Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR
e-posta: YAZARIN TÜM YAZILARI

“FATİHA İLE FETİH” YAZILARI – 43

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 6 Ağustos 2018 Pazartesi 13:46:04
 

MERHAMETİYLE YARATTIĞI KULLARINI KARŞILAYAN YİNE ALLAH’IN
 MERHAMETİDİR, RAHMÂNİYETİDİR
Meryem Sûresi 93. âyet “semâvatta ve arzda kim varsa, Rahmân’a ancak kul olarak gelir” buyurur. Bu ifadeyi konumuzla ilgili olan şu yanıyla da anlamaya çalışalım. Kulların yaratılması Allah’ın Rahmâniyetiyledir, merhametiyledir. Kullar, insanlar için verilen mühlet bitince Rablerine kavuşurken onları karşılayan yine Allah’ın Rahmâniyetidir. İnsanlar için müthiş bir hediye, müthiş bir lütuf. Bunu daha anlayabilmek için bir örnek verelim ama hep söylüyoruz, mânâyı anladıktan sonra örneği silelim, aksi halde şirk oluşturabilir. Elinden hiç silâhını bırakmayan bir komutanınız var ve o bir gün sizi evine davet etti. Onu hep elinde silâhıyla, komutanlık göreviyle gördüğün için evine gideceksin ama gitmeye çekiniyorsun. Gittin, kapıyı açtı ki sivil kıyafetle ve güler yüzlü. Sevinmez misin? Aynı kişi ama kıyafeti değişti. Onu sivil kıyafetle, elinde silâhı yok olarak görünce bir memnuniyet duyarsınız. Akılda bu mânâ kalsın, örneği silin. Allah kullarını merhametiyle yaratmış, onlara yaşayacakları bir mühlet vermiş, sonra onları karşılarken hangi tip insan olursa olsun, inanan inanmayan, hangi hayat tarzını yaşarsa yaşasın tümünü merhamet haliyle karşılar, Rahmân olarak karşılar. Fark ettiniz mi?  Umudumuzu yüksek tutalım diye onu bize çok kuvvetli hissettirir. Der ki; rahmetim gazabımı aşmıştır, taşmıştır. Bunu ayetten öğreniyoruz. Merhametiyle yarattığı kullarını karşılayan yine Allah’ın merhametidir, Rahmâniyetidir. Yaşarken Allah’ın kula olan bu merhametini kulun tam anlayamaması, çok az fark etmesi de merhametindendir. Çünkü bu merhameti fark etsek hücrelerimiz dayanamaz. Öyle hoşnut olur ve öyle gevşerler ki parçalanacak gibi olurlar, hücrelerimizi bir arada tutamayız. Kuluna, dayanamayacağı bir şefkati ve merhameti var. Hissettiğiniz o sevinci, o mutluluğu düşünün. Dayanamayacağımız bir şefkat ve merhametle karşılıyor. Çünkü kendi yarattı, O’nun kulu… Yine hayattan bir örnek verelim, mânâyı alıp örneği silelim. Bir gencin arkadaşı var, ona sevgi duyuyor ama onun kendisini sevip sevmediğini bilmiyor. Sevmesini çok istiyor, ah o da beni sevse, onunla bir ev, bir yuva kursak diyor. Çok duygusal bir anında ona kendisini çok sevdiğini söylese ne olur? Bir anda sesi gider, bacakları titrer, gözü yaşarır, ne yapacağını şaşırır, çünkü vücudu o cümleye dayanamaz. Bunu sonsuzla çarpın, Allah’ın sevgisini hissetmenin, bilmenin, anlamanın bize nasıl tesir edeceğini belki biraz anlamış oluruz. Sevgisini fark etmeyişimizi oluşturması bile bize olan büyük merhametinden.
KUL OLMAK BİZİM İÇİN BİR
MECBURİYETTİR, BAŞKA ALTERNATİF YOK
Ehlullah’ın bir tanımından da örnek vereyim. Allah bir emir buyurduğunda onu normal bir kulun dinleyebilmesi mümkün değilmiş, dayanamazmış. Onu ancak Rasûlullah (SAV) Efendimiz dinleyebilirmiş, maneviyatta. Düşünün, onu yaşayabilmemiz için, o emir merhametiyle çeşitli basamaklardan geçiriyor. O basamaklardan sonra anlayabileceğimiz ve vücudumuzun kaldırabileceği bir enerji seviyesine gelince onu bilebiliyoruz. Rasulullah’a vahyin geldiği zamanları okumuşsunuzdur. Efendimiz (SAV)’in söylediklerini yazarken Vahiy Kâtipleri’nin kollarının çok ağrıdığını, eğer vahiy Efendimiz (SAV) bineğindeyken gelirse devenin dayanamayıp çöktüğünü, Efendimiz’e vahiy gelmeden önce vücudundan onu anladıklarını, o halleri gören sahabeler anlatır. Şu an da Efendimiz (SAV) bir emri ilettiğinde maneviyattaki normal zatların dinleyemediği, ancak onu Gavs-ı Âzam’ın dinleyebileceği söylenir, Ehlullah öyle anlatır. Konumuza dönelim.
“Semâvatta ve arzda ne varsa Rahmân’a kul olarak gelir.” Rahmân ismi bize Tâ-Hâ 5. âyeti de hatırlatır: “Rahmân arşa istiva etti.” Bu âyet üzerinde durulması gereken ayrı bir mecradır. “Arşa istiva etmek” ifadesinden çıkaracağımız bir anlam, arştan Rahmâniyetiyle bizi yönettiğidir. Allah’ın Rahmân yanıyla, merhametiyle yönettiği arş, bizi kapsayan arş yönetildiğimiz soyut sınırdır. O sınırı Allah’ın Rahmâniyeti kaplamıştır, Allah Rahmâniyetiyle orayı kaplamıştır. Arşı Rabb’ın istiva ettiğini veya Allah’ın istiva ettiğini beyan eden ayetler de var. Ama Tâ-Hâ suresinden öğreniyoruz ki Rahman’ın arşı istivası ile anlatılan mana, orada Allah’ın Rahmâniyetiyle muamele ediyor oluşudur. Ayetteki “kul olarak gelir” ifadesine de bakalım. Kul olmak bizim için bir mecburiyettir, başka alternatif yok. Tüm yaratılanlar kuldur. Ama Allah’a kulluk etmek farklıdır, tercihle ilgilidir. Kesret diliyle böyledir. Tevhid diliyle söylenirse, bütün kullar zaten Allah’a kulluk eder. Kulluk etmenin tercihle ilgili oluşu kesret diliyle ifadedir. Ancak ikisi birbirine zıt cümleler değildir. Başarabilmek için ikisini birden anlamak, ikisini tek yapmak gerekir.
ALLAH’A KUL OLMAK MECBURİYETTİR,
ALLAH’A KULLUK YAPMAK TERCİHLE İLGİLİDİR
Kul olmak mecburiyettir, çünkü seni Allah yarattı, sen Allah’ın kulusun. Allah’a kulluk yapmak ise insanın tercihi ile ilgilidir. Kesret diliyle, bu yüzden âyetlerde “Allah’a kulluk yapın” denir. İnsanın tercih yetkisi olduğu için ona ayet ve hadislerde yön gösterilir, “şuradan git, dileyen Rabbine yönelir” denir. İnsanın bir tercihi bulunduğu için Allah’a kulluk yapmakla ilgili âyetler kesret dilindedir. Tevhid dili idrak ve iman içindir, amel için değil. Bu yüzden o dilde öyle bir şey yok.
Allah’ın kulu olduğumuzun bilincinde olmak, Âmentü Billâhi îmanı kapsamında olup yönelişin temelini oluşturur. Bu yüzden kul olmak Allah’a yönelirken düşünebileceğiniz bir hâldir. Bir insana döndüğünüz zaman, insanlarla ilişkileriniz kulluk görevi içine girer. Allah’a yöneldiğinizde kulsunuz, Allah’ın kulusunuz, “Allahım beni yaratan sensin, Rabbim sensin” diyerek Âmentü Billâhi îmanı kapsamında yöneliyorsunuz. Bu imanla yönelmek şarttır. Öyleyse, Âmentü Billâhi kapsamında îman nedir? Âmentü Billâhi îmanı Allah’ın dışı var sanmamaktır, dışı var zannıyla (dûniHİ algıyla) müstakilen var ve muhtar fikirler ve davranışlar üretmemektir, Allah’ın dışı var ve siz oradasınız sanmamaktır. Allah’a böyle yönelmek kul olmak bilincidir ki yönelişin temelini oluşturur. Çünkü yönelişinizde dûniHİ algı olmaksızın sesleniyorsunuz, Âmentü Billâhi kapsamında “Allahım beni sen yarattın” diyorsunuz. Kul olmak yani kulluk bilinci yöneliştir. Allah’a kulluk yapmak ise salih amel olup ilişkilerin temelini oluşturur. Allah’a kul olmak mecburiyettir, Allah’a kulluk yapmak tercihle ilgilidir. Allah’a kul olmak ve Allah’a kulluk yapmak aslında ayrı şeyler olmayıp dünyada cümlesini kuramayacağınız tek bir mânâdır. O tek cümle ancak cennet dilinde kurulabilir. Bu mânâ dünyadaki hiçbir dilde bir cümleyle ifade edilemez, kesret diliyle onu tek cümlede söylemek mümkün olmaz. Onu tek mânâ yapabiliriz ama tek cümleye çeviremeyiz. Çünkü burası cennet değil, burada duniHi algı, Allah’a küfür, yani esfele safiliyn idrak söz konusudur. Cennete ait dil burada olmaz, oraya ait bir mânâyı dünya hayatındaki kesret diliyle tek cümlede tarif edemeyiz. Ama zihnimizde onu tek mânâ yapabiliriz, çünkü zihnimizin hâli ayrıdır. Zihnimizde Kendinde Kendine Göre Var olan bu dünyadan değildir. Ama Birbirimize Göre Var olan bu dünyadandır.
NEFS’İN SANA
 DOĞRUDAN RAB’BİNDENDİR
İlk patlamadan itibaren, yani Allah’ın Fâtır ismiyle yararak patlatarak yaratmasından itibaren yaklaşık 14 milyar yıl geçti deniyor. Demek ki o patlamaya göre bugün bir hücrenin yaşı 14 milyar yıl, üstünden 14 milyar yıl geçmiş, 14 milyar yıllık bir aşamadan sonra bu halde. Ama “Kendinde Kendine Göre Var” olan bu güne bu süreçle gelmedi. Oysa senin “BEN” zannettiğin ve aynada gördüğün “Birbirine Göre Var” olan hâlinin yaşı 14 milyar yıl. Bizim “BEN” dediğimiz esas bu süreçle gelmiş değil. O doğrudan gelmiştir, 14 milyar yıllık süreci yaşamamıştır. İşte fark budur. Ve o senin nefsindir. Bu yüzden, Nefs’ini bilirsen Rab’bini bilirsin. Çünkü Nefs’in sana doğrudan Rab’bindendir. Kul Rab’binden olan mânâyı cennet dilinde oluşturabilir, fakat onu Birbirine Göre Var olanın diline çeviremez. Bu Esfele Sâfiliyn çünkü. Bu yüzden kul olmak ve kulluk yapmak ayrı şeylermiş gibi söylenir. Ama ikisi tek bir mânâdır, tek bir şeydir. “Önce kul olayım, sonra kulluk yapayım” diyemeyiz, ikisi beraberdir, ayrı değil. Fakat onu tek yapacak cümle dünyada konuşulan hiçbir dilde yoktur. Bu yüzden, ayet ve hadislerde “Mânâ Ayrıştırma” ve “Mânâları Çakıştırma Teknikleri” vardır, anlayabilmemiz için. Onlara biz ulûhiyet dili ve kesret dili dedik. Aslında mânâları çakıştırma ve mânâ ayrıştırma yöntemleri hiç zor şeyler değildir, yalnızca önemsemek ve bu gözle bakmak lazım. Âyet ve hadisleri anlayabilmek için bu tanımları ve yöntemleri fark etmek ve uygulamak şarttır.
ÎMAN VE SÂLİH AMEL TEK ŞEYDİR,
BİRİ OLMAZSA DİĞERİ DE OLAMAZ. ALLAH’A KUL OLMAK VE ALLAH’A KULLUK YAPMAK DA AYRI İFADE EDİLİR AMA TEK MÂNÂDIR
Âmentü Billâhi dediğimiz “yöneliş” ve sâlih amel dediğimiz “ilişkiler” mânâ ayrıştırılarak oluşturulur. Allah’a kul olmak dediğimiz mana yöneliştir, Allah’a kulluk yapmak dediğimiz ise sâlih ameldir. Bunları anlatabilmek için mânâ ayrıştırmak zorundayız. Her ikisini tek cümlede ifade edebilecek bir anlatım tarzı dünyada yoktur. Bunu Kendinde Kendine Göre Var olan halimizde tek mânâ yapabiliriz, onun o yeteneği vardır. Tek mânâ yapsak bile o mânâyı tek dünya cümlesine çeviremeyiz. Dünya cümlesine çevirmek gerektiğinde Mânâ Ayrıştırma Tekniği’ni kullanarak anlatmak zorundayız. Bu yüzden “îman etmek” ve “sâlih amel yapmak” sanki iki ayrı şeymiş gibi söylenir. Bunu fark edemeyen bazıları iman ve sâlih amel ayrı birer basamakmış gibi düşünüp, “yalnız îman yeter” zannederler. Hayır, îman ve sâlih amel tek şeydir, biri olmazsa diğeri de olamaz, biri diğerinin mütemmim cüzüdür, ayrılamaz. Kesret dilinde amel çıkarabilmek için, anlatma sadedinde îman ve sâlih amel diye ayırırız ama uygularken yani yaşarken îman ayrı salih amel ayrı olmaz. Dolayısıyla, Allah’a kul olmak ve Allah’a kulluk yapmak da ayrı ifade edilir ama tek mânâdır.
Sâlih uygun demektir, sâlih amel imana uygun davranıştır. Bir çocuk annesine yanlış davransa, o hali hoşumuza gitmese, “hiç annene uygun davranmıyorsun, annene uygun davran” deriz. Veya öğrenciyse “öğretmeninle öyle konuşulmaz” deriz. O çocuğun annesinin anneliğine, babasının babalığına, öğretmeninin öğretmenliğine uygun davranması sâlih ameldir. Burada uygun derken ölçü aldığımız somut kriterler var; annelik, babalık, öğretmenlik, bunlar çerçevesinde uygun davranışa sâlih amel diyoruz. Bu yönüyle sâlih amel, ifade olarak yaşantının her alanında kullanabilecek bir tabirdir. Ama siz “amentü billâhi ve sâlih amel” dediğiniz zaman iş değişir. Bu yüzden İslâm’da yalnızca amel, yani doğru imana dayanmayan amel veya amelsiz inanış ile cennet olmaz, öyle bir şey yoktur. Âmentü Billâhi ve Sâlih Amel tek şeydir, bu tek mananın kriteri Âmentü Billâhi’dir, ona uygun davranış ise sâlih ameldir. Âmentü Billâhi, “Allah’ın dışı kavramı yoktur, Allah’ın dışı var zannedip müstakil varlıklar üretmek bâtıldır” idrakıyla îman etmektir. Bu idraka uygun davranmak, önerileri yapıp sakındırılanlardan uzak durarak yaşamak sâlih ameldir.
(ALLAH’IN DIŞI YOKTUR İDRAKINA) BİLLAHİ ANLAMA UYGUN DAVRANMAK SÂLİH AMELDİR
Bizim için duniHi algıdan kurtulmak esastır. Kişiden dûniHİ algının kalkması, hatta kalkar gibi olması bile çok müthiş bir güzelliktir, emniyettir. Onu bir şeye benzeterek anlatmaya çalışayım ama lütfen mânâyı alıp örneği silin. Bir çocuk annesinden hiç ayrı duramıyor, öyle alışmış, biraz da korkuları var. Gezerlerken bir vesileyle annesinin elini bıraktı, o bir tarafta annesi bir tarafta. Baktı ki anne yok, yabancı bir yerde, birden feryadı basar. Sonra annesi onu sesinden tanır bulur, alır. Bakar ki annesinin kucağında, az önce feryadı basan çocuk gülmeye, şımarmaya başlar, bir anda değişir. Hiç farkında değil insan, dûniHİ algı böyle bir şey! Anneden uzak kalan çocuk gibi, öyle bir feryat var orada. Ama insanlar o feryadı normal yaşantı haline getirmiş, farkında değiller. İnsan Billâhi algıya girdiği zaman annesinin kucağına düşmüş gibi emniyette olur, öyle bir huzuru ancak o zaman yaşar. Âyet diyor ki kalpler ancak Allah zikrullahıyla mutmain/tatmin olur. Bu âyetteki mutmainlik yani tatmin Âmentü Billâhi idrakıdır, sadece Allah demek değil. Kişi dûniHİ idrakla Allah diyorsa hiç bir mutluluk hissetmiyor ve soruyor: Allah diyorum ama hiç o söylenenler olmuyor? Annenin kucağında değilsin ki, dışarıda bağırıp duruyorsun. Olmaz. Mutmain olmak için kucağa gelmeniz lâzım. “Billâhi Anlam” böyle bir şeydir, kişi onu orada fark eder. İşte (Allah’ın dışı yoktur idrakına) Billahi anlama uygun davranmak sâlih ameldir. Yani Âmentü Billâhi demek yetmez. O doğru tarif edilecek ve o îmandan sonra ona uygun amel yapılacak.
Âmentü Billâhi ve Sâlih Amel’in ayrı şey olmadığını öğrendik. Bu önemli. Çünkü ikisi bir olunca işe yarıyor. Âyetler onları anlayabilmemiz için “âmenû ve amilus sâlihâti” diye ayırmıştır. Kur’ân-ı Kerim’i ders yaptığımız zaman görürüz ki, Allah, Âmentü Billâhi îmanını ve ona uygun davranmayı bir yaparak yaşayanlara vaatte bulunmuştur. Maide-9: “Allah, îman edip sâlih amel işleyenlere (şöyle) va’detmiştir: Onlar için mağfiret ve ecr-i azıym vardır.” Ana kucağında olan için büyük bir sıcaklık, büyük bir merhamet, büyük bir güven, büyük bir ikramiye var… Elhamdülillah…

YAZARLAR

TÜMÜ

SON HABERLER