Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Muharrem Günay

HER PADİŞAHIN YANINDA BİR DERVİŞ

Osmanlı’da en az Yunus ve Mevlana kadar saygı duyulan bir diğer gönül adamı da Anadolu insanına Allah aşkını aşılayan ve şeriat, tarikat, hakikat, marifet temelinde İslâm’ı anlamayı öğreten Hacı Bektaş-ı Veli’dir. Osmanlı sultanları Mevlana ile birlikte onun da dedelerine dua ettiğine inandıkları için hatırasına devamlı saygı duymuşlardır. Mevlana ve Hacı Bektaş’ı devletin temelini atan veliler olarak kabul etmişlerdir. Bunu III. Selim’e ait bir hatt-ı hümayunda görebilmekteyiz. Bu belgede Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda Mevlana Celaleddin-i Rûmî ve Hacı Bektaş Velî’nin himmet ve dualarının bulunduğu belirtilmektedir.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ise dervişlerin rolü oldukça fazladır. Osmanlı Devleti kurulurken Anadolu’daki Ahi ve Babai tarikatları en faal devirlerini yaşıyorlar ve bu alanda mevcut beylikler üzerinde nüfuzlarını gösteriyorlardı; bundan dolayı bu tarikat zümrelerinin Osmanlı Beyliği çevresinde de faaliyetleri görülmekteydi. Osmanlı Devleti’nin temeli atılırken bu beylik Ahilikten ve Ahi reislerinin nüfuzlarından istifade etmişti. Gerçekten de Osman Gazi’nin kayınbabası Şeyh Edebali o tarihlerde Ahilerin ulularındandı (Uzunçarşılı, 2016, s. 530).
Uclar, genellikle esir ve ganimetle zenginleşmiş bölgeler sayılıyor, Orta-Anadolu’dan, Konya’dan âlimler ve dervişler geçimleri için zaviye kurmak, sadaka toplamak için uçlara geliyorlardı.1240’larda Selçuklu Devleti’ne karşı Baba İlyas etrafındaki Türkmen ayaklanması şiddetle bastırıldı. Babai dervişleri, Uçların en uzak noktalarına dolayısıyla Osmanlı topraklarına kaçıp sığınmış görünmektedir (İnalcık, 2016 b, s.38). İlk döneme ait tahrir defterlerinde dağda kırda boş toprakları şenletip zaviye kuran, sonra bunu vakıf olarak sultanlara onaylatan Kalenderi, Babai dervişlerine ait birçok kayıtlar bulmaktayız. Yer açıp zaviye kuran ve vakfa bağlayan bu dervişleri, Ö. L. Barkan, yerleşim yerleri yaratan kolonizatör dervişler saymaktadır. Sultanlar bu vakıfları daima “ayende ve revendeye” (gelip geçen yolculara) hizmet koşuluyla verirler.
Derviş bir zaviye kurar, etrafındaki öbür dervişlerle toprağı işler, tarla açar, bahçe yapar, gelirleriyle kendileri geçinir ve yolculara üç gün kalmaları koşuluyla, barınma ve yeme içme sağlarlar. Fütüvvet kurallarını izleyen Ahi zaviyeleri, bu gibi zaviyelerin başında gelir. Misafirlik geleneği, yalnız Ahi zaviyeleri için değil, gelip geçen yolculara hizmet etme koşuluyla sultandan berat almış tüm zaviyeler için değişmez bir kuralıdır. Toprağı işlemede, hasat ve harcamada zaviye mensupları her şeyi ortaklaşa yaparlar, komünal bir hayat yaşarlar. Herkes çalışmak zorundadır. Fütüvvet yani centilmenlik ve kardeşlik disiplini ortaklaşa çalışma, yolcu ve fakirlere hizmet, dinî bir hayır işi sayılmaktadır ve bu nedenle vakfa bağlanmaktadır. Zaviye etrafına zamanla nüfus yerleşmekte, köyler meydana çıkmaktadır. Anadolu ve Rum-ili taponomisi, pek çok köyün menşeinde bu biçimde derviş zaviyeleriyle ilişkili olduğunu ortaya koymaktadır.(İnalcık, Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve Devlet, s.40) Sultanların bu gibi yeni yerleşmelere vakıf statüsü vermeleri, vergilerden affetmesi, Anadolu ve Rum-ilinde Türk yerleşme-kolonizasyon sürecini kolaylaştıran başlıca bir yöntem olarak önemlidir (İnalcık, 2016 b, s.41).
Haçlı Seferlerini ve onun acı sonuçlarını bizzât yaşamış bulunan Anadolu Türk halkı, Batının arzettiği önemin farkındaydı. Türklerde zaten fıtraten var olan kahramanlık ve dini duygular ve benzeri mânevî faktörler, Batıya yönelişe olumlu biçimde etkide bulundular. Alp unvanıyla anılan ve efsânevî kahramanlık öykülerine konu olan sufîler, menkîbelere göre tahta kılıçlarıyla kâfirlere karşı cihad etmekte, beraberindeki bir avuç müridi ile yüz binlerce kişilik düşman ordularını hezimete uğratmakta, kaleler fethetmekte, İslâm’ı diyâr-ı küfürde yaymakta ve akıllara durgunluk veren kerâmetler göstermektedirler. İşte bu husus, mücâhid Türk sufî tiplerini, tekkelerinde sâkin ve donuk bir hayat tarzı sürdüren Arap ve Acem (İran) sufîlerinden farklı kılan bir özelliktir (Cebecioğlu, 1991, s.16).
“Şanlı ecdâdımız da hikmet ehli âlim ve ârifleri dâimâ baş tâcı etmiş, onların duâ, himmet ve öğütlerinden istifadeye gayret göstermiştirler. Meselâ Osman Gâzi’nin etrafında bir Şeyh Edebali Hazretleri, Yıldırım Hân’ın yanında Emir Sultan Hazretleri, Fatih Sultan Mehmed Hân’ın yanında Akşemseddin Hazretleri, Sultan Ahmed Hân’ın yanında Hüdâyî Hazretleri ve daha niceleri; madde ile mânâ, dünyâ ile âhiret arasında muhteşem bir denge unsuru olmuş, onların kalplerine âdeta bir istikâmet (doğruluk) aşısı yapmışlardır.

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti