On-on iki yaşlarında meraklı bir çocuktum.
Öyleyken çekingen, pek de uysaldı huyum.
Bir dayımız vardı kömürcüler içinde.
Dükkanı vardı “Arasta Mescidi’nin köşesinde.
Ara, ara uğrardım ben dayımın dükkânına.
Camdan bakıyordum, kömürcü çarşısına.
Ben bakarken bir kişi çok da dikkatimi çekti.
Zarif, pardüsolu, başı dolaklı bir dede neredeyse düşecekti.
Bereket etrafında dönen bir sürü insan vardı.
Onu tökezlemesinden işte onlar kurtardı.
Cam önünden geçerken gördüm, çok keskindi gözleri.
Hayret!.. Bir anda o bakışlar büyülemişti beni.
Sordum dayıma: “Kim bu dayı, bizim dedelere hiç benzemiyor?
Kılık Kıyafet de başka, insanlara çok keskin bakıyor.”
Dayım dedi: “Ah oğlum sen bilmezsin bu çok büyük bir alim.
Öyle bir alim ki; bunu anlatmaya, yetmez benim mecalim.
Bu alim adam müthiş bir öğretici, büyük bir kutup!..
Afyon hapishanesine sürmüşler, geniş ilminden korkup!”
Dedim: “Dayı. Hiç bilenden korkulur mu? İnsan bilmeyenden korkar.”
Dayım dedi: “Rahmani olanlar korkmaz da şeytaniler korkar.”
Dayıma sordum: “Bu alimin adı, sanı yok mudur dayı?”
Dedi: “Bunun ilimi yok olmaz oğlum, saracaktır dünyayı.
Bu mübareğin adı Sait’i Nursi’dir ve nurcuların piridir.
Hakk’ın ve Müslümanlığın esiri ve gönüllü kölesidir”
Büyüyünce anladım kutup’u, rahmani’yi ve şeytani’yi ben.
Urfa’da makamındayım geçemedim dua ile şefaat dilemeden.
Nisan 2010 Urfa
Onun şu kısa tavsiyesi ile yaşamaya çalıştım.
ZİKİR-FİKİR-ŞÜKÜR