Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
İrfan Ünver NASRATTINOĞLU

MISIR – 1987 -5-

MANİEL PALAS
Mehmet Ali Paşa’dan Faruk’a kadar tüm Mısır krallarının ikamet ettikleri sarayın adı Maniel Palas’tı. Ancak bu saraya, Türk Sanatları Müzesi denilseydi, daha doğru bir tanımlama olurdu. Zira saray her şeyiyle, her yeriyle Türk’tü… Orada bulunan tüm tarihi eserlerin üzerinde ay-yıldız nakşedilmişti. Perdelerin üzerinde Türkiye Cumhuriyeti Bayrağı işlenmişti. Yani kırmızı zemin üzerinde Beyaz ay ve yıldız…
Duvarlarda kralların portreleri vardı. Başka M.Ali Paşa, en sonra ise, Nasır darbesiyle devrilen Faruk yer alıyorlardı. Aynı yerde Osmanlı padişahlarının portreleri de vardı. Altın, gümüş, bakır ve çok değişik Türk el sanatları ürünleri; Gördes, Konya, Kula, Kırşehir vb. halıları müzenin değerini alabildiğine arttırıyordu… Çini fayanslarla kaplı duvarlar… üzerlerinde Türk motifleri, Kur’an’ı Kerim’den ayetlerin bulunduğu işlemeler, dekoratif sanatların en güzel örneklerini sergiliyordu…
Bitmedi! Bir de özel müze var ki; buraya rahatlıkla “Türk Etnografya Müzesi” denilebilir. Hülasa Maniel Palas Müzesi, bizim açımızdan çok önemliydi. Mutlaka incelenmesi, kataloğunun yapılması gerekirdi. Etnologlarımız, folklorcularımız, sanat tarihçilerimiz, plastik sanat uzmanlarımız bu müzede mutlaka bir çalışma yapmalıdırlar.
Müzeyi gezdikten sonra, Kahire’de görüştüğüm Osmanlı Mehveş Hanım 80’li yaşların gurur ve mutluluğuyla söylediği şu sözü hatırlamıştım: “Kahire’de zenginlik ve asalet hep Türkler’deydi…” Buradaki özel müze, işte o zengin ve asil Türkler’in eşyalarından oluşuyordu.
Krallığı devirerek Mısır’da askeri bir yönetim kuran Cemal Abdülnasır’ı Türk düşmanı yapan neden Mehveş Hanımın gerçekçi düşüncesi miydi?… Oysa Türk Mısır’dan almamış, aksine vermişti. Oysa İngiliz ve Fransız hiçbir şey vermeden hep sömürmüştü…
FOLKLOR MERKEZİ
Nesrin’’le birlikte Kahire’deki Folklor Merkezi’ni de ziyaret etmiştik. Burada bizi karşılayan Daire Başkanı Abdülhamid Havas, Prof. Dr. Ekmelettin İhsanoğlu ile arkadaş olduklarını söylemişti. Folklor Enstitüsünde ders verdiğini söyleyen Havas, merkezin, folklorla ilgili tüm konularda araştırma, derleme ve yayın yapıyorlardı.
Kültür Bakanlığına bağlı olarak faaliyette bulunan Folklor Merkezi, yüksek lisans ve doktora çalışması yapanlara, malzeme yardımı yapıyordu. Havas’ın doktorası halk edebiyatı üzerineydi ve o günlerde Hazreti Ali hikâyeleri üzerine çalışıyordu. Onun verdiği bilgiye göre, yayımladıkları Siret El-Emira Zet –El-Himme adlı 4 ciltlik eser Seyyit Battal Gazi ile ilgiliydi. Ayrıca, “Goha” dedikleri Nasreddin Hoca hakkında da yayınlar yapmışlardı.
Havas’ın bir üzüntüsü de Türkiye’deki folklor kuruluşları ve kişilerle temaslarının olmamasıydı. Ben kendisini Eskişehir’de düzenlenen Seyyit Battal Gazi ve Nasreddin Hoca toplantılarına davet etmiştim, ama gelememişti. Keza o da beni, “Folklor çalışmaları nasıl olmalı? Ana başlıklı sempozyum için Kahire’ye çağırmıştı ve ben de gidememiştim…
Mısırlı folklorcular 1965 yılında bir cemiyet kurmuşlardı ama, maddi imkansızlıklar nedeniyle bir şey yapamamışlardı.
BİR OSMANLI-TÜRK EVİ
Nesrin Hanım bir gün beni kendi evlerine götürmüştü. Burada annesi Fatma Zülfikar Hanım ve babası Fahrettin Şerbini ile tanışmış; onların yaşam öykülerini dinlemiş ve güzel birkaç saat geçirmiştim. Fahrettin Beyin annesi Türk, babası Arap’tı. Fatma Hanım daha önce tanışıp sohbet ettiğim Mehveş Hanımın görümcesi ve Vali Tahir Paşanın torunuydu. Erkek ve kız kardeşleri gibi o da Kahire’de dünyaya gelmişti. Dedesinden babasına çok mal kaldığı için, güzel bir yaşam sürdürmüşlerdi.
Fatma Hanım 1952 yılında Mısır ordusunda görevli olan Bnb.Fahrettin Beyle evlenmiş ve bu evlilikten Nesrin, Ahmet ve Velit adlı üç evlat dünyaya gelmişti. Ahmet özel sektörde satış müdürü, Velit ise askeri polis olarak çalışıyorlardı. Hacca gitmiş, 12 kez de umre yapmıştı. Ancak doğduğu günden itibaren Türkiye’yi yaşamakta olmasına rağmen, Türkiye’ye hiç gitmemişti. Bu arzusunun gerçekleşmesi onu çok mutlu edecekti.
Fatma Hanımın annesi Hediye Hanım, Hasan Sabit Zülfikar’la evliydi. Hasan Beyin babası mühendisti ve çok zengin bir adamdı. Fatma Hanım, kardeşleri Şadiye ve Seyfullah’tan sonra doğmuştu. Hediye Hanım yaşamının önemli bir bölümünü İzmir’de geçirmişti. İzmir’i çok seviyordu ve bu güzel kentimize benzediği için, Mısır’daki malikânesi İskenderiye’de idi. Zira İskenderi’yenin kordonboyu, yağmuru, simitle kaşar peyniri ona İzmir’i hatırlatıyordu. İskenderiye sahillerine vuran Akdeniz dalgaları ona İzmir’den selam getiriyor; onun selamlarını İzmir’e götürüyordu!… Yağmurlu havalarda elinde şemsiyesi ile sahilde yürümek en büyük zevkiydi ve bu tutku, Kahire’de de sürdürülmüştü. Zaman zaman İstanbul’a da giden Hediye Hanım, 1968 yılında vefat eden bu Osmanlı Hanımefendisi yaşadığı her gün anayurdunu, Türkiye’yi hatırlamış ve anmıştı…
Fatma Hanımın kocası Fahrettin, askerlik süreci içerisinde generalliğe yükselmişti ve eşi ona artık, Fahri paşa diyordu. Fahri paşa eşine “sakın çocuklara Türkçe öğretme!” derdi ama, Nesrin anasının dizinin dibinde Türk dilini, yani ana dilini öğrenmişti ve işte bana tercümanlık ediyordu… Fatma Hanım bana bunları anlatırken, Nasır’ın subayı olan Fahri paşa utancından başını öne eğmişti!… Fahri paşa silah ikmal subayıydı. Aswan barajının inşaatın bitirilmesinde, emrinde birlikte önemli rol oynamıştı. O vakit inşaatı yapan Ruslar işi sürekli savsaklatmışlar ama, paşanın müdahalesi ve baskısıyla tamamlanabilmişti. Arap-İsrail 6 gün savaşından sonra görevden alınıp, emekliye sevkedilen 14 generalden biriydi ve henüz 45 yaşındaydı.
Benim ziyaretim sırasında, akrabadan Muhammed El Huli Bey ve Nazik Hanım da Fatma Hanımlarda idi. Nazik Hanım, adı gibi nazik, zarif, uzun boylu, alımlı, gösterişli bir Çerkez kadındı. Ataları Kafkasya’dan Anadolu’ya, oradan Suriye’ye ve Mısır’a gelmişlerdi. Muhammed Bey uçak mühendisiydi ve sivil havacılık idaresinde üst düzey yöneticiydi. Sempatik insanlardı; bir Türk’ün geleceğini öğrenince koşup gelmişlerdi. Muhammed Bey, biraz Türkçe de biliyordu. Nazik Hanım da KLM havayollarının Kahire bürosunda çalışıyordu.
Sohbet esnasında konu Türkiye ve Mısır’ın komşularındaki siyasi duruma gelince; Fahri paşa ile Muhammed Bey Muammer Kaddafi ve Hafız Esad’ı suçlamışlar, Humeyni’nin de deli olduğunu söylemişlerdi! Fahri paşaya göre Farslar ezelden beri Araplara düşmandılar. İran-Irak savaşında ABD ve Rusya İran’ı destekliyorlardı. Reagan isteseydi savaşı hemen durdurur, İran’ı mahvederdi!. Arap dostlarımız, İsrail’e çok kızıyorlar, ABD’nin İsrail’in arkasında olmasını da hazmedemiyorlardı. Oysa Mısır Dışişleri Bakanlığı Basın bürosunda görevli İhap El Hariri, Mısır’ın İsrail politikasından memnun olduğunu söylemişti.
Muhammed Bey ve İhap Hariri, Türk ordusunun çok güçlü olduğunu söylediklerinde elbette gururlanmıştım.
Sohbette Arap erkeklerin, Türk kızlarla evlenmek istemelerinin nedeninin, Türk kızlarının mükemmel ev kadını olması da dile getirilmişti. Bu düşünce Osmanlıdan bu yana devam ediyordu. Ama bir gerçek de vardı ki, Türk kızları, Arap kızlarından güzeldi. Arap kadını kendisine pek bakmıyordu; çoğunlukla savruk, yavan, çok şişmandılar. Mısır’da bulunduğum günlerde, kadınların çoğunun hamile oluşları da dikkatimi çekmişti.
Ömer Makram Camiî
Nesrin’lerin evinden ayrıldıktan sonra bir süre yürümüştüm. Ömer Makram Camiînin yanındaki büyük çadır dikkatimi çekmiş, yaklaşıp bakmıştım. Öğrendiğime göre içeride mevlit okunuyordu. Çadırın girişinde mevlit sahibi duruyor ve gelenlerin elini sıkıp, yer gösteriyordu. Anlayamadığım şey ise, aynı anda üç mevlidin birden düzenlenmesi ve hafızların seslerinin birbirlerine karışmasıydı. Ama Mısırlı Müslümanlar bundan hoşlanıyorlardı. Zira şehrin içerisinde fırdönen minibüs dolmuşların teyplerinde de Kur’an kasetleri çalınıyor ve sesler sonuna kadar açılıyordu…
DÖNER KULE
Basın merkezinden İhap El Hariri ile birlikte Kahire’nin merkezinde ve şehre egemin bir konumda bulunan döner kuleye çıkmıştık. Ne yazık ki hava sisliydi ve sınırlı bir görüş mesafesi vardı. 180 metre yükseklikte olan kuleden, Mehmet Ali Paşa Camiî muhteşem görünüyordu. Kuledeki restoranda İhap’la bir süre oturup sohbet ederken, akşam oluyordu ve Kahire’nin her tarafındaki lambalar yanmaya başlamıştı ki; o sırada Kahire gerçekten görülesi bir duruma gelmişti. Kulenin hemen yanında spor tesisleri ve futbol sahası vardı ve ışıklandırılan sahada bir gece maçı oynanıyordu…
Türkiye’ye de sempati ile bakan İhap, sempatik, becerikli ve iş bitiren bir gençti ve rehberlik konusunda da ustalaşmıştı. Kuleden inip, İhap’ın arabasına yönelirken, bir askeri polisin elini açıp bahşiş istemesini çok, ama çok yadırgamıştım. Hadi sade vatandaş neyse ama, üzerinde üniforma bulunan bir kişinin adeta dilencilik yapması, önce Mısır’a hakaretti!…
Dünden Bugüne Not
Mısır seyahatim devam ediyordu. 16 Kasım 1987 sabahına kadar birkaç kez uyanmıştım. Çok meşrubat içmemden de kaynaklanıyordu ama, sabaha değin süren motor gürültüleri de önemli bir nedendi. Yataktan kalktığımda saat 07.30’du. Nil üzerindeki sis daha da yoğunlaşmıştı. “Galiba bugün hava çok sıcak olacak?” diye düşünmüştüm. Üstelik sis zeminden yukarıya doğru yayılmıştı. Her sabah gördüğüm güneşli, pırıl pırıl hava yoktu. Ama gerçek o ki, Ankara’da artık sobalar yakılmış ve kışlık giysiler giyilmişti. Bir anlamda Kahire, Ankara’nın yazını yaşıyordu. Yaradan’ın takdiriydi, bu…
Sahilden askerlerin sesi geliyordu. Koşarken 1,2,3,4…sesleri…
Ne çok motorlu araç vardı, Mısır’da… Esasen Mısır’da bir grup insan çok iyi yaşıyor, çok kazanıyordu. Bur grup ise, az kazançla kıt kanaat geçinmeye çalışıyordu.
Tanıdığım insanların çoğu, Türk düşmanı Nasır’ı sevmiyorlardı; çünki o maceracıydı. 6 gün savaşında Mısır ordusu hezimete uğramış, İsrail Sina yarımadasını işgal etmişti ama, Nasır istifa etmeyi aklından bile geçirmemişti. Tıpkı hiçbir şey elde etmediği İran savaş başlatan Saddam gibi!… Enver Sedat ise akılcı bir politika ile ve de ülkesinin selametini düşünerek Camp David anlaşmasını imzalamış; böylelikle ABD’nden de yılda 1 milyar dolardan fazla yardım almıştı. Üstelik savaşmadan, Sina’yı da geriye alarak… Tabii Sedat’ın bu başarıları, Arap aleminde tepkiyle karşılanmış; bu ülkeler Mısır’la diplomatik ilişkilerini dondurmuşlardı.
DR.NEBİLE ERİYAN
O gün Sanatlar Akademisi’ne gidecek, temaslarda bulunup bilgiler alacaktık. Müzik Enstitüsü ve Konservatuvar Müdürü Dr. Nebile Eriyan bizi bekliyordu. Nebile Hanım süet elbisesi ve parmaklarını kaplayan yüzükleriyle şık bir görünüm içindeydi. Bir yandan bizimle konuşuyor, öte yandan görevli memurların önüne koyduğu evrakları imzalıyordu. Tam bir Coptik (kıpti) milliyetçisiydi. Bana sürekli olarak Hristiyan Coptiklerden söz ediyor, ilginç şeyler söylüyordu. Ona göre Mısır’ın gerçek sahipleri Coptiklerdi. İslamiyette ve islami geleneklerde coptiklerin etkisi vardı!…
MAHMUT RIZA
Sanatlar Akademisinde görüştüğüm bir başka kişi de Mahmut Rıza idi. 1930 yılında Kahire’de dünyaya gelen Mahmut’un anası Giritli Türk, babası Çerkez’di. Ekonomi tahsili yapmış ama, dans ve sporla meşguldü. 1952 Helsinki olimpiyatlarında Msır’ın jimnastik ekibinde yer almıştı. 1961 yılından itibaren özellikle halk danslarıyla ilgili çalışmalar yapıyordu, Otantik halk oyunlarını derliyor, müzikleri notaya alıyorlardı. Türkiye’de Efes festivaline katılmışlardı İsmailiye kentinde her yıl dans ve müzik festivali düzenliyorlardı.
Ramses Çarşısı
Sanat Akademisinden ayrıldıktan sonra Ramses çarşısına girip dolaşmıştık. Burada modern mağazalar, mağazalarda lüks mallar, turistik eşyalar vardı. Ben de ufak tefek bir şey satın almıştım. Sonra bir cafeye girerek, Mısır’a özgü ve Kahire’de çok satılan “ful temaya” adlı şeyi yemiştik. Bu yuvarlak bir ekmeğin ortasının yarılarak arasına köfte gibi bir şeylerin ve turşu konulmasıyla yenilen, lezzetli bir yiyecekti.
İSLAM ESERLERİ MÜZESİ
Kahire’de gezip gördüğüm müzelerden birisi de İslam Eserleri Müzesiydi. O sabah önce Enformasyon Genel müdürü Dr.Mamdouh El Beltagi (Biltegi) ile makamında görüşmüştüm. Biltegi yerini dolduran, seviyeli adam gibi bir adamdı. Daha önceki bürokratlardan farklı bir kişiliği vardı, Nesrin bu zatın bakan olacağını söylediğinde, “yakışır” demiştim.
İslam Eserleri Müzesi’ne bizimle beraber, Basın Merkezinden Abdül Hasan Ahmed de gelmişti. Müzedeki eserlerin çoğunluğunu Türk eserleri teşkil ediyordu. Özellikle bir bölümü “Türk Bölümü” olarak adlandırmışlardı. Müzede görevli olan Seyyid Fethi El Seyyid mükemmel bir İngilizceyle, benim anlayabileceğim bir telaffuzla, eserler hakkında ayrıntılı bilgiler vermişti. Müzede Abbasiler, Memlûklar, Fatımiler dönemlerine ait eserler de vardı. Keza az miktarda da olsa, Selçuklu eserleri de bulunuyordu. Kuşkusuz Osmanlı devrine ait eserlerin miktarı daha fazlaydı. Ayrıca Hindistan, Irak ve Yemen gibi Arap ülkelerinden de örnekler görülüyordu. Örneğin Irak’taki Samara’da olan kimi eserlerin kopyaları da müzede sergileniyordu.
Müzenin anı defterine duygu ve düşüncelerimi yazıp, oradan ayrılmıştım.

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti