Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR

“FATİHA İLE FETİH” YAZILARI – 28

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 19 Temmuz 2018 Perşembe 13:41:53
 

NEFSİNE ZULMEDENLER VE ÇEŞİTLERİ
Fatır-32’de Rabbimiz buyuruyor ki; “Kullarımızdan istıfa ettiklerimizi (süzüp seçtiklerimizi) Kitab’a varis kıldık. Onlardan kimi nefsine zulmedicidir, onlardan kimi Muktesid/Mutedil’dir, onlardan kimi de Biiznillah hayratlar ile öne geçendir. İşte bu fazlu kebiyr’dir (büyük lütuf’dur).” (Fatır-32)
Bunlar, evrene de varis kılınan üç gruptur: Nefsine zulmedenler, muktesıdler (mutediller, orta yollu olanlar), Mukarrebun (biiznillah hayratta ileri gidip öne geçen, hayratta önde olanlar). Nefsine zulmedenler bizi daha çok ilgilendiriyor, kendimizi o grubun içerisine koyduğumuz için o hal bizi daha çok ilgilendiriyor. Nefsine zulmedenlerin nasıl cennete gideceği tartışılmış. Kimi âlimler “nefsine zulmedenler cennete giremez” demiştir ki gerçekten nefsine zulmeden cennete giremez. Ama ayet diyor ki; nefsine zulmedenlere kitabı varis kıldık ve Efendimiz (SAV), “Fatır Sûresi’nde geçen nefsine zulmedenler de cennete girecekler” diyor. Demek ki buradaki nefsine zulmedenlerin bir farkı var, isim aynı gibi ama vasıfları aynı değil. Nefse zulüm çok geniş bir alana yayılmıştır. Dünyaya her gelen zaten nefsine zulmeden olarak gelir ve “La ilahe illa Ente; SubhaneKE, inni küntü minez zalimiyn” hayatı başlar, bu zaten herkes için böyledir. Cehennemlik olan nefse zulüm halinden kurtulup da cennete girecek nefse zulüm haline ulaşan kişinin farkı vardır. İşte biz, bizim için önemli olan bu hali tarif edeceğiz. Bu ayette ve hadiste tarif edilen nefsine zulmedenlerin vasfı şudur: Onların yönelişleri yani imanları doğrudur, nefse zulmün bu halini yaşayanlar şirk günahı işlemezler. Diğer gruptaki nefse zulümde şirk vardır, o gruptaki nefsine zulmedenler şirk günahı içerisindedir. En önemli fark budur; şirk günahı işlememek ve Allah’a doğru yönelmek! Doğru yöneliş Âmentü Billâhi ve Rasûlihi kapsamında yönelmektir; Allah’ın Ehad oluşunu, dışının olmayışını, müstakilen VAR ve Muhtar olanın Allah oluşunu tasdik ederek iman etmektir. Böyle yöneldiği halde bir kişi hala neden nefse zulüm halinde, onu da söyleyelim: Âmentü Billâhi ve Rasûlihi demesine, doğru yönelmesine rağmen, sâlih ameli tam yerine getiremiyorsa, imanın gereğini tam yerine getiremediği için nefse zulüm halini yaşıyor. Bir de “Âmentü Billâhi” dediği halde onun mânâsını bilmeden yönelenler var, yani ne dediğini çok bilmeden yönelmiş olanlar var, onlar “böyle deniyor” diye Âmentü Billâhi demişlerdir. Bu yönelişin ne mânâya geldiğini bilmezler ama imanın gereği olan amelleri çok güzel yapıyorlardır, gerekli fiilleri çok iyi, çok yerinde yapıyor görürsünüz onları. Diğerlerinin amellerinde noksanlık vardı, bunların da yönelişi noksan. Her iki grup da doğru yolda ama nefsine zulmedenler sınıfındalar, doğru yoldalar ama hatalılar. Yaşarken cennet umuduyla yaşıyorlar. O umutla yaşadıkları için mahşerde hapsedildiklerinde onları bir tasa kaplıyor. Cennete girenleri görünce diyorlar ki: “Hayatımız bu yolda geçti, bu işle meşgul olduk, her şeyimizi bu yola adadık, böyle yaşadık. Ne oldu da bu hale düştük, neyi yanlış yaptık?” İşte böyle bir tasa ile yaşarlarken, hadisten öğreniyoruz ki, bir süre sonra Allah rahmetiyle muamele edip onların noksanlarını gideriyor. Noksanları neyse; yönelişiyse yöneliş noksanını, ameli yetmiyorsa amel noksanlarını rahmetiyle giderince onlar da cennete girerler ve o tasa üstlerinden birden kalkar. İşte o zaman “Elhamdülillah” derler; “Allah’adır hamd! Hamd O’na aittir ki O bizden tasayı kaldırdı. Çünkü O Ğafurun Şekur’dur.” Bu esma ikilisi burada çok mânâlıdır; Ğafurun Şekur: Bağışlayan ve Şekur: Allah’ın yaptığını ve Allah’ın verdiğini Allah’tan bilene Allah daha çok veren Şekur’dur. Onlar bu yüzden; biz de dünyada elimize ne geçmişse ister sevineceğimiz, ister sıkıntılı bir şey, hepsini Allah’tan bildik. Dolayısıyla, Allah Şekur olduğu için her bir şeyi O’ndan bilmemiz nedeniyle bize bunun karşılığı olarak lütuf ve hediye verdi. O Ğafurun Şekur’dur derler. Onların bu halini Efendimiz (SAV); “Fatır-34’deki hamd edenler bunlardır” diye bildiriyor.
“MUKARREBUN” VE FİRAVUN’DAN ÖRNEK
“Mukarrebun” konu başlıklarımızdan değil ama yine de hakkında bir iki cümle söyleyelim, çünkü çok sık karşılaşılan bir kavramdır. Mukarrebun, hayratta Bi-iznillah öncü olanlardır. Bu öncü kişi hem şekavet ehlini hem de saadet ehlini geçip Mukarrebun’dan olmuştur. Bu farklı bir öne geçiştir. Şekavet ehlini ve saadet ehlini geçmek, sevap olarak öne geçmenin dışında dünyada yaşadığımız vehmi vasıflardan da sıyrılarak geçmek demektir. Öncü olan, önde olan bu kul yaşantısı ve fiziksel yapısı vehmin yönetiminde olmayandır. Allah ondan razı olmuş ve vehmin yönetimini, bu kısıtlamayı, ondan Bi-iznillah kaldırmıştır. Böylece o başka bir şekilde öne geçmiş olur.
İbret verici bir örnekle devam edelim.
“Nihayet Allah onu (o mü’min adamı), firavun âlinin yaptıkları mekrin kötülüklerinden korudu. Âl-u firavun’u ise azabın kötüsü çepeçevre kuşattı, (o kötü azap) nar’dır. (Âl-u firavun) sabah akşam ona arz olunuyor haldedirler. O saat kıyam ettiği günde: “Al-u firavun’u azabın en şiddetlisine sokun (denir).” (Mü’min; 45, 46)
Surenin isminin Mü’min olması, firavun ailesinden imanı ve ameli övülen bir kişiyi anlatıyor olduğu içindir. Firavun ailesinden bir de, bir ayete konu olmuş ve rivayetlerden adını Asiye diye bildiğiniz bir hanım vardır. Bu hanım Tahrim Suresi 11. ayette “firavun’un karısı” olarak tanımlanır. Sure bize örnek iki hanımdan bahseder; Hazreti Meryem validemiz ve 11. ayette övülen bu hanım. Mü’min Sûresi’nde övülen kişi firavun ailesinden ama mü’min bir zattır. Firavun’a ve firavun’un yaptıklarına karşı mücadelesiyle, mücadelesinde deklare ettiği imanla sûrede ders verici, çok ibretlik sözlerle övülür. Allah ona iltifat ederken firavun’un akıbetini de anlatır: Onu firavun’un kurduğu tuzaktan kurtardık, firavun’u da azabın en kötüsü kuşattı. Öyle ki, hem kötü öldü, hem de hâlâ sabah akşam azaba/nara arz ediliyor. Ve hesap günü o zor günde şöyle denilecektir: Firavun’u ve al-u firavun’u azabın en şiddetlisine sokun…
YOL BÖYLE: ÖNCE İMAN EDECEĞİZ, SONRA İMAN ETTİĞİMİZ ŞEYE İKAN OLACAĞIZ
Allah muhafaza etsin. Bu bize hesap gününü hatırlattı, bizi hesap gününe yaklaştırdı. O güne yaklaştık, ona yakın zamana geldik. Hesap gününe yakın zaman kıyamettir, kıyamet kopacak! Kur’an’da bize bildirilen Kıyamet öncesine ait bazı işaretler var: “O Saat’in ansızın kendilerine gelmesini mi bekliyorlar? Onun eşratı (şartları, alametleri) hakikaten geldi (zuhur etti). (Fakat O Saat) onlara geldiğinde onların tezekkür edip ibret-öğüt almaları onlar için nasıl olur ki?” (Muhammed-18)
O Saat gelince nasıl ibret alacaklar? Diyelim ki o an ibret aldılar, o saat gelip çatmış, artık o andan sonra ne işe yarar? Bu dünyada yani mühlet sisteminde yol nasıl bakın. Hikmet yurdu, iş yurdu dediğimiz bu mühlet sistemi içerisinde yol, işleyiş şöyledir: Önce iman, sonra ikan! Hatırlarsanız ahirete iman konusunda da gördük. Ayette Efendimiz (SAV)’e; “sana (ancak) ahirete iman edenler iman eder” dedi. İlk aşamanın ahirete iman olduğunu fark etmiştik! Ahirete iman edenler Kur’an’ı kabul ettiklerinde, ikinci aşama olarak onlardan “ahirete ikan” isteniyor. Yol böyle: Önce iman edeceğiz, sonra iman ettiğimiz şeye ikan olacağız. Hatta “ikan”ın da dereceleri vardır. Öyle hal sahipleri vardır ki; onların ikanları bizzat gözüyle görme şeklindedir. Bir şeyi gözüyle görmesi neyse öyledir, o şekildedir. Bunu duyunca ikan size sakın zor ve uzak gelmesin. İkan’ın bize uygun, bizim gibi normal insanın yetenekleri içerisinde olan seviyesi de vardır, elhamdülillah. O seviye, gözüyle görüyormuş gibi inanmaktır, o derecede imandır. Önce bu noktayı yakalamak lazım, çünkü ikana böyle başlanır. Bu noktayı yakaladıktan sonra daha ileri ikana doğru Allah’ın lütfuyla gidilir. Başlangıç budur: İman ettiğimiz şeyi gözümüzle görecek derecede kuvvetlendirmek!
EFENDİMİZ (SAV) AYI BÖLÜYOR YİNE DE
İMAN ETMEYİP ELEŞTİRİYORLAR
İşin normali önce iman sonra ikandır ama insanlar inanmak için önce ikan isterler. Ayetler bu örneklerle doludur. “Bir kitap, bir melek gelseydi. Senin yanında bir hazine olmalı değil miydi? Bu garibanlıkla bu iş olur mu? Sen çok zengin olmalı değil miydin? Nerede yoksul, zavallı, ezilmiş varsa onlar gelip sana tabi oluyor, yanında zengin kimse yok.” İman etmek için istedikleri, ileri sürdükleri şartlar var. Efendimizden mal, mülk, saltanat, melek veya olağanüstü olaylar istiyorlar. Gerçi Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem ayı böldüğü halde inanmamışlar, o da ayrı! Fakat böyle isteklerde bulunan, bunları isteyen bir yapı var. Fark ediyoruz ki ahirete iman bir potansiyel, sonradan verilen birşey değil. En’am-92’de beyan edilen bu potansiyel kimde varsa Rasulullah’a ve Kur’an’a o inanıyor. İşte bizim o imani potansiyeli açıp geliştirip ikana götürmemiz lazım. Bu potansiyelin olmadığı kişi ne yapar? Hemen ikan ister! Kişide iman potansiyeli yoksa başka ne yapsın, çok doğal olarak “ikan” istiyor: Gösterin de inanayım, ispatlayın da kabul edeyim, neden haram olduğunu anlatın ki kabul edeyim, şöyle olsun ki inanayım… İman etmeden ikan isteyen bu yaklaşımlar, bu yöntemler doğru değildir. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bu kişilere çeşitli mucizeler gösterdiği halde inanmamışlar, “sihirbaz, büyücü, gözümüzü boyuyor” demişler. O kadar enteresan ki, Efendimiz (SAV) ayı bölüyor yine de iman etmeyip eleştiriyorlar, “gözümüzü boyadın” deyip dönüp gidiyorlar. Halbuki aynı kişiler bir yandan kervanın gelmesini de bekliyorlar. Kervan geliyor, kervandakilere “siz gördünüz mü, ay bölündü mü?” diye soruyorlar. “Evet, gördük, bölündü!” demelerine rağmen inanmıyorlar, sizin de gözünüz boyanmış deyip çekip gidiyorlar. Peki, çok uzakta ve bu olaydan habersiz olanların gözünü nasıl boyadı, niye boyadı? Bu kadar körler! Bu kadar kör oldukları için gerçekleri göremiyorlar. Şu da ilginçtir: Maalesef, tefsirlerde bile “gerçekten bölünmüş mü bölünmemiş mi” tartışmaları var, Kur’an’da hususi olarak bu olayla ilgili sure olduğu halde…
BAZI BİLİMSEL BULGULARI ALIP, “DEMEK Kİ ALLAH VARMIŞ” DİY ANLATMAYA ÇALIŞMAK ÇOK DOĞRU BİR YÖNTEM DEĞİL
Günümüzde de benzer hataların yapıldığını düşündüğüm için önemle bir not paylaşmak istiyorum. Allah’ı ve varlığını kanıtlar gibi yapılan anlatımlar, bu anlatım tarzını esas alan sunumlar çok doğru olmaz. Diyelim ki İslam’ı ve Allah’ı anlatıyorsunuz, konuyu hep Allah’ın varlığını kanıtlamaya çalışır gibi anlatmak, ona yönelik deliller bulup anlatmak, hatta bazı bilimsel bulguları alıp, getirip “demek ki Allah varmış” deyip anlatmaya çalışmak çok doğru bir yöntem değildir. Dikkat edin, “yanlış” demiyorum! Konuyu anlatma sistemi bu olursa, anlatım ve sunum bunun üzerine bina edilirse çok doğru olmaz. Hele de bilim dediğimiz şeye güvenip anlatırsanız… Bilim bugün doğru dediği bir şeye bir süre sonra; yanılmışız, öyle değil böyleymiş diyor. Yanılabilecekleri bir şeyi, yanılgı olduğu her an ortaya çıkabilecek bi şeyi temel kabul edip, Allah’ın varlığını onun üzerine bina edip İslam anlatırsan, ileride onun yanlış olduğunu öğrenen kişinin hali ne olur! Sonradan çökme ihtimali olan bir şeyin üzerine iman bina edilir mi? Bu yüzden o, doğru bir anlatım tarzı değildir. Ancak inanan kişideki iman potansiyelini, özellikle ahirete iman potansiyelini kıpırdatmak için bu bulgulardan yararlanılabilir. Çünkü bilim dediğimiz bulgular eğer doğruysa nihayet Sünnetullah’tır. Kur’an da bunu yapıyor, bize buna benzer ayetleri gösterip; “görmüyor musunuz?” diyor. Ama bunu yaparken hedef iman potansiyelini kıpırdatmaktır. Değilse, o örnekler üzerine iman bina etmek hedeflenmiyor.
KANIT GİBİ BİR ŞEY GÖRÜNCE İMANININ FERAHLADIĞINI HİSSEDEN “DEMEK Kİ
İMANIMDA BİR ZAYIFLIK VAR” DEMELİ
Şuna da lütfen dikkat edin: Eğer imanımız bir kanıtla rahatlıyorsa o iman kontrol edilmelidir. Kanıt gibi bir şey görünce imanının ferahladığını hisseden hemen şunu düşünmelidir; demek ki imanımda bir zayıflık var, o yüzden bu tür kanıtlara ihtiyaç duyuyorum. Değilse neden bu tür kanıtlara ihtiyaç duyayım? Çünkü kişi bazı kanıtları görünce ferahlayıp coşuyor. Bunu söylerken, o kişinin imanı yoktur demiyoruz; kişi imanının seviyesinden endişe etmelidir diyoruz. Çünkü kanıtla ferahlayan bir iman tersiyle de zayıflar, tersini getiren bir bakışla karşılaşınca altüst olur. Öyle fikirler vardır ki iki tarafı da doğru çıkar. Bir zamanlar münazaralar yapılırdı, gruplar ikisi de doğru olan iki cümleyi tartışırdı. İkisi de doğru olan o iki cümleden birisi o anki tartışmaya göre galip gelirdi, iki doğrudan biri kazanırdı. İnsan mantığının, aklının o an neyi doğru kabul edeceği, o anki sunuma göre değişir. Eğer bir sunum bir şeyi bize daha doğru gösterebiliyorsa, bu yönteme nasıl güvenebiliriz? Bazı kanıtları görünce imanımız coşuyorsa, ondan yararlanıp imanımızı coşturalım ama kendimize şunu da söyleyelim: Demek ki tersi bir şeyle karşılaşırsam imanım düşecek, birisi kafamı biraz karıştırsa imanım alt üst olacak. İmanım öyle bir yerde ki birisi biraz ittirince çıkıyor ama dokunulursa da düşecek. Unutmayın, hiçbir kanıt, hiçbir akıl bulgusu imana yetişemez, iman öyle yüksek bir yerdedir. Bu nedenle, beşeri aklın hiçbir türü imanın seviyesine ulaşamaz ve ona eş bir kanıt sunamaz, bunu böyle bilmek gerekiyor. İman hakkındaki bu nokta önemlidir.
Asıl konumuz olan O Gün ile devam edeceğiz.

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti