Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR
e-posta: YAZARIN TÜM YAZILARI

SABIR VE HUŞÛ – Kocatepe Gazetesi

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 3 Nisan 2017 Pazartesi 12:33:33
 

– 64-
Geçen hafta son yazımızı dünya-ahiret kıyası ve Allah’tan istemek konusundaki Nisâ Sûresi 32 ve Al’u İmran 126. ayetleri ile tamamlamıştık. Hatırlayıp devam edelim:
Nisâ-32: “Allah’ın sizi, birbirinizden üstün kıldığı şeyleri (başkasında olup da sizde olmayanları) hasretle arzu etmeyin. Erkeklerin de kazandıklarından nasipleri var, kadınların da kazandıklarından nasipleri var. Allah’tan lütfunu isteyin. Muhakkak ki; Allah, Bi külli şey’in aliym’dir.”
Bu ayetin Ümmü Seleme validemiz radıyallahü anh’ın bir sözü üzerine inmiş olduğu rivayetlerde vardır. “Erkek olsaydık” gibi bir fikir beyan etmiş; “Onlar savaşa gidebiliyorlar, savaşıyor ve şehit oluyorlar” diye özenmiş, “Mirastan da iki pay alıyorlar, biz kadın olarak bir pay alıyoruz. Onlar bize göre avantajlı. Biz de erkek olsaydık” gibi bir fikir ileri sürmüş ve böyle bir âyetle cevaplanmış.
Bir şeyi istemek aslında bir sorumluluktur
Allah’ın “dünyada” birinizi diğerine göre üstün kıldığı, farklı yaptığı şeylere bakıp “Benim de böyle olsa” dediğimiz şeyler varsa, onları hırsla, hasretle arzu etmemek için uyarılıyoruz: Böyle bir kıyas yapmayın, çünkü erkeklerin de, kadınların da kazandıklarından nasipleri var. Şimdi buradaki manayı anlamaya çalışacağız.
Al’ü İmran 126. ayet ise bize doğru yolu gösteriyor, yani isteyeceğimiz şeyi belirtiyor: Allah’tan lütfunu isteyin. Çünkü yardım edecek olan, verecek olan yalnız Aziyzül Hâkim olan Allah’tır. Tüm istedikleriniz de Allah indindedir.
Bir şeyi istemek aslında bir sorumluluktur da. Ne istiyorsanız onun size ait olan bir sorumluluğu var. O ne zaman başlar? İstemeye başladığınız an. Arzu olarak o size ait, istek olarak ondan sorumlusunuz. Bir şey istediğin zaman istediğin o şeyden Allah indinde sorumlusun. Bir şey istediğinde, istediğin o şeyle ilgili süreç başlar; ona sahip olduysan sahip olma süreci vardır, sonra onun bir de ahiret süreci var. Dolayısıyla, işe bir bütün olarak baktığımızda, sürecinde ve sonunda Allah’ın razı olacağı hal ne ise ona tâlip olup Allah’ın lütfundan istemek gerekiyor. O süreç isterken başladığı için, Allah’ın lütfuna tâlip olan kişi hemen sığınır: Allahım senin razı olacağın arzu ve istekleri bana lutfet, senin razı olmadığın arzu ve isteklerden, heva ve heveslerden sana sığınırım, beni kurtar. Böyle sığınmak ve daha baştan süreci başlatmamak gerekir. Arzu ederken, isterken, heveslenirken bile isteğinizle ilgili süreç ve sonucu hakkında Allah’ın rızasına, hoşnutluğuna tâlip olmak gerekir. Bunları umursamadan arzu etmek, olayların üstüne hasretle atlamak ve elde etmek insan için hep sakıncalı olmuştur, hep hüsran yaşamıştır. Bu yüzden böyle bir uyarı!
Ayet şöyle bitiyor: Bilesin ki Allah Bi külli şey’in Aliym’dir. Meâllerde bu, “Allah her şeyi bilendir” diye yazılıyor. Ancak başında “Bi” olduğu için biz onu “Allah her şeyi bilendir” şeklinde meâllendirmeyi yeterli görmedik. Oralarda meâli parantezli yazmak gerekir: Allah Bi külli şey’in Aliym (bildikleri dışında olmaksızın bilen)dir. “Allah bilendir” diye yazıldığında, kişi eğer “Allah’ın dışı var, dışında da bir şeyler var, Allah onları biliyor” sanıyorsa, kendini Allah’ın dışında düşünüyor, bizim birbirimizi görüp gözetlediğimiz gibi Allah’ın kendisini gözetlediğini zannediyor. Değil! Allah’ın bilmesi, dışı olmaksızındır, Allah “dış” kavramı olmaksızın her şeyi bilendir. O’nun bildiği şeyler dışında şeyler değildir. Ama insanın bildiği şeylerin çoğu dışındadır. Kişi bu “dışı” algısından kurtulamadığı için Allah’ı da öyle düşünür. Ayette “B” ile bizi uyarıyor. Diyor ki: Allah’ın bilmesini dûniHİ düşünme, bu işi dûniHİ algılama. Allah Bi külli şey’in Aliym’dir; bildikleri de bilmesi de dışında değildir.
“Lütfundan isteyin”
Âl-u İmran 126. ayet bize yardımın yalnızca Allah’tan olabileceğini, O’nun indinde olduğunu bildirir. Öyleyse, ihtiyaçlarımız için bir istekte bulunurken veya bunları henüz arzu istek planında sürece sokarken zihnimizde onlarla ilgili “Müstakilen VAR ve Muhtar” güçler oluşturmayalım. Ayet bize, arzumuz, isteğimiz, talebimiz ve ihtiyacımızla ilgili hangi mercilerle ilişki kuracaksak oraları zihnimizde “Müstakilen Var ve Muhtar” bir güç gibi düşünmemeyi hatırlatıyor, bu konularda da dûniHİ algı ve zannlarından kendimizi sıyırmamız gerektiği hususunda uyarıyor.
Allah’ın insanlara verdikleri, özellikle Muhtariyeti Tercih Gücü’nün “Tercihle” ile ilgili sınavı kapsamında, Lütuf ve Mekr diye kısımlanır. Ayetteki “Lütfundan isteyin” uyarısı, süreçte ve sonuçta Allah’ın razı olacağı hale tâlip olun demektir. Kişi bunu umursamaz da “Nasıl olursa olsun ama benim olsun” derse ve o istediği de ona mekr yollu gelirse, bunu fark etmeyen bir göz onu mükâfat, ikramiye, rahatlık zannedebilir. Bunu anlamak için bir örnek verelim. Bir otomobilde kişi ailesiyle şarkılı türkülü çok memnun gidiyor. Yolda da devamlı “uçuruma 200 m, uçuruma 100 m, uçuruma 50 m” uyarıları var. Ama onun anladığı dilde değil. Anlamadığı için rahat gidiyor. Yol bittiği zaman her şey biter! Âyet, “İşte o hale tâlip olmayın, o mekr’dir” diyor. Mekr tuzak demektir. Tuzak ise içerisinde ikilem içeren şey demektir. Tuzakta ikilem vardır, sizi Allah’a karşı ikileme düşürecek şeydir. “Buna tâlip olmayın. Bu öyle bir tuzaktır ki sizi cennetten, cennet amellerinden uzaklaştırır, size yanlışı daha hoş gösterir” diyor. Yanlışı hoş gösteren ne varsa, inanan için hepsi tuzak şeylerdir, onlara topluca “mekr yollu” denilmiştir.
Allah’tan istemek dua olduğuna göre, dua ederkenki halimiz önemlidir. Halimizi onarabilmek için Kur’ân’dan âyetlerle ders yapalım. Furkân-77: “De ki; eğer duanız olmasa Rabbim size önem vermez.”
Bakara-153: “Ey îman edenler, sabır ve salât ile yardım dileyin. Muhakkak ki; Allah, sabredenlerle beraberdir.”
Sabır, Allah’ın hükmünü bekleme sürecidir
Kur’ân’ın bize tavsiye ettiği sabır, özellikle Asr Sûresi’nde “Onlar Hakkı ve sabrı tavsiye ederler” âyetinden öğrendiğimiz sabır, dünya hayatında kullandığımız ve birbirimize tavsiye ettiğimiz sabır değildir, yani tahammül içeren, tahammül derecesini ölçen bir sabır anlayışı değildir. Sabır, Allah’ın hükmünü bekleme sürecidir. Ayet diyor ki, bir konuda talepte bulunduysanız sabır ve salât ile yardım dileyin, yani dualarınızı salât ile yapın, Allah’ın hükmü size ulaşıncaya kadar istikametinizi bozmayın, umudunuzu kaybetmeyin, bekleyin. Çünkü size en uygun zamanda sizin için en uygun neyse onu Rabbiniz size verecektir. Bu umutla, size verilen bu emniyetle, bu rahatlıkla bekleyin. Sabır, Allah size acılar verecek, onlara dayanın demek değildir. Allah kuluna acı vermez. Olayı acı hale getiren, kesret cümlesiyle söylersek, insanın dûniHİ algı ve zann’larıdır. Onun için âyetlerdeki sabrı Allah’ın hükmünü beklemek olarak mânâlandırmalıyız. Allah’ın hükmünü beklemenin Allah katında önemli, makbul bir ibadet olduğunu bilmemiz gerekir. Ayetlerde göreceğiz ki Allah sabredenlerle beraberdir. “Allah sabredenlerle beraberdir ayetini, esfele sâfiliyn dünyada yani yanlış döngü içerisinde değerlendirip de, Allah yanlış olaylara tahammül edenlerle beraberdir zanneden yanılır. Onları kendi haline bırakmıştır, onlarla beraberlik olmaz. Allah, ancak kendisinden istemiş olanlarla, “İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn” diyenlerle, Allah’ın hükmünü bekleyenlerle beraberdir. Bu durumda sabredeni bir kez daha tanımlayalım: Edebli bir şekilde istikametini, îmanını ve amelini bozmaksızın Allah’ın merhametinden ve vereceğinden umudunu kesmeksizin bekleyendir.
“…Korkarak ve umarak O’na duâ edin…” (A’râf-56)
Ayetlerin gösterdiği tanımlarla bir hal çizmeye, kendimizi bir hâle sokmaya çalışıyoruz. Buyruldu ki; korkarak ve umarak O’na duâ edin. Korku ve umudu daha önce çok paylaştık, yazılarımıza bakabilirsiniz. Korkarak ve umarak O’na duâ edin.
“Rabbinize yalvara yakara ve gizlice duâ edin…” (A’râf 55)
“Sabır ve salât ile yardım isteyin. Muhakkak ki bu, huşû’ edenlerden başkasına ağır gelir.” (Bakara-45)
“Huşû edenlerden başkasına ağır gelen şey nedir? Sabır ve salâtla yardım istemek! Allah’a karşı huşû edenlerden değilse bu ona ağır gelir.
“Gerçekten (şu) mü’minler kurtulmuştur: Onlar ki salâtlarında huşû’dadırlar.” (Mü’minûn; 1, 2)
Aslında duâları salât, salâtları da duâ olarak birleştirmek lazım. Salât için ne tarif ediliyorsa duâ için de o hal geçerlidir, duâ için ne tarif ediliyorsa o salât için de geçerlidir. Salât şekillendirilmiş disiplinli bir duâdır. Dolayısıyla duadaki davranış biçimi salâtta da geçerlidir: Korkarak ve umarak duâ edin; korkarak ve umarak salât ikame edin.
“O huşû edenler, Rablerine mülâki olacaklarını gayet iyi bilirler. Ve (bilirler ki) onlar kesinlikle O’na rücû edecekler.” (Bakara-46)
Huşû insanın yaptığı işe bürünmesiyle oluşur
Huşû? Huşû çok anlaşılmış bir kelime değildir, anlaşılmış bir davranış biçimi de değildir. Oysa müslüman için öyle önemlidir ki. Mü’minûn 1-2: “Gerçekten şu mü’minler kurtulmuştur” diyor. Kesinlik var. Çünkü “Onlar salâtlarında huşûdadırlar.” Kurtuluş için çok kısa tarifler arayan için, yanına başka şartlar gelmemiş böyle çok kısa tarifler vardır: Salâtlarında huşûdadırlar, böyle olanlar kurtulmuştur. O zaman huşû nedir bilmek lazım, huşûya ulaşabilmek için gayret etmek lazım, ona ulaşmak için de zihnimizde huşûyu iyi tanımlamak lazım. Örneğin salâtta huşûda olmak nedir? Dünya işlerinden sıyrılmak, onları düşünmemek veya samimi olmak mı? Değil. Aslında huşû kelimesi yalnızca salât için, yalnızca duâ için kullanılan bir kelime değildir. Normal hayattaki fiillerimizde de vardır ve hiç sormadan orada huşûyu biliriz. Ama iş Allah’la ilgili olunca insan “Ne yapacağız?” diye şaşırır, sürekli yaptığımız, bildiğimiz şeyleri orada şaşırırız. Huşû bir sûretin adıdır, huşû bir surettir, özel hale gelmiş bir sûretin ismidir. Sûret şekil demektir. Huşû bir şekildir. Düşüncelerinizi bir yere atmak, bir konuda samimi olmak gibi şeyler huşu değildir. Onlar da lazımdır ama huşû öyle tarif edilmez. Onu önce normal hayatımıza göre tarif edelim, anlamak daha kolaylaşacaktır. Huşû insanın yaptığı işe bürünmesiyle oluşur. Yaptığı işe öyle bürünür ki siz onu değil işi görürsünüz. Bir gösteriyi seyrederken kişi için “İşini ne kadar huşû içinde yapıyor” diyorsunuz. Bir müzik enstrümanı çalanı dinliyorsunuz diyelim, “Ne kadar huşûyla çaldı, huşûyla dinledik” oluyorsun. Bu huşûda şaşırmıyorsun ama namazda “Huşû nasıl olur?” diyorsun. Dünya işlerini zaten hep huşûyla yapıyorsunuz. İşte bunu hicret ettireceksin; bunları dûniHİ’den Billâhi’ye göç ettireceksin. Huşunun asıl yeri Allah’ın olduğu yerdir, Allah’ın anıldığı yerdir. Allah’ın vasıflarını Allah’ın anılmadığı yerde bırakamazsın, onları taşıyacaksın.
Huşû bir surettir ve öyle bir şeydir ki kişi onu bir işle birlikte o işi yaparken oluşturur. İşin ahengi bir şekil oluşturur da siz o işi yapanı görmezsiniz, yalnız o şekli görürsünüz. Çeşitli gösterilerin jüri üyeleri, imtihan edenleri, not verenleri varsa onlar o surete not verirler. Onu başarırsa, “Bu sanatı, bu hareketi başardı” diye iyi bir not verir. O jüri, o işin içinde o kişiyi ne kadar görürse “Yapamadın, kendini veremedin” der. Bir işi ahenkle yapanın bilmeden yaptığı şey o işin huşûsunu yani işin sûretini oluşturmaktır.
Kendinizi disiplinize etmeniz lazım
Bu mânâyı konumuza getirecek olursak: Billâhi anlamla öyle meşgul olacaksın ki senin meşguliyetinden bir suret oluşacak. Takvâ elbisesi gibi, meşguliyetinden bir suret oluşacak, işte o suret huşudur. “Ben bir suret oluşturacağım” demekle onu yapamazsınız. Onu yapabilmek için kendinizi disiplinize etmeniz lazım. Dünya işiyle ilgili ne yapılırsa hepsinin kendine ait bir disiplinize formatı yok mu? Bu iş için de öyle. O zaman kendinizi disiplinize etmeniz lazım. Genellikle fark şudur: Dünya ile ilgili olan işlerin disipline olmasında materyal “beden”dir, Allah’ın razı olacağı işlerde, onların disipline olmasında materyal “kalb”tir, “kalıp”tır.
Huşûyu bir de salât, duâ ve oruç için düşünelim. Çünkü âyetler diyor ki: Onlar huşû ile dua ederler, salâtta huşû içindedirler, huşû ile salât ikâme ederler, işte onlar gerçekten kurtulmuştur. Bu sayılan işler Rabbinden huşû duymayana zor ve ağır gelir, yani bu sûreti oluşturamayanlara ağır gelir. Ağır gelen bu sûreti oluşturmaktır. Bu sûreti oluşturmak onlara ağır gelir. Benim dünya işi ile ilgili bir yeteneğim yoksa gösteride çıkıp o işi yaparken onun huşusunu oluşturmak bana ağır gelir. “Onlara bu iş ağır gelir” budur. Tembel de üstüne ağırlık çöküyor değil. Kişi o sûreti oluşturamıyor, o sûreti oluşturmak ona ağır geliyor. İşi îman konusundan anlatırsak, dünyaya ait bir sûreti oluşturmak bana nasıl zül gelirse, Allah’la ilgili bir sûreti oluşturmak da inkârcıya zül gelir, o yüzden de ağır gelir.

YAZARLAR

TÜMÜ

SON HABERLER