Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR
e-posta: YAZARIN TÜM YAZILARI

İNSAN GÖZÜYLE BAKMAK FARKLI, ALLAH İÇİN BAKMAK FARKLI

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 13 Şubat 2018 Salı 13:58:09
 

– 104 –
Bazen kişi kendini “B” idrakıyla “B” hayatını yaşıyor zannedebilir. Aslında insanın kendini “B” sanmasının bir sakıncası olmaz, yeter ki “A” sanmasın. Dünyaya gelen kişi kendini “B” değil “A” sanıyor. Bu yüzden kendimizi içinde bulduğumuz o “A” sanış ile yaşamak sakıncalı. “B” sanmanın bir sakıncası yok, keşke “B” sansak, çünkü zaten öyleyiz. Kendinizi “B” sandınız diye size kimse kızmıyor ve şu an bizim hedefimiz o! Yeter ki kendimizi “A” sanmaktan kurtulabilelim. Kişi kendini “A” sanmaktan korkmalıdır. Birisi asker ve kendini asker sanıyor. Onun kendini asker sanmasının hiçbir sakıncası yok. Kendini sivil sanmasının sakıncası var. O zaten asker. Tabi ki şu farklı bir şey: Kişinin bazı işleri aslında “A” olarak yaptığı halde “B” olarak yapıyorum” zannetmesi farklıdır; bu diğerinden farklı şeydir. Yani kişinin kendini “B” sanması başka şeydir, yaptığı işi “B”ye yaptırıyorum sanması başka şeydir. Eğer kişi “A”dan kurtulma mücadelesi içerisindeyse işlerini mümkün olduğunca “B”ye yaptırıyor demektir, “B” anlamıyla yapıyor demektir, çünkü bunun telaşında. Elbette bu süreçler bıçakla kesilmiş gibi birden olmaz. “A” burada “B” orada değil ki! Çünkü “A” hiç yok, o bir iddia, iddiaya dayanan bir davranış biçimi! O zaten hiç yok, zaten yapan eden “B”. Ama bunu eğer ilk keşfini yapmışsan fark edersin. İlk keşif; “Ve la havle ve la kuvvete illa Billâh” anlayışını fark etmiş ve ona göre yaşıyor olmaktır.
KRİTER BUDUR: İŞİTEN ALLAH,
GÖREN ALLAH, SÖYLEYEN ALLAH

Keşif konusunda şuna dikkat edelim, çünkü şu hal keşif sanılır ama değildir! “Bende gören Allah, bende işiten Allah, bende söyleyen Allah” şeklindeki yaklaşım keşif değildir! “Bende gören Allah’tır” dediğinizde siz birimselliğinizi ilan etmiş oluyorsunuz: Bende gören Allah! Bu “BEN” anlayışını genellikle keşif sanarlar. Değildir, bu keşfin gölgesidir! İlk keşfi yapan idrakın cümlesi şöyledir: İşiten Allah, gören Allah, söyleyen Allah… Eğer “ben işleri “A”ya mı yoksa “B”ye mi yaptırıyorum” diye merak ederseniz, kriter budur: İşiten Allah, gören Allah, söyleyen Allah. Bu keşfi yapmışsanız, bu keşifte sabitseniz o zaman yaptıklarınız “B”nindir, “B” kapsamındadır, “B” mealiyle oluyordur, korkmayın, “A” yapıyor sanıp korkmayın. Çünkü gören Allah, işiten Allah, söyleyen Allah’ı bilmek, tanrı ilan etmemek demektir, kendinde tanrılık ilan etmemek demektir. Oysa “bende gören Allah’tır” ifadesi hala müstakil bir birimsellik yani tanrılık içerir. “B” halini yaşayan öyle diyemez mi? Diyemez tabi, diyemez! “Bende gören Allah’tır” cümlesini “B”ye yaklaşan söyler, henüz daha fark etmemiştir, o der. “B” manasına, “B” hayatına girmiş olan onu diyemez, bu yüzden o cümle keşif sayılmaz. Keşif kapısından girerken ilk keşif budur; gören Allah, söyleyen Allah, işiten Allah! Tabi bunu söylemek kolay, önemli olan sonrası; sonra hayat niye böyle devam etmiyor? Ne yapıyoruz da bu hal bozuluyor? Bu tespiti yapıp keşif kapısından girdik diyoruz da, bu sonra neden bozulur gibi oluyor? Çünkü söylediğiniz henüz ilmel yakîn bile değil; duyduğunuz bir bilgi. Bozulmaması için önce ilmel yakin halin yaşanıyor olması lazım; nihayet hakkel yakînin yaşanıyor olması gerekiyor. Başlangıç çok doğal olarak böyledir, duymal yakîndir; yola girerkenki bilinç budur. Ama bu yolda ilerlerken ilk bilincin adı ilmel yakîndir, onun amel olarak ismi ise fiillerin tecellisidir. Bu safhada kişi hayatına dikkat ederse fiillerin tecellisinin başladığını görür.
“B”DEKİ İDRAK İLERLEYİŞ SÜREÇLERİ
FİİLLERİN TECELLİSİ, İSİMLERİN TECELLİSİ,
SIFATLARIN TECELLİSİ ŞEKLİNDEDİR

Bazı kaynaklar, fillerin tecellisi sürecinde yaşanan on farklı bilinçten bahsederler, onun kendi içinde on ana kolonu tanımlanmıştır. Kişi onları fark ettikçe halini onarır ve ilerler. Demek ki önce fiillerin tecellisi başlayacak, o zamanla pekişecek ve hayat tarzı haline gelecek, sonra isimlerin tecellisi gelecek, o da pekişecek ve sizin yaşayışınız haline gelecek, sonra sıfatların tecellisi…  “B”deki idrak ilerleyiş süreçleri fiillerin tecellisi, isimlerin tecellisi, sıfatların tecellisi şeklindedir. Aynı süreçler; ilmel yakîn, aynel yakîn, hakkal yakîn olarak da isimlendirilir. Onları uygulayabileceğiniz idraklar olarak ise şöyle isimlendirebiliriz: Rabbinden Bilmek, Rabbi Bilmek, Bilen olmaz. Bu sürece nefs-i mülhimeyi de dâhil edip başlarsak iş Rabbini Bilmek’ten başlar: Rabbini Bilmek, Rabbinden Bilmek, Rabbi Bilmek ve Bilen olmaz. İhlâs Hayat Döngüsü dışında ama ona paralel cadde, bu “Rabbini Bilme” idrakının yeridir. Bu idraka niye Rabbini Bilme diyoruz? Rabbinin yeriyle meşgul olduğu için. “O her yerde, bende, özümde, hakikatimde” diyor. Henüz O’nu bir yere yerleştiremedi, O’nu bir türlü bir yere yerleştiremedi. Bir yere yerleştirmiş, oturtmuş ve o idraktan mutmain olmuş da olabilir! Mesela “içimde” diyor ve bu noktadan da mutmainse olabilir ama orada kalır, “Rabbini Bilmek” onun son durağı olur! O noktada durmaz da devam ederse “Rabbinden Bilmek” gelir, fiilleri Rabbinden Bilme başlar. Mesela oruç tutmayan birini gördü, onu Rabbinden bilir. “Rabbimden bilirsem, onunla uğraşmam, didişmem, işimle meşgul olurum” der. Onun o halinde Allah’ın emrini görüp “oruç tutmama” rolü olarak bile düşünebilir. İşte bu Rabbinden Bilmek’tir! Bunu iyice rutinleştirdiniz, her şeyi Rabbinizden bilmek sizde hayat tarzı oldu, ama ilerlemek de istiyorsunuz, o zaman size yeni bir hedef çıkar; “Rabbin Bilmek” başlar. Daha önce fillerle meşguldünüz, artık fiilden geçtiniz, şimdi Rabbiniz Bilmek’tesiniz; Rabbiniz biliyorsunuz. Bu sizin için yeni bir idraktır. “Rabbiniz Bilmek” sizde bilinç haline geldiği zaman ne olur? Örneğin daha önce diyordun ki; mübarek Cuma gününün sahibi Allahım. Bu Rabbinden Bilmek’tir. Sonra düşündünüz ki, Cuma günü ne, o kim? Tamam, onun sahibi Allah” da “Cuma günü ne, o kim? Ve kendiliğinden “Allah, illa Allah…” yaşanır. “Her şey Allah’ın ilmindedir” idrakıyla “Allah, illa Allah” diyorsunuz, bu idrakla şimdi siz “Rabbiniz” bildiniz, bu idrakla “Rabbiniz bilmek” oluştu. İdrakınızda “Rabbiniz bilmek” yerleşirse ki bu isimlerin tecellisidir, bu rutinleşirse sonra BİLEN OLMAZ, bilen kalkar, yani Kul kalkar. Kul kalkar, kul kalkınca Rabb kalkar. Kul’a “nokta” dersek; nokta kalkar. Nokta kalkınca Rabb da kalkar.
ESMALARI “HU” DİYEREK BİRLEMEK
Bu yolda, popülasyonun nefs-i mülhimede yoğunlaştığını görürsünüz. Sonra fiillerin tecellisinde, sonra isimlerin tecellisinde, sonra sıfatların tecellisindedir. Hatta buradakilerin sayısı tanelere iniyor! Dolayısıyla, bu konular ele alınırken taneleri muhatap alan davranış biçimi mi yazılır, örnek verilir, yoksa geniş popülasyonları ilgilendirecek kısım mı? Bu popülasyon nedeniyle, tasavvufi bilgileri ancak özel zatların kitaplarında, fikirlerinde bulabiliyoruz. Böyle bakınca, aslında bazı konuştuklarımız o kadar özel ve ileri hayat tarzları ki onları ancak çok, çok gayretle aradığınızda ipuçlarını bulabilirsiniz. Normalde insanlara bir tavsiyede bulunacağınız zaman hakkal yakîn hayat tarzını tavsiye edemezsiniz, onu örnek veremezsiniz. Doğru olmaz. Bu yüzden ilerlemek için, “B” noktasına, keşif kapısına gelmiş kişinin ilk fark etmesi gereken şey fiillerdir, fiilleri Rabbinden bilmesi gerekir. İlk aşılması gereken fiillerdir, önce “fiilleri Rabbinden bilme”yi halletmek gerekiyor.
HU ismini sizlerle hafif de olsa paylaşmıştık. Şimdi onu daha anlamak üzere bir örnek verelim. Biz Esma’ül Hüsna’ları görmeden, onları fark etmeden yaşıyoruz. Birbirimize normal isimlerle “Hakan Bey, Hüseyin Bey” diye hitap ederek yaşıyoruz değil mi? Böyle hitap ederken, o birimleri müstakil gördüğümüz bir kesret âlemi var, değil mi? Bu kesret âlemi görüntüsünden sıyrılsak ve Esma’ül Hüsna’ları görmeye başlasak, o zaman ne deriz? “Ha, şimdi doğruyu bulduk, kesret âleminden sıyrıldık” deriz. Bu bizde normal hayat haline gelir ve buradan ilerlemek istersek, bu sefer buraya ait sorunları fark etmeye başlarız. Mesela, nasıl şimdi “Hakan Bey, Hüseyin Bey” demek bize kesret geliyor ve bundan kurtulmak istiyoruz, o zaman da “Hayy, Mürid, Semi, Basir” demek bize kesret gözükür. Kişi şimdi “Hakan Bey, Hüseyin Bey, Ahmed Bey…” derken duyduğu rahatsızlığı, aynen “Hayy, Semi, Basir” derken yaşamaya ve Allah’tan utanmaya başlar. O’na çoklukla sesleniyor olmaktan mahcup olur, bir arayışa girer ve HU ismine sığınır. HU ismine sığınır; ne yana dönse “HU, HU, HU” demeye, bütün esmaların yerine “HU” kullanmaya çalışır. HU diyerek esmaları birleme gayretine girer, esmaları HU diyerek birler. Bu, mahcubiyetle oluşturduğu bir davranış biçimi olduğu için, kolay anlaşılsın diye ona Mahcubiyetten Gelen Vahidiyet diyebiliriz. Ama kişi mahcubiyetle oluşturduğu bu Vahidiyet’i idrakla da yakalarsa o zaman o Vahid ismini fark eder! “Hayy, Semi, Basir…” diye isimleri ayrı görüyor ve sesleniyor olmaktan mahcup olduğu için “HU” diyordu, aslında ona göre o isimler vardı, o onları ayrı ayrı görmek istemediği için onlara “HU” diyordu; bu mahcubiyetten görmemekti. Bir de idrak olarak onların yokluğunu yaşamak var. Esmaların yokluğu yaşanabilir, bir kişi “esmaların yokluğunu yaşadım” diyebilir. Esmalar Vahidiyet’in altında bir mertebe olduğu için orada bir tesbit eden olabilir, tesbit eden Vahidiyet’ten sonra kalmaz. Kalırsa hala bir birim var demektir.
İNSAN GÖZÜYLE BAKMAK FARKLI,
 ALLAH İÇİN BAKMAK FARKLI

Hazreti Osman’ın utanması bazen bununla ilişkilendirilir, ama biz Hz Osman radıyallahu anh’ın baktığı yerde ne gördüğünü bilmiyoruz. Belki de melekleri görüyor! Onun bir banyo yapışı anlatılır, iki büklüm, üç büklüm, beş büklüm… Bir sürü kişi karşımda otururken ben yanlarında banyo yapsam nasıl banyo yaparım? On büklüm! Niye? Onları fark ediyorum. İşte bizim “boş banyo” sandığımız yerde, Hazreti Osman radıyallahu anh ne görüyor ki on büklüm oluyor? Biz baktığımız zaman “boş” diyoruz ama o ne görüyor? Bir şey görüyor ki çekiniyor! Ama Allah’tan utanmak daha başkadır. Mesela, insanlar elbiselerini genellikle Allah’tan utandıkları için giymezler, insanlardan utandıkları için giyerler! Allah için ne fark eder ki! “Ötede beride bir Allah var ve ben üstümü örteyim” bakışı ne mana ifade eder! Bakın Efendimiz (SAV) bir zatın defnine katılıyor. Tahtalar örtülürken tahtanın biri hafif eğik veya bozuk kalıyor, ama toprak atmaya başlıyorlar. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem; “o tahtayı düzeltin” diye uyarıyor. “Ya Rasulallah, altta kalacak, üzerini örteceğiz” diyorlar. “Altta kalsa bile düzeltin, örtülüyor olsa bile düzeltin” buyuruyor. Neden? Çünkü “altta kalacak” diyen işe insan gözüyle bakıyor. Allah için baktığınızda, örtülü örtüsüz, ölü diri, toprağın altı üstü yok ki! Eğer sen tahtaları Allah için düzeltecekseniz “Allahım, nasıl olsa üstünü örtüyoruz” diyemezsiniz ki. Allah indinde “çıplak veya değil, görünen veya görünmeyen” yoktur. Öyle olsa çıplak yaratılmazdık. O yönüyle örtü işi insanlar için yapılıyor…

HİSSETMEK VE MUHTARİYET-104-

YAZARLAR

TÜMÜ

SON HABERLER