Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR

“FATİHA İLE FETİH” YAZILARI – 101

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 17 Ekim 2018 Çarşamba 13:06:29
 

HER TÜRLÜ NEFRET MUTLAKA
HASTALIK OLARAK ÇIKAR
Her türlü nefret hastalığa sebep olur. Her türlü nefret mutlaka hastalık olarak çıkar. Sıralarsak ilk ele almamız gereken nefret kâfirin nefretidir. Nedir o? Ğıll’dir! Kur’ân’dan öğreniyoruz; onun adı Ğıll’dir. Şu unutulmamalıdır: Ğıll bulundukça kişi cennete giremez. Ğıll’in esası kâfirlerde bulunur, onlar Allah’tan nefret ederler. Öyle ki Allah’ı hatırlatan her şeyden nefret ederler. Başörtüsü görür nefret eder, birisinin elinde namazla ilgili tesbih görür nefret eder, sakal görür nefret eder. Hâlbuki müslüman olmayanın sakalından nefret etmez. Ama Allah’ı hatırlatan her şeyden nefret eder. İşte bu nefret mutlaka onda bir hastalığa dönüşür, kesin. Hastalıklar incelensin, gerisinde Allah’tan nefret, Allah’a ait nefret, Allah’ın sistemiyle ilgili nefret görülecektir. İleride inşâAllah o hastalıkları isim isim yazacağız, paylaşacağız. Şimdilik nefret hastalık ilişkisini yalnızca duyurmuş olalım.
NEFRET YASAKTIR, HELE ZATTAN NEFRET ÇOK TEHLİKELİDİR. İSLAM’DA NEFRET YOKTUR
Peki, müslüman nefret eder mi? O da nefret eder ama bilmediği ve farkında olmadığı için, dûniHİ baktığı için. O dışında zannettiği Allah’a kendince saygılıdır ama mü’min kardeşlerinden nefret eder. Nasıl bir nefret? Zatlarından nefret! Zatlarından nefret eder. Nefretin hastalığa dönüşmesinin sebebi de budur; “zat”tan nefret etmektir, Allah’ın zâtından nefret etmektir. İnsanlarla ilgili olarak da kişi nefretini insanın zatına yönlendirir, onun zatından nefret eder, o da kişide mutlaka hastalığa dönüşür. Bu yüzden, nefret yasaktır, hele zattan nefret çok tehlikelidir. İslam’da nefret yoktur, buğz vardır. İyi bir mü’min gerektiğinde buğz eder. Buğz yüklenilen rolle ilgilidir. Mü’min buğz etmekle o role katılmadığını belirtir, “bu Allah’ın rızasına uygun değil” der. Bu bakışı kişinin zâtıyla değil rolüyle ilgilidir, rol değişirse bakışı da değişir. Kişinin rolünden mi yoksa zatından mı nefret edildiği bazı cümlelerden tanınabilir. “Artık ağzınla kuş tutsan olmaz” gibi cümlelerden anlarız ki kişinin zâtından nefret ediyor. Zattan nefret ettiği için bu ondan bir hastalık olarak mutlaka çıkar. Mü’min buğz eder, buğz zatla değil, rollerle ilgilidir. İleride buğz da etmez, sadrı genişledikçe. Sadrı dar olan ise buğzu nefrete, düşmanlığa çevirir, hatta kavgaya dönüştürür. Bu yüzden, Dîn’i anlatmak için, tebliğ yapmak için sadrın en az iki basamak genişlemiş olması gerekir. “İnşirah” kitapçığında bahsettiğimiz iki aşamalı genişleme olmalı ki nefret ve buğz kalksın, tebliğde insanlarla ilişki ona göre olsun.
KADERLE DİDİŞİRSENİZ O SİZDE
 HASTALIĞA DÖNÜŞÜR. ÇÜNKÜ VÜCUD,
 SAHİBİ’YLE DİDİŞENE HİZMET ETMEZ
Kaderle geçinemeyenlerin kaderle didişmeleri hastalığa dönüşür. Kişi kaderi anlayamamış da kaderle didişiyorsa o bir hastalığa dönüşür. Bir örnekle anlamaya çalışalım. Konserve şişesinin kapağı bombe yapmışsa zehirlidir. Siz kapağı bombeleşmiş, küflenmiş, bozulmuş o konserveyi yerseniz zehirlenirsiniz. Yeni ambalajlarda uyarı koymuşlar, kapak şişkinliği şu seviyeye gelmişse zehirlidir diye. Kapak çökük olmalı, hafif çukurluk olması gerekiyor. Clostridium bakterileri özellikle de Clostridium perfringens gaz üretir, o da kapağı şişirir. O düzeyde üremenin olduğu bir konserve kullanılmışsa şiddetli zehirleme yapar. Bunu bilmeyen birisi konserveyi açtı, yedi. Bilmiyor diye konserve onu zehirlemeyecek mi? Bilmemesi ölçü değil. Nefret de böyledir; “Ben kaderin öyle olduğunu bilmiyordum” demeniz bir şeyi değiştirmez. Kaderle didişirseniz o sizde hastalığa dönüşür. Çünkü vücud, Sahibi’yle didişene hizmet etmez. Mesela “keşke” ifadesi bir didişmedir. Bir kişi geçmişindeki herhangi bir şeye “keşke” diyorsa kaderle didişiyordur. “Keşke şöyle olsaydı veya olmasaydı” diyerek bir pişmanlığı acıya, şikâyete çevirmişse bu onun bir türlü zihninden çıkmadığı gibi içini yakmaya da başlamıştır. Şimdiden yanmaya başladı, içi yanıyor. “Şu konu açıldı mı hâlâ içim yanar” der durur. “Niye?” dersiniz. “O olaydan beri hayatın tadı kalmadı” diyen kişi neyi çağırır biliyor musunuz? Şeker hastalığını! Hayatın tadı kalmadıysa vücudun da tadı kalmaz. Kaderle didişmek böyle tehlikelidir. Kaderle didişme göstergelerinden birisi sürekli çocukluğuna, önceki yıllarına dönme isteğidir. Şu anı bir türlü sevmez, sürekli “keşke şu yaşta olsaydım, keşke …” der durur. Çocukluğa dönme arzusu beyni iflas ettirir, ilerleyen yaşlardaki beyin hastalıklarının önemli bir sebebi de budur.
ÇEŞİT ÇEŞİT HASTALIK VAR, KAFİRİN VE MÜMİNİN HASTALIĞI FARKLI
Bazıları da Allah’ın emirlerini sindiremez. Bir şekilde dünyayı beğenmez, gidişatı beğenmez, yani Allah’ın dileğini bir türlü içine sindiremez. O duygular da onda hastalığa dönüşür.
Hastalıkların seyir süreci de enteresandır. Kâfir genellikle şifa bulur. Şımarması için! Çünkü o iyileşince şımarır. Duâ bile etmedi, iyileşti. Bunu ima eden veya açıktan ifade eden laflar da eder. Nasıl iyileştin diye sorarlar. Hep kendime güvendim, egomu yükselttim, özgüvenimle yendim, şunu yaptım, bunu ettim… Eğer onu coştururlarsa, üstüne bir de “Şu hastalığı nasıl yendim?” kitabı yazar. Tamamen Allah’a isyan! İşi Allah’a bağlamayan öğütlerle dolu bir belge! Eğer inançlı olduğundan bahsedecekse “müstakilen var ve muhtar” olarak bahseder. Onun için mesele Âmentü Billâhi idrakıyla iman değildir, yazdıklarının konusu da bu imanın gereği değildir. Bu haliyle o da bir yere hazırlanıyor. Rabbimiz diyor ki; biz ona veririz, memnun olur ve şımarır. Öyle şımarır ki onun canını çok şımarık, çok rahat olduğu bir anda alırız. Çünkü kurtuluşunu, şifayı Rabbine bağlamadı.
Bazı mü’minler de hastalanır, hastayken çok duâ ederler, Allah da şifa verir. Ama ertesi gün Allah’ı unuturlar, işi başka şeylere bağlamaya başlarlar. Daha dün yalvarıp duruyordu, türbeler, oralar, buralar, neresi söylense gidecekti. Bir anda hepsi biter, Allah’ı unutur. Bunlar hep âyet meâlleri!
Bir de bir mümin kul vardır, hasta olur, şifa bulur ve hastalıktan sonra teslimiyeti artar, çok daha ileri bir teslimiyet başlar. Ona hastalık güzel gelmiştir elhamdülillah. Bir de bazı mü’minler ve onların hastalığı vardır ki çok özel bir konudur, belki ileride konuşuruz. O hâlin bu tanımlarla ilişkisi yoktur, çok farklıdır. Onlara hastalık verilir ama o içi santim santim muhabbet dolu bir hastalık görüntüsüdür… Açtığımız parantezi kapatıp konumuza dönelim.
İNSAN GEÇİCİDİR, “BEN” DİYEN BÂKİ’DİR
“Yaratılmışların birbirlerine göre “var” olmaları, kesret nuru’nun görüntü sağlama mekanizmasıyla oluşur ki bu durum, günümüz bilimsel bulguları ışığında hologram prensipleriyle açıklanmaktadır. Ef’al âlemindeki bu “var” oluş, renk farklılıklarıyla ayırt edilen, şekilleri farklı suretler olarak görülür. Bu suretlerin hareketlerinden ise zaman kavramı ortaya çıkar. İnsanın “kendinde kendine göre var” olan hali ise, kesret nuru kaynaklı değildir. Bu “var” oluş hologram prensiplerine tabi olmadığı için renk ve şekli de yoktur. Kesret nuru ortamında ama doğrudan Rububiyet nuru kaynaklı olarak bulunur. Dolayısıyla varlığını kesret nuruna bürünerek yansıtır. İnsandaki “Ben” diyebilme yetkisi, yaratılmışların birbirlerine göre “var” hallerine değil, işte bu “kendinde kendine göre var” olan hale aittir. İnsanın “Ben” diyebilmesi ona verilmiş önemli bir imtiyaz ve ayrıcalıktır. Allah’ın kendi “BEN” demesinden “KÜN” emri ile başka “Ben” diyebilen kullarını yaratması sonucu olan, insanın bu “Ben” demesi hiç kaybolmaz ve yok olmaz. İnsan “yok” olabilir, “Ben” denilmesi yok olmaz. İnsan geçicidir, “Ben” diyen Bâki’dir.
İnsanda” kendinde kendine göre var” olan hal, Allah’ın Kendini Hissetmesi’nden payını aldığı için, insan bu “var” halini “Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu” ile algılar, bilir. Algıladığı bu varlığına “Ben” diyerek onu takdim eder ve bu haline “kul zat” özellik kazandırır ki, bu “kul zat” o insanın “nefs”ini teşkil edip nefs-i vahide’den gelir. Tâlip “seyr-i sülûk”ünü, işte bu “kendinde kendine göre var” hali üzerinden yürütür ve her nefs mertebesinde de kendisine “Ben” der. Talibin seyr-i sülûk sürecinde kurtulmaya çalıştığı şey kendisine “Ben” diyor olması değildir. İnsandaki “kul zat”a “Muhtariyeti Tercih Gücü” yetkisi verilmiştir. Bu yetkinin esası “Muhtariyet Gücü”dür. İnsan dünya hayatında Hak ve bâtıl arasında tercih yapabilsin diye yetkiye “tercih” sorumluluğu kazandırılmıştır. Bu “Tercih” sorumluluğu insanda dünya hayatı sürecinde emaneten vardır ve ölümü tatmasıyla birlikte kaybolur. İnsanın yüklendiği bu emanet onun dünya hayatındaki imtihanının sebebi olmuştur. Ahirete intikal ile “Tercih” kaybolunca insan, hesap günü, cennet ve cehennemin meşru alanlarında, meşru işleri için kullanmak üzere “Muhtariyet Gücü” yetkisi ile yola devam eder.
İNSAN DÛNİHİ BİR ALGIYA GİRER,
 BU YOL CEHENNEME ÇIKAR
İnsanın “kendinde kendine göre var” hali, “Ben” diyebilme ayrıcalığı, Muhtariyeti Tercih Gücü, tüm esmaları içeren esma-i külleha özellikli kalbı, dünya hayatı şartlarında sınırsız sayılabilecek kapasiteli beyni ve bütün bunları birleştirebildiği “kul zat”ı sayesinde insan dûniHi bir algıya girer. Bu dûniHi algı insanın esfele sâfiliyn yaşantısının temelini ve gereğini oluşturur. Bu sebepten, insan kendisini bu algı ile yaşarken bulur; böylece esfele sâfiliyn’e reddedilmiş olur. DûniHi algı “Allah’ın dışı varmış zannı” algısı olup insan için çok kuvvetli, güçlü ve esas özelliktedir. İnsan kendini içinde bulduğu bu “dûniHi algı”nın bir zan olduğunu dünya tecrübesiyle fark edemez. Dünya yaşantısında edineceği tecrübeyle bunu fark edebilmesi ve bundan kurtulabilmesi mümkün değildir. Bu durum, Allah’ın bildirmesiyle öğrenilmiş bir konudur, ancak bu yolla fark edilebilir.
“Kul zat”ın ahseni takviym yapısının dûniHi algısı yoktur. Bu sebepten, dûniHi algı ve bu algının zann’larıyla hareket eden esfele sâfiliyn özellikli nefs, artık “nefsin şerri” diye tanımlanır. Kesret âleminin görüntülü olan pozisyonu “vehim” adı altında tanımlanır ve bu “vehim” tanımı dûniHi değildir, temelini ise Esmâ’ül Hüsnâ Kanunları teşkil eder. Esfele sâfiliyn özellikli “nefsin şerri”, bu vehim yaşantısını dûniHi algılar. Bu sebepten, nefsin şerrinin “vehim”den kaynaklanan dûniHi algısına “Vehmin Zulmeti” denir. Böylece; esfele sâfiliyn, nefsin şerri ve vehmin zulmeti faktörlerinin hâkim olduğu bir dûniHi algı ve bu algının zann’larından oluşan bir hayat tarzı insan için doğallaşır. DûniHi algı ve zannlarıyla Allah’a yönelmeyi veya Allah konusunu bu zann’larla değerlendirmeyi Kur’ân MÜTEKEBBİR davranış olarak belirtmiş, bunun karşılığının CEHENNEM olduğunu bildirmiştir.”

“FATİHA İLE FETİH” YAZILARI – 101-

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER