiğini hissedebiliyorsunuz.”(13)
Buğday, bu soruyu da soruyor bize. Hudutları belirlenmiş, sürekliliği olan, olması gereken bir “dönüş”ün mü içindeyiz; yoksa yoldan mı çıktık, zikzaklar mı çiziyoruz?
İnsanlığın “nefes” alabilmesi için, elimizdeki/evimizdeki “bereketli toprağa” dönmek çok mu zor artık?
(Bu yazı Yedi İklim Dergisinin Kasım 2018 sayısında yayımlanmıştır.)
_________________________________
1- Lütfi Bergen, http://gizlenentarihimiz.blogspot.com.tr/2016/05/muslumanlar-evlerini-kaybettigi-gibi.html
2- Byung-Chul Yan,.Şeffaflık Toplumu, Metis, 2017
3- Abdurrahman Arslan, “Değişen Toplumsal Algımız ve Yeni Dinamikleri” Konferansı, 9 Mayıs 2018, Bursa
4- Lütfi Bergen, http://www.dunyabizim.com/mercek-alti/4058/artik-evimiz-disarisi
5- Hasân-ı Basrî’den komşuluk tanımlaması
6- Nisâ Sûresi 36. ayet
7- M.Ö 400’lerde Delphi’de Apollon Tapınağı’nın girişine “Kendini Tanı” yazılmıştı.
8- Cemil Meriç merhum, hadis diye yazmış ama o konu tartışmalı. “Yahya b. Mua’z (ö. 871) veya Ebu Said el-Harraz (ö. 892)’a ait olan bu söz, farklı sebeplerle Hz. Peygamber’in sözüymüş gibi algılanıp meşhur olmuştur.” Hür Mahmut Yücer, http://www.diyanetdergi.com/gundem/item/2117-nefsini-bilen-rabbini-bildi
9- Maslow’un “İhtiyaçlar Hiyerarşisi”nin en üstünde yer alan “Kendini Gerçekleştirme”si, bir anlamda kendini tanıma, kendini bilme sonucunda ulaşılabilecek “insan-ı kâmil”e benzetilebilir.
10- İsmet Özel, http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/Yazi.aspx?YID=480&KID=38&PGID=0
11- Alev Alatlı, http://www.alevalatli.com.tr/makale.asp?s=detaym&ID=1
12- Lütfi Bergen, http://www.diyanetdergi.com/kultur-sanat-edebiyat/item/2353-bugday-kabugunun-otesi
13- Jean Marc Barr, https://www.sabah.com.tr/pazar/2017/11/26/bir-illuzyonun-icinde-kaybolduk

YAZARLAR

TÜMÜ

SON HABERLER