Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR

“FATİHA İLE FETİH” YAZILARI – 60

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 30 Ağustos 2018 Perşembe 13:35:31
 

HÜCUM AMACIYLA SORU SORANLARA DİKKAT
“Gerçek şu ki kâfir olanları (kendilerini müstakilen var ve muhtar zannında ısrarlı, inatçı olanları) uyarsan da uyarmasan da birdir, (onlar) îman etmezler.” (Bakara-6)
Uyarsa da uyarmasa da fark etmediği, inanmayanlar îman etmeyeceği halde Kur’ân, “inkârcılar şöyle der” diyerek onlara cevap verir, inkârcılar üzerinden misaller verir. Oysa inkârcılar ayetleri okuyup ders alacak değiller. Zaten onların kendileri değil soruları muhatap alınıyor, sorularına cevap veriliyor. Tesir eder mi? Eden olabilir. Ama âyet diyor ki çoğuna tesir etmez. İnkârcıların sorularına gelince, onların soruları öğrenmek ve anlamak için olmayıp, hücum ve düşmanlık amaçlıdır. Onlar anlamak için soru sormazlar. Rasûl ve Nebîlerden öğrendikleri bilgilerle hücum ederler, soruları hücum amaçlıdır. Buna rağmen ayetlerde inkârcılara neden cevap verilir ki imanlı kul bu soru-cevap ilişkisinden öğrensin. İnkârcının hücum amaçlı sorusuna Kur’ân’ın cevabını okuyan, onu ders yapan mümin öğrenir, seyreder, ibret alır ve kendisine doğru bir amel tarif eder.
ESFELE SAFİLİYN HAL BİZİM
ÎMANIMIZDAN KUVVETLİDİR
Denir ki, aklını yeterli kullanmayan hatalarından ve tecrübelerden ders almaz, defalarca görür, yaşar ama ders almaz. Aklını normal kullanan kişi bir kere görür, ders alır, hata yapmamaya çalışır. Aklını ileri seviyede kullanan ise yaşanmışlardan ders alır ve yanlışı yapmaz, o olayın onun başına gelmesi gerekmez. Bu amaçla, ayetlerde kâfirlerin soruları muhatap alınır. Çünkü bu soru-cevap ilişkisinden îmanlı kişi ders çıkarır, öğrenir, böylece kendine bir amel tarif eder, bir de îmanlı kişi incitilmeden öğrenmiş olur.
O kadar esfele sâfiliyn tesirindeyiz ki, bu o kadar kuvvetlidir ki… Allah muhafaza etsin, esfele safiliyn hal bizim îmanımızdan kuvvetlidir. Aksi halde bu dünya yaşantısı olmazdı. Esfele sâfiliyn kuvvetli olduğu için birisi konuşurken yorulmazsınız ama âyetler okunurken yorulursunuz. Normal olaylar, hikâyeler anlatılınca hemen canlanırız, âyetlerle meşgulken diri durmak zorlaşır. Ayetlerde yorulmamaya kendimizi zorlayalım, “bu Allah’ın sözü, dikkat et, kaçırma” deyip kendimizi uyaralım.
RABBİMİZ DİYOR Kİ, BU GÜCÜME
 RAĞMEN, ALLAH OLMAMA RAĞMEN
SİZDEN NE İSTEDİM?
Şimdi, buraya kadar tanımlayarak getirdiklerimizi bir yere bağlayacağız ve Fatiha Suresi 5. ayetin “İyyâKE na’budu” kısmını tamamlamış olacağız. Önce, Allah’a kulluk etmeyenlere Kur’an’ın bakışı gösteren şu âyetlere bakalım.
Beyyine 5, 6, 7: “Oysaki onlar Haniyfler olarak, Diyn’i O’na halis kılarak Allah’a kulluk yapmalarından, salâtı ikame etmelerinden ve zekâtı vermelerinden başka bir şeyle emr olunmadılar. İşte budur diyn-i kayyim. Muhakkak ki, Ehl-i Kitab’tan ve müşriklerden kâfir olanlar, içinde ebedi kalıcılar olarak nâr-ı cehennemdedirler. İşte onlar yaratılanların en şerlisidir. Îman edip sâlih amel işleyenlere gelince, onlar yaratılanların en hayrlısıdır.”
Öğrendik ki Allah’a kulluk yapmayı tercih edenler Allah katında yarattıklarının hayrlılarıdır. Allah’a kulluk yapmayı tercih etmeyenler ise yarattıklarının şerlileridir. Âyet böyle ayırmış; hayrul beriyyeh, şerrul beriyyeh. Surenin bu ayetlerinde “kulluk yapmak” geçiyor, ayetleri ileride detaylı göreceğiz. Şimdilik oradaki mesajı, Allahuekber’i düşünerek, yani Allah’ın hükmünün ve gücünün ne olduğunu düşünerek, Kün fe yekün’ü düşünerek anlamaya çalışalım. Rabbimiz diyor ki, bu gücüme rağmen, Allah olmama rağmen sizden ne istedim? Sadece doğru inanın, salâtınızı ikame edin, fazlasını da verin: Önce Muhtariyeti Tercih Gücü’ndeki fazlayı verin, sonra da sizi müstakil yaparak oraya bağlayacak malın fazlası neyse onu verin. Verin de sizi müstakil yapmasın. Onlar yüzünden kendinizi bir şey sanmayın, verin. Başka ne istedik ki? İşte Dîn’in esası budur. Bu güce rağmen ne istedik? Meâlen âyet böyle diyor.
DÛNİLLAH ALGI VE ZANNLARI SONUCU MÜSTAKİLEN VAR VE MUHTAR ZANNETTİKLERİ GÜÇLERİN YOKLUĞUNU ANLADILAR
Şimdi paylaşacağımız âyet bütün bu anlattıklarımızı getirip önemli bir yere bağlayacak: “İman edip sâlih amel işleyenlere gelince, (O) onlara ecirlerini tam verecek ve verdiklerini fazlından artıracaktır. Ama İSTİNKAF (sözde tanrılık iddiasında ısrarlı olup vazgeçmeyen) ve İSTİKBAR edenlere (sözde tanrılık iddiası sonucu Hakk’ı iptal eden, halkı tahkir eden, ayrıca da yüceltilmek isteyenlere) gelince, onlara elim bir azab ile azab edilecektir. (Onlar) kendileri için Dûnillah bir Veliy ve Nasıyr bulamazlar (Dûnillah algı ve zannları sonucu müstakilen var ve muhtar zannettikleri güçlerin yok olduğunu anlarlar).” (Nisâ-173)
Ayette anlamaya çalıştığımız konularla ilgili iki tanım var; İstinkâf ve İstikbar. İstinkâf, Sözde Tanrılık İddiası’nda bulunmak ve o iddiadan vazgeçmemektir, yani kendi adına “BEN” demekte ısrar etmektir. İstikbar ise Sözde Tanrılık İddiası’nda bulunan kişinin Allah’ın “BEN” demesini iptal etmesidir, Allah’ın yarattıklarını hor görmesidir, kendi namına kullandığı “BEN”in yüceltilmesini istemesidir. Allah’ın BEN demesini iptal ediyor yani orayla mücadele ediyor, kendi namına kullandığı BEN gözüyle bakarak Allah’ın yarattıklarını hor görüyor. Kendine verdiği BEN’in yüceltilmesini, kutsanmasını istiyor. “Hiç böyle adamlar tanımıyoruz” demeyin. Ayet özetle diyor ki: Eğer birisi istinkâf ve istikbar ediyorsa, Allah adına değil de kendi adına “BEN” diyor ve bu BEN’in de yüceltilmesini istiyorsa ona çok elim bir azab hazırladık. Meâl yapılırken “dûnillah” kelimesinin mânâsı fark edilmezse anlam yeterince oluşmaz. “İş körlüğü” diye bir şey vardır, işin ehli olduğunu söyleyenler bu körlük yüzünden fark edemiyorlar. İnşâAllah fark ederler. Ayetteki “dûnillah” ifadesini fark edemedikleri için meâllerde âyet şöyle bitiyor: Kendileri için Allah’tan başka yardımcı olmadığını görürler. Bunu okuyanın çıkaracağı anlamları yazalım. Bir: Sanki Allah’tan başkası var da yardım etmedi. Böyle anlarlar, çünkü meâl çok insanca. “Bana komşularımdan bir tek sen yardım ettin” der gibi. Mealden, dağ başında tek başına yaşayan, komşusu olmayan bir insan anlaşılmaz, bir sürü komşusundan hiç birinin yardım etmediği birisi de anlaşılmaz. Âyetlerdeki “dûnillah” bu değildir. Dikkat edin, dûnillah anlaşılmazsa Kur’ân ve Kelime-i Tevhid anlaşılamaz ve insan ârif olamaz. İki: Meâller “Allah’tan başka yardımcı bulamadılar” yazdığı için, sanki başka yardımcılar var ama işe yaramaz algısı oluşabilir. Yok! Allah’tan başka Müstakilen VAR ve Muhtar bir güç YOK. Ona ne diyoruz: Lâ havle ve lâ kuvvete illâ Billâh. Dolayısıyla çıkan o sonuç da yanlıştır. “Allah’tan başka yardımcılar bulamadılar” demek, bir bakıma “onlara ancak Allah yardım etti” gibi düşünülebilir. Esas tehlike burada! Ayette önce “onlara elim bir azab hazırladık” derken, sonra “Allah’tan başka yardımcı bulamadılar” deniyor. Bu cümle “başkaları yardım etmedi, Allah yardım etti” gibi bir mânâ da içerir ki doğru olmaz. Bunun doğrusu şudur: Dûnillah algı ve zannları sonucu müstakilen var ve muhtar zannettikleri güçlerin yokluğunu anladılar. Öyle zannediyorlardı. Ama o elim azabı görünce, “tek güç O imiş, illa Allah. Biz, şunun da bunun da gücü, etkisi, yetkisi var sanıyorduk, onlardan da yardım bekliyorduk, hatta onlara tapıyorduk. Demek ki müstakil başka bir güç yokmuş” dediler, bunu anladılar. Meâllerden bakın lütfen.
“BEN” DEME GÜCÜ ANCAK ALLAH’INDIR
“İyyâKE na’budu” anlayışı “istinkâf” ve “istikbar” kavramları yanı sıra bir önemli kelime daha getiriyor: Mütekebbir. Kur’ân’a göre, istinkâf ve istikbar özellik sergileyenler bu duruma mütekebbir olmaları sebebiyle düşmüşlerdir. Peki, mütekebbir kimdir ve nedir? Akşam salâtlarından sonra okuduğumuz “Lev enzelna” âyetlerindeki Allah isimleri arasında Mütekebbir’i sayarız, Mütekebbir Allah’tır deriz. Demek ki yanlış olan, kınanacak olan Mütekebbir olmak değil. Mütekebbir “BEN”in sahibidir, “BEN” deme yetkisidir. “BEN” deme gücü ancak Allah’ındır. Onların Mütekebbir olmasına yol açan, yani onları istinkâf ve istikbara götüren, “Allah adına BEN deyin” denildiği halde kendi adlarına “BEN” demeleridir. Kur’an’da kınanan mütekebbir, kendi adına “BEN” diyendir. Mütekebbir müstakilen VARIM ve Muhtarım diyen “BEN”idir ve “Müstakilen VAR ve Muhtar BEN” ancak Allah’tır. Biz “Müstakilen VAR ve Muhtar BEN” değiliz.
KENDİ ADINA “BEN” DİYEREK
ALLAH’A KULLUK YAPAMAZSINIZ
Kulluk görevimizin doğru olması için “İyyâKE na’budu VE iyyâKE nestaiyn” ayetinde bir duruş gerekiyor. Bu nasıldır? “İyyâKE na’budu” derken “Allahım, ben senin adına BEN derim” çizgisinde olmalıyız. Allah’a kulluk yapmanın en önemli ve birinci şartı budur. Kendi adına “BEN” diyerek Allah’a kulluk yapamazsınız. “Biz yalnız sana kulluk yaparız” dediğiniz halde kendi adına BEN diyorsanız olmaz. Ama insan öyle yapıyor! Olmaz, ikisi uymaz. Fatiha’da “İyyâKE na’budu” derken “Allahım, yalnızca senin adına, senin verdiğin yetkiyle, senin için BEN diyenleriz” mânâsı ile söylemek önemlidir. Bunu böyle demeyen Kur’ân’a göre mütekebbirdir, Allah’ın Mütekebbir vasfını çalıp onunla hareket etmektedir ki o kişi Allah’a kulluk etmeyendir. Kesret diliyle böyledir! Dolayısıyla geldiğimiz önemli kelime budur: Mütekebbir. “İyyâKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn” tefekkürümüz devam ederken bir kelimeye daha geleceğiz ama işi şimdi bu noktada tutalım.
KUL “İYYÂKE NA’BUDU” VE
“İYYAKE NESTA’IYN” DEMELİ. ÇÜNKÜ
KUL İHTİYACI OLAN VE İSTEYENDİR
“İyyaKE na’budu” ayeti kapsamında iki sonuca ulaştık. İlki tevhid diliyle. İçinde dolaylı olarak kesret dili de var ama esas olarak tevhid dili olan Yûnus-33: “İşte böylece, Rabbinin fâsık olanlar hakkında, “Onlar îman etmezler” kelimesi gerçekleşmiştir.” Bu hüküm noktasıdır. Bu noktaya kadar ayetler fâsık, kâfir ve zâlimi kesret diliyle anlattı. O anlatılanlara bakıp tevhid diliyle diyoruz ki, fâsık olanlar hakkında hüküm verilmiştir, onlar îman etmezler, işte o kelime gerçekleşti, o yaşandı, yani Allah’ın hükmü yaşanıyor. Ulaştığımız ikinci sonuç ise şudur: Hakkıyla “İyyâKE na’budu” demeyenler mütekebbirlerdir. “İyyâKE na’budu” manasının anlatımında bu noktaya geldik. Artık “İyyâKE nesta’iyn”e başlıyoruz. Çünkü kul ihtiyacı olan ve isteyendir.
Kul “İyyâKE na’budu” demeli, çünkü kul Ehad değildir. Kul “iyyaKE nesta’ıyn” de demeli, çünkü kul Samed değildir. Ehad ve Samed Allah. Ehad ve Samed kelimeleri dünya ve ahiret hayatımızda o kadar önemli ki onları derinlemesine olabildiğince öğrenmeyi çok önemseyin. Konumuzla ilgili kısımlarına bu pencereden de bakarak Ehad ve Samed kelimelerinin yani Allah’ın Ehad ve Samed vasfının, aslında Ehad ve Samed bilgisinin yaşanabilir olması için anlama gayreti göstereceğiz. Ehad ve Samed kulun yaşayabileceği vasıflar değildir, ancak bilgisi yaşanabilir. Biz de konumuz penceresinden bakarak, Ehad ve Samed kelimelerinin manasını daha fazla anlamayı sağlayacak bir farklı boyutunu tefekkür etmeye çalışacağız. Kul Ehad değildir, bu yüzden “İyyâKE na’budu” demelidir. Konu biraz ilerledikten sonra bu cümleyi değiştirip diyeceğiz ki; kul “İyyâKE na’budu” demek zorundadır. Kul “İyyâKE na’budu” demek zorundadır. Bu çok önemli, çünkü “iyyake na’budu” bir tercih değildir. Kul “İyyaKE nesta’iyn” demek zorundadır. “Zorunda” ifadesini ilerleyen yazılarımızda daha rahat yakalayacağız. Bu yüzden, şimdilik daha yumuşak bir cümle kuruyoruz: Kul “iyyâKE na’budu” demelidir. Neden? Çünkü Ehad değildir. Kul “İyyaKE nesta’ıyn” demelidir, çünkü Samed değildir. Kul ihtiyacı olan ve isteyendir. Onun önemli bir özelliği de budur.

 

“FATİHA İLE FETİH” YAZILARI – 60-

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti