Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR
e-posta: YAZARIN TÜM YAZILARI

KURDUĞUMUZ CÜMLELERE DİKKAT, İŞ ORADAN BAŞLIYOR

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 17 Mayıs 2017 Çarşamba 12:47:42
 

– 102-
“Ölmeden önce ölmek” başlangıç çizgisinde nasıldır? “Ölmeden önce ölmek”in nefsin her kademesinde farklı bir tarifi vardır, başlangıç çizgisinde onu şöyle açalım: Bir esfele sâfiliyn yapı, yani esfele sâfiliyn kapsamında beyanda bulunmuş, öyle bir kazanımla da değişim yapmış ve ruhunu böyle teslim etmiş olan kişi ölünce yani anlayınca şunu söylüyor, Kur’ân’dan öğreniyoruz: Eyvah… Yâ Rabbi, beni geri gönder, orada bıraktıklarımla sâlih amel yapayım. Bunu söylüyor. Yine âyetten öğreniyoruz ki bu isteğinin yerine gelmesi asla mümkün değil. “Asla” hitabının öncelikle iki mânâsı var: Fiziksel olarak mümkün değil. Bir de, geri gönderilse de birşey değişmez, sen aynı olursun. Çünkü bir âyet “değişmezsiniz” diyor. Kişi “Rabbimiz bizi geri gönder” diye ne zaman yalvarıyor? Ölünce, ölüm anında! Dikkat edersen, Rabbin sana bir tecrübeden bahsediyor, “Onlar ölünce böyle diyecek” diyor.
Geri dönüşü herkes isteyecek ama, “asla”
Biliyorsunuz, aklını az kullananlar hep aynı hatayı yaparlar, başlarına hep aynı şey gelir. Aklını orta düzeyde kullanan bir hata yapınca ders alır, o hatayı tekrarlamaz. Daha ileri akıl kullananlar yaşanmış tecrübelerden yararlanarak hata yapmaktan korunurlar. Rabbimiz bir tecrübe öğretiyor; onlar ölünce böyle der, sen şimdiden fark et. Öğrendik ve “Ben ölmeden önce bunu söyleyeyim, bunu yapayım” diyoruz. İşte bunu demekle, bu gayrete girmekle bile sen ölmeden önce ölmüş olursun. Başlangıç çizgisindeki ölmeden önce ölmek budur. Diğerinin ölüm anında söylediğini sen ölmeden söylersen, ölmeden önce ölmüş olursun, ölmüş gibi olursun. “Sesini duyunca seni görmüş gibi oldum” deriz ya. Görmedin ama görmüş gibi oldun. Bu da öyledir, ölmedin ama ölmüş gibi olursun. Başlangıç çizgisindeki ölmeden önce ölmek, diğerinin ölünce söylediği “Rabbimiz bizi geri gönder” deyişini ölmeden söylemendir. Tabi ki söylemek yetmez, Billahi imanla salih amel yaşantısına girmek lazım. Âyete dikkat edin; “Gönder de sâlih amel yapalım” diyor, gereğini yapmak için dönmek istiyor. Demek ki ölmeden önce ölmek yalnızca söylemek değil.
“Rabbimiz, bizi geri gönder” diyen neyi anladı da orada öyle söylüyor? Şu da önemlidir ki “Geri gönder” ifadesi tüm insanlar için geçerlidir. Onu sadece müslümanlar için zannedersek yanılırız. Müslümanlığı hiç duymamış olan da o gün “Rabbimiz anladık, bizi geri gönder” diyor. Biz âyet okurken bazen düşüncemizle kendimizi sınırlarız. Bu âyetteki “Rabbimiz bizi geri gönder” diyeni namaz kılmamış, oruç tutmamış da onun için söylüyor sanırız. Bunlardan hiç haberi olmayan, başka dinlerle, başka düşüncelerle meşgul kişi de aynısını söylüyor. O neyi gördü de geri gelmek istiyor? Gördüğü, anladığı şu: Kişi yaşarken kendi adına “BEN” dediğini anladı, müstakilliğini ilan ederek yaşadığını anladı. “Geri gönder de sana teslim yaşayayım, sana bağlı “BEN” diyeyim” demek istiyor. Demek ki onun ölünce fark edip söylediği “Rabbimiz bizi geri gönder” deyişini ölmeden söylemek ve gereğini yapma gayretine girmek önemli.
Tövbe; ama nasıl?
Tövbesine tövbe etmek nasıldır? Bu da başlangıç çizgisinde net tanımlanmazsa günümüzde gördüğümüz çeşitli tasavvuf hastalıkları açığa çıkar. “Tövbesine tövbe etmek diye bir şey var” deyip rahatlıkla günah işleyenler var. Kişi işlediği günaha tövbe etmiş, sonra günahına tövbe etmenin yanlış olduğunu anlamış, yani yaptığı işin günah olmadığını anlamış, tövbesine tövbe ediyor. Hâyır! Hâşâ! Öyle bir şey yok. Bunlar hiç bu işi bilmeyenlerin uydurmaları! Amel sevmeyenler böyle hoşlarına gittiği için uyduruyorlar! Başlangıç çizgisi için tövbesine tövbe etmek şudur: Kişi müstakil bir varlığının olmadığını, müstakilen VAR ve muhtar olanın Allah olduğunu anladı ve şimdi tövbe ediyor, beyan ediyor: “Allahım, Müstakilen VAR ve Muhtar olan ancak SENSİN. Başka Müstakilen VAR ve Muhtar YOKTUR. Ben senin verdiğin yetkiyle var görünen halime senin adına BEN derim. Bunu fark etmeden önce sana tövbe ederken kendi adıma BEN diyerek tövbe ediyordum. İşte şimdi o tövbelerimin edepsizliğine tövbe ediyorum. Allahım öğrendim ki senin adına BEN demem lazım. Müstakilen VAR ve Muhtar olarak BEN diyemem. Oysa daha önce Müstakilen VAR ve Muhtar BEN’le tövbe ediyordum ve sana ‘Söz veriyorum, bir daha yapmayacağım’ diyordum. İşte edebe uygun olmayan o tövbe edişlerime tövbe ederim yâ Rabbi” diyor. Çok dikkat edin, günaha yapılan tövbeye tövbe edilmez, öğrenilenler hatayı kaldırmaz. Konuyu yanlış anlamayalım. “Tövbesine tövbe ediyor, demek ki ona artık günahlar serbest” diye düşünmek hiç doğru olmaz. Tasavvuf size İslâm kurallarını daha sıkı yapmıyorsa, sizin İslamî hayat tarzına sıkı sıkıya yapışmanıza yol açmıyorsa yanlış yoldasınız. Bu ilim ve bu yolda öğrendikleriniz İslâmi kuralları daha sıkı uygulamanızı sağlıyorsa, sizi gevşetmiyorsa doğru yoldasınız. Dışarıdaki yaşantıda tasavvuf niye hoşa gidiyor? Çünkü ameli gevşetiyor, sizi gevşetiyor. “Öyle değilmiş, böyle değilmiş”ler gizlice sizin “müstakilen var ve muhtar Ben”inizi okşadığı için hoşunuza gidiyor. Başlama çizgisinde tövbesine tövbe etmek anlaşıldı mı? Daha önceki tövbesi edebe uygun değildi, kendi adına “BEN” diyerek yapmıştı. Şimdi sığınıyor: Yâ Rabbi yanlış yapmışım, o tövbelerimi bağışla. O zaman şükürlerimi müstakilen VAR ve muhtar olarak yapmıştım, beni bağışla. Müstakilen VAR ve Muhtar halle ne yapmışsa onun bu şekilde tövbesini yapıyor. Örneğin atınızı bir yere bağlayıp Allah’a emanet etmiştiniz, şimdi bunu öğrendiniz. Diyeceksiniz ki, “Allahım ben atımı bağlarken ‘Müstakilen VAR ve Muhtar’ olarak bağlamıştım, beni bağışla. Ben de seninim, at da senin, Başka ‘Müstakilen VAR ve Muhtar’ YOKTUR, ancak SEN: Lâ ilahe illallah.” Tövbeleri fark ettiniz mi? “Allahım, ben şu kulunu müstakilen VAR ve muhtar “BEN”le sevmiştim, o sevgimi bağışla” deyip, hayattaki her şeyi, hepsini böyle bulup tövbe edeceğiz. Tövbe etmeden ölenin şanssızlığı hadislerde vardır, bilirsiniz…
Konuşurken çok dikkat etmeli
Bütün bunları “Onları konuşmasından tanırsın” âyetinden öğreniyoruz.
Kendi adına “BEN” demekten kurtulmak isteyen için acil ilk üç amel şudur, mutlaka böyle başlar. Yani önce şu üç şeyi bir halledelim, sonrasını düşünürüz.
Bir: Cümle kuracağında sakın şikâyet cümlesi kurma. “Ama haklıyım” deyip şikâyet cümlesi kurma. Kurtçukken kurma, kelebek olunca bakarsın. Şikâyet cümlesi kurma, şikâyetleri sohbet zannetme, hele de teknolojiyi kullanarak bu işleri yapma. Şikâyet Şâki’nin dili demektir ve doğrudan Allah’a iftira etmek demektir. Konu ne olursa olsun şikâyet etme. Nasıl cümle kuracağım diyorsan, ne yap et duâ cümlesi kur, duygunu/cümleni duaya çevir.
İki: Bir cümle kurduğunda müstakilen BEN’i mi kıyaslıyorsun, buna dikkat et. Bu yüzden başlangıçta sakın kıyas cümlesi kurma. “Benim yemeğim güzel, ben ondan iyi kek yaparım, benim arabam büyük, ben güzelim o çirkin, ben zayıfım o şişman…” diye kıyas yapma. Allah’ı eleştiriyorsun. Derler ya, konuştukça batıyorsun, hele bir sus!
Üç: Sakın kendini metheden cümle kurma. Çünkü bilmeden “Müstakilen VAR ve Muhtar” hale düşersin. “Ben şöyle namaz kılarım, o öyle kılmıyor. Ben şöyle oruç tutarım, şöyle hacca gittim, bir umre yaptım ki sorma.” Hepsinin ne olduğunu nasıl olduğunu Allah bilir. Allah’ın işine karıştın mı sistem hemen karşılığını verir, Allah muhafaza etsin.
Acil ilk üç iş bu! Bu başarılırsa diğer maddeler gelir. Bunu okuyunca “Tamam, kendi adıma BEN demeyeceğim” deyip de bütün gün kendi adına ben diyen işler yapmamalısın…
Âyet en üst protokolden öğretiyor; tercih var
Şimdi, nefslerin dünya hayatındaki süreçlerinde Hakk ve bâtıl arasında seçim yapışlarını, bu tercihlerini Muhtariyeti Tercih Gücü yetkisiyle yaptıklarını Kur’ân’dan ders yapalım, çünkü biz Muhtariyeti Tercih Gücü deyince bu tanımı bizim çıkardığımızı zannediyorlar. Oysa hep onunla ilgili âyetleri paylaşıyoruz. Şu âyete dikkat buyurun lütfen:
“Ey, O Nebî! Eşlerine de ki: “Eğer dünya hayatını ve onun ziynetini diliyorsanız, gelin sizi metâlandırayım (boşanma bedelini vereyim) ve sizi güzel bir salıverişle (kolaylıkla, zulmetmeden) salıvereyim. Eğer Allah’ı ve O’nun Rasûlü’nü ve âhiret yurdunu diliyorsanız. Muhakkak ki Allah sizden muhsin kadınlar için ecr-i aziym hazırlamıştır.” (Ahzâb; 28, 29)
Âyet en üst protokolde geçiyor; Allah, Rasûlullah ve Ailesi. Şüpheye düşmeyelim diye hangi seviyeden öğretiyor, fark edin. İşin sahibi Allah Rasûlüne diyor ki, “Eşlerine söyle, ne diliyorlar?” Bir tercih olmasa bu soru olur mu? Kader diliyle bu soru olabilir mi? O zaman Sahibi Rasûlüne der ki; “Ben ne dilemişsem eşlerin onu yapacak, onları kendi hallerine bırak.” Ama öyle değil. Kesreti kader diliyle çözemezsiniz, izah edemezsiniz, amel yapamazsınız. Bu yüzden, Kur’ân’da kader için ulûhiyet dili, amel için kesret dili vardır ve ikisi birden tek mânâdır. Bunlardan birine yaslanmak sizi doğruya götürmeyeceği için yasaktır.
Âyetle en üst protokolden öğreniyoruz ki tercih var. Kula tercihi Allah ve Rasûlü tarafından soruluyor. Efendimiz (SAV)’in eşlerine sorulan bu soru hepimizedir, herkesedir. Bu yüzden ders yapıyoruz, âyetten dersimizi alıyoruz. Allah ve Rasûlü’nü seçenler muhsin sınıfına girmeyi, bu önemli mertebeyi hak ettiler. Âyet diyor ki, Allah o muhsin kadınlar için büyük ecirler hazırlamıştır. “Muhsin erkekler” demedi. Bu muhsin kadınlar için çok müjdeleyici bir âyet.
Dünyanın ziyneti nedir. Biliyor musunuz?
Ayetten alıyoruz ki muhsin kadın dünya hayatını ve onun ziynetini seçmeyendir. Ama bu ne demek? Dünya hayatını ve ziynetini seçmemek, dünyayı ve dünya nimetlerini terk değildir. Yanlış anlaşılırsa zavallı müslümanlar çıkar. O zaman kim hayr yapacak, kim zekât verecek, kim yönetecek? Öyle şey olur mu? Buradaki mânâyı iyi anlamak lazım. Dünya hayatı ve onun ziyneti eşya, ev, bark, gezmek, dolaşmak demek değildir. Muhsin kadın hayatını ve ziynetini bağışlayandır, âyetten anladığımız muhsin kadın budur. Çünkü Efendimizin eşleri Allah ve Rasûlü’nü seçtiler! DuniHİ algıyı reddettiler. İşte bu yüzden onlara yüksek mükâfat var. Bir âyetten öğreniyoruz ki Rasûlullah Efendimiz’in eşleri için mükâfat ayrıca katlanır. Allah muhafaza etsin, tersinde de ceza katlanır. Dünya hayatını ve ziynetini bağışlayan muhsin kadın neyi terk etti? Dünyanın ziyneti nedir?
Dünyanın bir ziyneti vardır: “Müstakilen VARIM ve Muhtarım” iddiası! Dünyanın ziyneti budur. Bunu terk edeceksin. Dünyayı seçmek ise müstakilliği seçmektir. Allah ve Rasûlü’nü seçmek, “Müstakilen VAR ve Muhtar olan ancak Allah’tır, Hazreti Muhammed Mustafa (SAV) O’nun Kulu ve Rasûlü’dür” demektir, bu hayat tarzını seçmektir. Dünyayı terk dünya malzemelerini terk değildir. Bunu en üst seviyede yapan Hazreti Meryem validemizdir. Kur’ân’da adı geçen tek kadın olarak bu yüzden örnek verilir ve övülür. Onun bu bakımdan ismi Betûl’dür. Hz. Meryem validemiz Allah’ı ve Rasûlü’nü öyle seçmiş, dünya ziynetini (cinsellik platformu dâhil) öyle terk etmiş, öyle bağışlamış ki bunu üst seviyede yapmıştır. Dolayısıyla, muhsin kadın kendini test eder: Nar mı biriktiriyorum, nur mu? diye ne biriktirdiğine bakar. Mal mülk olabilir ama onunla nur biriktirir. Mal mülk yoktur, onunla nur biriktirir. Kişide mal mülk yoktur, durmadan Allah’a isyan ediyordur, onunla nar biriktirir. Malı mülkü çoktur, Allah’ı unutmuştur, yine nar biriktirir. Demek ki mesele fiziksel, nesnel şeyler değil, ne biriktirdiğin önemli. Nar mı, nur mu? Neyi kullanarak? Muhtariyeti Tercih Gücü’nü kullanarak, yani Hakk ve bâtıl arasında sürekli tercih yaparak.
Yetkimiz var, gücümüz değil…
Muhtariyeti Tercih Gücü sınırları belli, alanı belli, hedefi belli olan Allah’ın verdiği bir yetkidir, müstakil bir güç değildir. Allah’ın verdiği alanı, hedefi, sınırları belli o yetkinin fiillere dönüşen gücü söz konusudur, işte Muhtariyeti Tercih Gücündeki güç odur. Muhtariyeti Tercih Gücü derken bahsedilen güç dûniHi bir güç değildir, müstakilen VAR ve Muhtar bir güç değildir. Bu güç Billâhi anlamdadır: Allah’adır, Allah’ındır, Allah’tadır, bu vasıfla vardır. DûniHi anlamdaki güç iddialarına biz mutlaka “Ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ Billah” deriz.
“DûniHi, dunillah” Kur’ân’da çok önemli bir manadır. Ancak Arapça dâhil hiçbir dilde mânâsı anlaşılamamıştır, maalesef. DûniHi kelimesinin mânâsını ancak tasdik edilmiş evliyaullah eserlerinde bulabilirsiniz.
“Aşağıların Aşağısı” yazılarımız ve kitapçığımız yalnızca bu kelimeyi ve âyetlerini anlamak üzere ele alınmıştır.

YAZARLAR

TÜMÜ

SON HABERLER