Ekim 1917 devrimi ile iş başına gelen Bolşevikler, 15 Kasım 1917 tarihinde yayımladıkları ‘‘Rusya Halklarının Hakları Bildirgesi’’ ve 1918 yılı ocak ayında yayımladıkları ‘‘Emekçi ve Sömürülen Halkın Hakları Bildirgesi’’ ile Çarlık Rusya’sı döneminde baskı altında tutulan halklara eşitlik ve geleceklerini kendilerinin belirleme hürriyetini verdiklerini (Ekici, 2017, s.268) ilan ettiler. Bolşevik ihtilâlinden sonra “halklara özgürlük” fikriyle birlikte, Orta Asya Türklüğü aydınları, bütün Türklerin ortak bir edebî dille yazıp konuşmaya başlayacağını ümit etmiş ve bu yöndeki çalışmalarını arttırmışlardı. Ancak, ihtilâl beklendiği gibi çıkmamış; bütün Türklerin ortak bir dille yazıp konuşabilmeleri şöyle dursun, her boya ayrı bir alfabe verilmiş; hatta biraz daha ileri gidilerek bütün Orta Asya Türklüğü 3-5 lehçeye değil, yalnızca Azerbaycan 17 değişik lehçeye ayrılmıştır (Kırımer,1996, s.42).
Dilde birliğin önünde zaten yeterince engel varken Bolşevik idaresinin adamlarıyla bu sayı daha da arttı. Artık her hususta sıkı bir denetime giren idare, Türklüğün tek bayrak altında buluşmasına engel olabilmek için, önce dilde birliğin sağlanmaması gerektiğini biliyor ve buna engel olmak için de tüm yollara başvuruyordu. Bu arada, yandaşları dergiler ve gazeteler vasıtasıyla bu hususta kaleme alınmış yazılar da sık sık sütunları işgal ediyordu. Bolşevikler, bu mesele hakkında çok hassastılar. “Türk dil birliği” düşüncesine tahammülleri yoktu. Bu konuda Kırım Eyalet Komitesi kâtibi Çagar, Komünist Partisinin 17. kongresinde, “Burjuva emeli taşıyan unsurlar, bilinçli olarak Tatar dilini, Arap ve Türk kelimeleriyle doldurmakta, Rusça kelimelerden kaçınmaktadırlar…” (Kırımer,1996, s.42) diyerek, dilde birlik gayesinde olanları suçlamakta, onları Bolşevik idareye âdeta ihbar etmektedir.
Aynı kongrede söz alan Kırım Halk Eğitim Müdürü Aleksandroviç, İsmail Gaspıralı’yı fakir Tatar halkını Çarlık rejimine satmakla suçlamış, onun bir inkılâpçı olmadığını ve Kırım’daki dil birliği destekçilerinin -ki başında Hasan Sabri Ayvazof vardır- Türkiye’ye meylettiklerini, yani Pantürkist olduklarını, Kırım Tatar dilini ve edebiyatını Rus dili ve edebiyatının etkisinden kurtarmaya çalıştıklarını (Kırımer, 1996, s.112) söyleyerek, bunlara karşı önlem alınması gerektiğini ifade etmiştir.
Bolşevikler, Türk dil birliğine karşı takip ettikleri siyaseti hiçbir zaman değiştirmediler. Türk dil birliğini, başka bir deyişle Türkçülüğün bu en sağlam temelini ve emelini kökünden baltalamaya devam ettiler. Komünist Partisine mensup Türklerden ve Rus müsteşriklerden bazıları gerek mahallî lehçelerin güçlenmesi ve gerekse her lehçeye ayrı ayrı alfabeler yapılması meselesinde her boyun kendi kararıyla hareket ettiğini iddia ederler. Ancak bu iddianın doğru olmadığı, 1926 yılında Bakü’de toplanan I. Türkoloji Kurultayı’nda alınan kararlarla apaçık ortadadır. Bu kurultaya her boydan ilmî alanda yeterli ve resmî olarak yetkili kişiler katılmış ve önce ortak bir alfabe, daha sonra da ortak bir edebî dil oluşturulması kararlaştırılmıştır. Çok geçmeden toplantıya katılan boylar, birbirinden fazla farklı olmayan ve Lâtin esasına dayanan yeni alfabeye geçmişlerdir.
Kurultayın ardından, ortak bir alfabede karar kılan ve alfabelerini değiştiren Orta Asya Türklüğü, faaliyetlerini bundan sonra da sürdürmeye çalışmışlar; ancak Bolşevik idarenin başına Stalin’in geçmesiyle bu çalışmaları durdurmak zorunda kalmışlardır. Çünkü Bolşevik idare eli kalem tutan bu aydınları Pantürkistlik, Turancılık fikirleri güttükleri için hapishanelere attırmış, sürgünlere göndermiştir. Cezasını çekip de hayatta kalmayı başaranlar, tekrar bu fikirler için çalışabilirler düşüncesiyle, kaza süsü verilen cinayetlere kurban gitmişlerdir. Çeşitli Türk boylarına mensup edebiyat ve fikir adamlarının hayatları incelenirse, hep 1937-1941 yılları arasında öldükleri görülür. Stalin, eli kalem tutanları ortadan kaldırarak dil birliğinin kısa vadede gerçekleşmesini imkânsız hâle getirmiştir. Bu aydınların ortadan kaldırılmasının akabinde, çok zaman geçmeden bütün Türk boyları için ayrı ayrı Kiril esasına dayanan alfabeler hazırlatılarak bu alfabelerin kullanılması mecburî tutuldu (Toker, 2001, s.43)
Bu sistemli politikaların sonucu olarak 90’ların başında Sovyetler Birliği dağılırken Türk halkları yerel lehçe ve şive farklılıklarının öne çıkartılıp yazı dili hâline getirilmiş olması nedeniyle, maalesef birbirlerinin konuştuğunu anlayamaz hâle geldiler. Gaspıralı, Tercüman gazetesinde, bütün dünya Türklüğünün anlayabileceği ortak bir edebî dil geliştirmeye çalışmış, bu edebî dilin de Osmanlı Türkçesi olmasını istemişti. Bunun başlıca iki sebebi vardı. Birincisi, Osmanlı Türkçesinin bir imparatorluk dili olmasıdır. İkincisi ise, 19. yüzyılın başlarından itibaren Çarlık hükûmetinin Türkler arasına Rus göçmenler yerleştirmeye başlaması ve bunun neticesinde her Türk boyunun mahallî bir dil ve edebiyat oluşturmak için gayret etmeye başlamasıdır. Ancak, Osmanlı Türkçesinin Arapça, Farsça terkip ve ibarelerle dolu olması, diğer boyların bu Türkçeyi anlamalarını zorlaştırıyordu. Gaspıralı bu terkip ve ibareleri attı, yerlerine kırım ve diğer coğrafyalardaki lehçelerden alıntılar yaptı. böylece, Anadolu ve Rusya Türklüğü tarafından anlaşılan (bu görüşü paylaşmayan yazarlar da vardır) ortak edebî dili oluşturdu (Toker, (2001).

Muharrem Günay
YORUMLAR