Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR
e-posta: YAZARIN TÜM YAZILARI

İNŞİRAH YAZILARI – 7 – Kocatepe Gazetesi

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 30 Ocak 2019 Çarşamba 13:42:59
 

Kısa bir tefekkür antrenmanı ile başlayalım, şu iki cümleyi tefekkür edelim. Tefekkür ederken, lütfen cümleleri yaşamaya gayret ediniz. İlk tefekkür cümlemiz şu olsun: Ben Müstakilen Varım ve Muhtarım. Ben müstakilen varım ve muhtarım; yani ben özgürüm. Allah’tan bağımsız olarak kendimin yönettiği bir aklım, bir gücüm, bir mülküm var. Bütün bunlar nedeniyle ben de kendime göre müstakilen hüküm veririm. Muhtariyet ilan ve iddiası, “ben müstakilen varım ve muhtarım” algısı üzerine kurulur hep. Şimdi düşünün, bu cümleyi tefekkür için bile olsa söylerken nasıl dikleşiyor insan.
Bir de “Biiznillah, ben var görünenim” cümlesini tefekkür edelim. Bakın ses daha baştan yumuşadı. Rabbimiz Allah buyuruyor ki “Rasulün yanında sesinizi yükseltmeyin.” Müthiş bir uyarı… Rasulün yanında sesimizi yükseltmeyelim, tamam, Allah’ın yanında yükseltecek miyiz? Lütfen, hayatımızın her anına dikkat edelim; geçmişimizdeki şımarık yaşantımıza tövbe edelim. Sesimizi yükselttiğimiz konu ne olursa olsun, sesimizi yükselttiğimiz her hal için af dileyelim, tövbe edelim… Allah var, sesimizi yükseltmeyelim. Allah yokmuş gibi düşününce insan kendiliğinden “ben müstakilen varım ve muhtarım” haline bürünüyor. Cümle “ben müstakilen varım ve muhtarım” olunca tefekkürü de ona göre gelişiyor. Ama “Biiznillah, ben var görünenim” ifadesinde sesimiz kendiliğinden daha haddi bilen bir sese dönüşüyor.
Şimdi “Biiznillah BEN”i tefekkür edelim. Biiznillah BEN; Allah’ın dilemesiyle var olan ve O’nun dileğiyle, O’nun izniyle o var olana “BEN” diyenim demektir. “O’nun izniyle var görünen bu kula BEN diyorum” diyorsunuz: Biiznillah BEN var görünenim. Kime göre var görünen? Allah’a göre. Çok dikkat edin, kul Allah’a göre var görünendir, birbirimize göre varız. Var görünenler birbirlerine göre vardır, birbirlerine göre yok olmazlar. Yoksak, yok olan bir şeyden nasıl sorumlu olacağız? Birbirimize göre varız, yani “var görünenler” birbirlerine göre varlar. Ama tüm var görünenler Allah’a göre yoktur. “Biiznillah BEN var görünenim” cümlesini Allah’a göredir, bu yüzden biz bu tefekkürü Allah’a seslenerek söylüyoruz. Dikkat edin, “Ben Müstakilen Varım ve Muhtarım” sözünü Allah’a seslenerek diyemezsiniz. “Ben Varım ve Muhtarım”ı ancak çevrenize dersiniz. Ama “Biiznillah, BEN var görünenim Allahım” diyerek Allah’a sesleniyorsunuz. Lütfen bunu tefekkür edelim; Biiznillah BEN var görünenim… Ve bu iki tefekkürde, değişen kan kimyanızı yakalayın. Yakaladınız mı, aradaki farkı hissedebiliyor musunuz? İki cümlenin tefekküründe kan kimyanız nasıl? Dikkat ederseniz yakalayacağınız ikisi arasındaki o fark, küfür ve iman farkıdır.
Eğer fuadınız “ben müstakilen varım ve muhtarım”a uygun analiz ve sentezleri yaparsa, onlara sahip çıkar ve kalbe de onu gönderirse, kalb de nefsin şerri perdesi altında esarette ise, sonuç sanki kalpten geliyormuş gibi olur, kalbden yansıyormuş gibi olur ama değildir. Bir aynayı bir cismin önüne koyup onunla o cismi örtün ve bir ışık kaynağından oraya ışık gönderin. Cismi o ayna ile örttüğünüz için, ışık bu oraya ulaşıp ta yansıdığında, uzaktaki birisi ışığı cisimden yansıyor sanabilir. Oysa cisim aynanın arkasında, onu sakladınız, örttünüz. İşte nefsin şerri de kalbi öyle örter ve duyguları, düşünceleri onun üstünden beyne yansıtır, beyin de o emirleri alır. Kalb eğer “ben müstakilen varım ve muhtarım” fikrine sahip çıkarsa beyne onun emrini gönderir ve beyin onun fiillerine bürünür; kişinin yürüyüşü, duruşu, beden dili ona döner. İşte o küfür halidir. Hatta bu yüzden, az önce yaptığımız o tefekkür için tövbe edelim. Allahım anlamak için yaptığımız birinci cümlenin tefekküründen dolayı bizi bağışla ya Rabbi. Fuadımız anlasın, antrenman yapsın diye o tefekkürü yaptık Ya Rabbi. Hâşâ… Bir ayette şu geçer: O zor günde Rabbi Hazreti İsa’ya; “sen, ben ilahım mı dedin, annem ilah mı dedin, ben Onun çocuğuyum mu dedin?” dediğinde, “hâşâ, ya Rabbi der miyim öyle şey” diyecek. Biz de o ayetten esinlenerek öyle diyelim: Ya Rabbi, öyle şey der miyiz? Hâşâ… O tefekkür fuadımız öğrensin diyeydi. Biiznillah BEN var görünenim Allahım.
Evet, şuna da dikkat etmeliyiz: Hangisinin tefekküründe zorlandığımızı incelemeli ve iki tefekkür arasındaki farkı iyi tespit edip kendimize doğru cevap vermeliyiz. Cevabımız; “birinci cümleyi kolay tefekkür ediyorum ama ikincisini bir türlü kavrayamıyorum, anlayamıyorum” olabilir ki bu çok doğal.  Esfele safiliyn yapının tefekkürü, kişiye kolay gelir, bu çok doğal. O zaman demek ki kurtulmanız gereken “iz”ler var deyip, o izleri bulup, onları kendimizde tespit etmeliyiz.
Bir şeyi düşündüğünüzde mekanizma şöyle çalışıyor: Tefekkür yaparken fuad sizin ilminizdeki potansiyel ve tercihlerinizden yararlanarak analiz ve sentez yapıp bir fikir oluşturuyor. Bu fikri benimsediğinizde fikir kalpte tespitleniyor, beyin bu tespit doğrultusunda hareket ediyor, organlara emrini ona göre veriyor. Küçük bir antrenmanını yaptığımız bu sistem kendiliğinden çalışıyor. Önemli olan şudur ki; bu sistemde LÜB nuru yoksa, yapılan analiz ve sentezin sonucu bellidir. Çünkü sadra esfele safiliyn yapı hâkimdir. O yapı hâkim olduğu için sonuç bellidir. Hayatta bunun örnekleri çoktur. Bir yeri birisi yönetiyordur ve siz oradan ne karar çıkacağını bilir, “ne karar çıkacağı belli” dersiniz. Çünkü o masada oturan adil değil, demokrat değil, faşizan bir yapısı var. O zaman oradan ne karar çıkacağı bellidir. Nefsin şerri de faşisttir, daima faşizan karar verir.
Bu mekanizmadaki önemli bir şey de şudur: Fuad, LÜB nurunun gösterdiği yolda çalışırken kalbi haşyetullah ile tanıştırır. Şöyle açalım: Fuad Hakk yolda, Rabbine yönelmiş olarak analiz ve sentez yapıp da Rabbine yönelmiş fikirler ürettiğinde, bunu kalbe/kalıba döktüğünde, kalıp titremeye, sallanmaya başlar ve haşyetullahla tanışır. Bu yüzden, haşyetullah LÜB nurunun sadırdaki savaşçısıdır. Bunu bir benzetmeyle anlatalım ki kolay anlaşılsın inşaAllah. Vücuda bir mikrop girdiğinde savaşçı hücreler; lökositler veya bağışıklık hücreleri onu bulurlar ve onu organizmaya zarar vermeyecek hale getirirler. Ya yok ederler ya da hiç olmadı, etrafını çevirip hapsederler veya vücuttan dışarı atarlar. Hani, çıban çıkar da içi temizlenir ya, işte o yolla vücudun uygun bir noktasından dışarı atılır. Bu savaşçı hücreler gibi, haşyetullah da sadırda LÜB’ün savaşçısıdır.
Haşyetullah dillendirilince, hadis gereği sabah ve akşam salâtlarından sonra okuduğumuz Haşr Sûresi 21. ayete bakalım: “Eğer şu Kur’an’ı bir dağın üzerine inzal etseydik, elbette onu Allah haşyetinden dolayı huşu ederek çatlayıp parça parça olduğu halde görürdün. İşte bu misalleri insanlara tefekkür etsinler diye darb ediyoruz.” Bu yüzden veriyoruz bu misalleri.
Yıllardır devam eden bu yazıları dikkatle ve sabırla takip edenler, paylaşımlarımızdaki tanımlarla baktığında ayetin ne demek istediğini çok kolay çözeceklerdir. Mesela, ayetteki “tefekkür etsinler diye” ifadesinin manası size nasıl da anlaşılır gelmiştir. Hatırlayın, Hakk yolda tefekkür nedir, bunun fuadla ilişkisi nasıldır, bunları gördük. Hakk yolda tefekkür, fuadın Hakk yolda analiz ve sentez yapmasının ismidir, bu yüzden çok önemli bir ibadettir. Çünkü oradan çıkacak fikirler kalıba dökülecek ve böylece Hakk yolda yeni suretlerimiz olacak. “Tefekkür” bunun için önemlidir; fuad çalışsın, yeni kalıplara yeni fikirler döksün ve sizden o yeni fikirlere uygun suretler çıksın diye. Demek ki ayetler ve oralarda verilen misallerin bir önemi de tefekkür etmemiz için olmalarıdır; yani fuadımızı çalıştırmamız içindirler.
“Eğer Kur’an hakikatini dağın üzerine inzal etseydik haşyetten parçalanırdı.” Ayetin bu kısmı da bizim için önemli bir ipucudur. Sadrı nefsin şerri yönetirken orada “ben müstakilen varım ve muhtarım” dağı vardır. “Kendisini Kaf Dağı’nda sanıyor” denir, hatta “yürüyüşüne bakın, küçük dağları ben yarattım sanıyor” denir. İnsan açısından baktığınızda buradaki dağ, sizdeki Sözde Tanrılık İddiası’dır. O zaman bu ayete bakışımız nasıl olur: Eğer siz Kur’an’ın hakikatini o iddianın üstüne koyar da Kur’an’ın hakikatini o iddiayla tanıştırırsanız, o tanrılık iddiası paramparça olur. Eğer fuad, Kur’an’ın hakikatiyle tanrılık iddiasını çarpıştırırsa o iddia orada paramparça olur. Peki, öyle olunca sonuç nedir, ne olur: “HAKK geldi, BATIL rezil oldu” olur.
Fatır Sûresi 18. ayet Efendimiz’e diyor ki: “Sen ancak; Bil gayb Rablerinden haşyet duyan ve salâtı ikame edenleri uyarırsın.”
Efendimiz (SAV)’in üzüntüsü üzerine Rabbi, “Habibim, hasta olacaksın. Seni dinlemiyorlar, alaya alıyorlar, hakikati açıkladığın halde geri dönüyorlar diye neredeyse hasta olacaksın. Sen ancak Bil gayb Rablerinden haşyet duyanları ve salâtı ikame edenleri uyarırsın” buyurdu. Demek ki kalbin tanışacağı bu haşyetullah, Efendimiz (SAV)’in uyarılarını kabullenmemiz, anlayabilmemiz ve uygulayabilmemiz için de çok önemli. Çünkü “sen ancak öyle olanları uyarabilirsin” diyor, sen “Allah’ı sevenleri uyarırsın” demiyor, dikkat edin. İslamiyet’i insanlara “sevgi seli” gibi anlatmaya çalışıyorlar, bu çok yanlıştır, Uzakdoğu felsefelerini insanlara “İslam” adı altında sunmaktır. Neden bu anlatım tarzı rağbet görüyor? Çünkü insanların sadırlarını yöneten nefsin şerrine bu tarz çok hoş gelir. Nefsin şerri yani şeytan yapımız “benim aradığım işte buydu” der ve o yazılara, o anlatımlara, o bakış açılarına meyleder. Gerçekten nefsin şerrinin aradığı odur! Dikkat edin, kişi o anlatılanı “din” zannederse rehavete düşer, yanılır…

YAZARLAR

TÜMÜ

SON HABERLER