Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR
e-posta: YAZARIN TÜM YAZILARI

İNŞİRAH YAZILARI – 43 – Kocatepe Gazetesi

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 19 Mart 2019 Salı 13:13:13
 

Tevbe Suresi 15. ayette “Allah dilediğinin tövbesini kabul eder” geçer. Bu vurgu o anla ilgili olarak ders alınması gereken çok önemli bir şeydir. Karşı taraf saldırmıştı ama işler düzeldi, tedavi gerçekleşti, şimdi doktor devreye girdi. Önce hastanın ihtiyacı olan cümlelerle onun tedavisini yaptı, şimdi diyor ki; tedavi oldun, artık işe hücumla bakma; Allah dilediğinin tövbesini kabul eder; karşı taraftakilerin de tövbesini yani Hakk yola girişini kabul eder. Bunu Tevbe-11 açıklıyor: “Eğer onlar tövbe eder, salâtı ikame eder, zekâtı verirlerse dinde kardeşleriniz olurlar. Biz ayetleri bilen kavme açıklarız.”
Kin ve gazap kalktı, çünkü tövbe kapısı herkese açık. “Tövbe kapısı kapanmaz” ifadesi çok doğru değildir. Kapısı yok ki kapansın. Kapanmaz demek, kapısı yok demektir. Kapanmayan yere kapı yapılır mı? Kapatmayacaksan niye kapı? “Tövbe kapısı kapanmaz” demek, “kapısı yok” demektir.
Ankebut Sûresi 2: “İnsanlar denenip ne olduklarının sonucu görülmeden, iman ettik lafıyla kurtulacaklarını mı sandılar?”
Demiştik ki ne düşüyordun da cennettesin diye bir şey yok, ne yaptın da cennettesin var. Doğru imanla ama yaptığımız önemli! Efendimiz (SAV) sahabelerden birisine buyuruyor: “Ne zaman cennette yürüsem ayak izini duyuyorum. Ne yapıyorsun da cennette ayak sesin geliyor?” Bakın “ne düşünüyorsun, nasıl inandın” demiyor. Zaten inancı yanlışsa bu kulvarda olamaz, bu kulvarda tutacak şey ameldir. Ne yaptın da oradasın? Mübarek buyuruyor ki; “hep dediklerinizi yapıyorum, başka bir şey yapmam. Ama aklıma şöyle bir şey geldi, her abdest aldığımda hemen iki rekât salât ikame ederim, bir bu var.” Ankebut-2 bize; “insanlar denenip de ne oldukları görülmeden, iman ettik lafıyla kurtulacaklarını mı sandılar?” derken, “iman ettik lafı kurtulmak için yeterli değil” demiş oluyor. Ayet, imanın amellerle ortaya konulması gerektiğini söylüyor; imanınız amellerle ortaya konulmadan kurtulamazsınız, kurtulamayacaksınız gerçeğinin altı çiziliyor.
Ayette geçen “denenmek” ifadesine de bakalım. Denenmek “fitneye düşürülmek” demektir. Kur’an’da “imtihan edilmek, denenmek” geçtiğinde daima fitneye düşürülmek akla gelmelidir. Fitne ise “ikilem” demektir. Bu ikilem, normal esfele safiliyn yaşantı içindeki tereddüt ve ikilemler değildir, “Hakk ve bâtıl” konusunda ikilemdir; bir fikrin, bir davranışın Hakk mı bâtıl mı olduğunda ikileme düşmektir. İkileme düşünce bâtılın cazip gelmesi de fitnedir. Demek ki denemeye/imtihana, kulun bir konuda ne yapacağını Allah’ın öğrenmesi gibi bakamayız. İmtihan kulun kendi halini öğrenmesi içindir; kulun kendisine kendisinin şahit olması içindir. Kulun ameline kendisinin şahit olmasına imtihan/deneme denir. Normal yaşantıdaki “deneme ve imtihan” kelimelerine bakarak “Allah insanları sınıyor” zannetmek Allah’ı tanıyamamaktır. Ayetlerde geçen “deneme” insanın kendisini tanımasının adıdır.
Son üç yazıda Tevbe Sûresi’nin 13-16. ayetlerini indiği andaki manasına göre anlamaya çalıştık. Bu ayetleri ötelememek için şimdi bir de bu ayetleri kendimiz için, günümüzde nasıl düşünmeliyiz diye bir tefekkür yapacağız.
13. ayette sözü edilen topluluğun özellikleri nelerdir? Onlar yani müşrikler yeminlerini bozmuşlar, er-Rasulü yurdundan ihraç etmişler, hep savaş açan ve ilk saldıran olmuşlardır. Yeminleri bozma ile başlayalım, onu günümüzle (kendimizle) ilgili değerlendirip, günümüzdeki zahiri halini yakalamaya çalışalım. Her iki zahiri yakaladıktan sonra ayetteki bâtinî manaya nüfuz etmeye başlayabiliriz. Onlardaki üç hal neydi? Yeminlerini bozdular, er-Rasulü yurdundan ihraç ettiler, daima ilk savaşı onlar açtılar. Bu özelliklerini saydıktan sonra Rabbimiz sormuştu: İşte bunlarla savaşmayacak mısınız, yoksa onlardan korkuyor musunuz? Bu önemli ipuçlarını hayatımızda arayalım. Önce “yeminlerini bozmuşlar” halini arayalım. Bunu yaparken aslında hayatımızı ayetlere taşıma yöntemini de uygulamış oluyoruz. Yeminlerini bozmuş olmak nedir, bunu da ararken yöntemimiz aynı: Soruyu Kur’an’dan soruyor, cevabı da Kur’an’dan arıyoruz.
A’raf Sûresi 172: “Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden kendi zürriyetlerini ahzedip alıp onları kendi nefslerine şahitlendirerek “elestü Bi Rabbiküm (ben değil miyim Rabbiniz?” dediğinde) onlar da ‘bela şehidna (evet, bilfiil şahitiz)’ dediler. Kıyamet günü ‘biz bundan gafildik demeyesiniz’ diye.”
Anlıyoruz ki Kıyamet günü “ya Rabbi bu bilgilerden habersizdik” demeyelim diye şahit kılındık. “Kalıp”tan bahsetmiştik hatırladınız mı, işte bu bilgi kalıbınıza işlendi. Yani bunun farkındayız, kalıba işlenişi tasdik ettik. İşte bu, o anlatım içerisinde “bir yemin” oluşturuyor. Sizin kalıbınıza “Rabbiniz Allah’tır” bilgisi işlendi, bu bilgi size verildi, kalıbınız buna şahid oldu, bunda tasdikiniz de var, “ben bu bilgiyi duydum ama anlamamışım”  diyemezsiniz. “Evet (bela), şehidna” diyen şahitliğimiz var, bu bilgi bizde mevcut. Bu durum Fıtrî Yemin olarak bilinir. A’raf Sûresi 172 ve 173. ayetler, İslam Dini Prensipleri içerisinde Kul’un Fıtrî Yemini kabul edilmiştir. Bu yemin, Kıyamet Günü “bu işten habersizdik” demeyesiniz diyedir. Başka ne içindir?
A’raf Sûresi 173: “Ve bir de; daha önce atalarımız yalnızca müşrik olarak yaşarlardı, biz de onlardan sonra onların devamı bir zürriyetiz. Bâtılı işleyenler yüzünden bizi helak mi edeceksin?” demeyesiniz diye.”
Kıyamet’te de dünyada da “biz bundan habersizdik, böyle bir bilgi bizde yoktu” demeyelim diye buna şahid kılındık ki suçu atalarımıza da yıkmayalım! Bu noktada, insanın şahitliğini ve şeytanın/cinin durumunu karşılaştıralım.
Kehf Sûresi 51: “Ben onları (İblis’i, cinleri) sema ve arzın yaratılmasına da kendi yaratılmalarına da şahit tutmadım. Ve hiçbir zaman mudill (saptırıcı) olanları yardımcı edinmiş değilim.”
Demek ki cinnî şeytanın böyle bir şahitliği yok, kalıbında böyle bir bilgi yok, böyle bir yemini de yok. Böyle bir yeminden sorumlu değil. Ne böyle bir yemini ne böyle bir bilgisi var. Daha önce demiştik ki şeytan Hz. Âdem’i cennetten çıkması için kandırmış değildir. Kandıracak olsa Hz. Âdem hemen kanmaz. Şeytan kendisi için doğru olanı yani inandığı şeyi söylemiştir. Onun bilgisi bu! Böyle inanıyor, bu yüzden kendi bilgisine göre doğruyu sundu. Zaten Hz. Âdem onun yemin eden ve anlatırken doğruyu sunan bu haline kanmıştır. Anlatım tarzı içerisindeki ifadeyle böyledir.
İnsanın bu yeminini destekleyen bir özellik de Şems Sûresi 7, 8, 9 ve 10. ayetlerde mevcuttur:
“Nefse ve onu düzenleyene… Sonra da ona fücurunu ve takvasını ilham edene ki; gerçekten onu (nefsi) arındıran kurtulmuştur. Onu gömüp (gizleyerek) yaşayan ise gerçekten kaybetmiştir.”
Özellikle 8. ayetteki (ona hem fücurunu ve hem de takvasını ilham edene) ifadesinden anlıyoruz ki kalıbımıza işlenmiş bir şey var, şu bilgi işlendi: Yeminine uygun davranmazsa, fitne fücurla meşgul olursa başına ne geleceğinin bilgisi onda mevcut. Veya Hakk yolda yarışırsa, takva sahibi olur da takvada yarışırsa başına ne geleceğinin bilgileri insana işlendi, bu bilgiler de mevcut…
“Yeminlerini bozdular” halini kendimiz için anlamaya çalışırken, bu bilgilerin yüklendiği kalıbın, bu özellikleri almış olan kalbin arza gitmeden önce akıbetini anlamak için şu ayete de bakalım:
Bakara-30: “Rabbin melaikeye; muhakkak ben arzda bir halife meydana getireceğim dedi.”
Demek ki bu bilgilerle bu özelliklerle bu kalb arzda halife olarak yaşayacak, bu bilgiler ve şahitlik ona halifelik kazandırıyor.
“Arz” kelimesini bildiğimiz arzın dışında da düşünün, onun gibi bir arz olan insan bedeninin hali olarak da ele alın. Bu bakışla bu üç ayeti birleştirdiğimiz zaman karşımıza bu kalbin çok önemli bir şeyi çıkar. O nedir? İnşaallah onunla devam edeceğiz.

YAZARLAR

TÜMÜ

SON HABERLER