Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR
e-posta: YAZARIN TÜM YAZILARI

SIKINTILAR VE MÜKÂFATLAR – Kocatepe Gazetesi

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 25 Mart 2017 Cumartesi 12:29:20
 

– 57-
Dünkü yazımızda Yusuf Suresi’nden ayetlerle “İyyaKE nesta’iyn” manasına başlamıştık.
İki mahkûm Hazreti Yusuf aleyhisselam’dan rüyalarının manasını ister, onların diliyle söylersek “yorumunu” ister. Olayı bilmedikleri için yorum diyorlar. Hz. Yusuf aleyhisselam mânâsını onlara söyler. Onlardan birisi zindandan kurtulacaktır. Kurtulacak olan o dönemin kralının yanında çalışacağı için Hz. Yûsuf aleyhisselam ona “Kralının yanına gittiğin zaman beni unutma” der. Kelimenin aslı “kral” değil, bu kelimeyi değiştireceğiz, şimdi anlamak için kral diyoruz, kral kelimesinden bir yere geleceğiz. Ayetin orijinalindeki ifade budur; “Rabbinin katında beni unutma” der. Olayın esasına vakıf olmadan ayeti okuyan birisi ayetteki “rab” kelimesini kendi rabbi zannedebilir. O mahkûma söylenen “Rabbinin katında beni an” ifadesindeki “rab” bizim “Allâhümme ente Rabbiy” derken söylediğimiz Rab değildir.
Hz. Yusuf aleyhisselam’ın yaşadığı memlekette krallar rablıklarını ilan etmişlerdir, yarıtanrı bilinirler, tanrı muamelesi görürler. Hal böyle olunca normal halk krallarını rabları biliyor, onlara rab diyorlar. Hz. Yûsuf aleyhisselam ona, “Sen rabbinin (dikkat edin ‘rabbimin’ demiyor) yanında çalışacaksın, o vakit beni onun yanında an, halimi söyle, bir faydası dokunur” diyor. Ayette “rab” kullanılmış, fakat meâller genellikle “efendi” olarak çevirmiş: Efendinin yanında, seni yönetenin yanında beni an. Yanlış değil, onların rableri aynı zamanda onların efendisi ama âyetin orijinalinde “rab” yazıyor. Muhtemelen, okuyanlar “rab” kelimesini karıştırmasın diye “efendi” olarak çeviriyorlar. Ama böyle yazınca da okuyan kişi esastan perdeleniyor, olaydan ders çıkaramıyor, Kur’ân’ı ders edemiyor. Orijinal ifade “Rabbinin” diyor. Neden? Kur’ân’daki başka âyetlerde de çeşitli yöneticilerden bahsedilir ama Kur’ân onlara “Rab” demez. Yalnızca burada yöneticiye “Rab” dedi. Çünkü o dönemde yöneticiler “Rabbınız benim” diyen yarı tanrılardı, halkın inandığı esas tanrıyla ilişki kuran yarı tanrılardı.
Yûsuf aleyhisselam zaten onların bu inanışı nedeniyle “Rabbinin katında beni an” diyor. Böyle demekle onun yanlış inanışını, aslında inanmadığı halde, tasdik etmiş gibi oldu. Rasûl Allah’tan ister, biz de öyle. Bu yüzden, “Git ona söyle, beni çıkarsın” bize bir uyarıdır.
Anahtarımız Kelime-i Tevhid’dir
Âyetin bundan sonrası da tereddütlü meâllendiriliyor, “O kişiye şeytan onu efendisinin yanında anmayı unutturdu” yazılıyor. Meâlde “efendinin yanı” olarak yazılanın orijinali “Rabbin indi”dir, yani İND’dir. “Kurtulacağını bildiği kimseye dedi ki; Rabbinin katında beni an. Şeytan ona o an Rabbini unutturdu, böylece nice yıllar zindanda kaldı.” Bu zâhiri mânâdır. Bu zâhiri olanın bir gerisi var ki, batini olarak Hz. Yûsuf aleyhisselam’ın nefs ilerlemesindeki kademelerle ilgilidir. Ama bu olay Rasûl nefsinin ilerlemesidir, Risaletle meşgul birisiyle ilgilidir, bizim nefs ilerlememiz değil.
Meâl yaparken şuna dikkat etmek lazım: Orijinali onarıyormuş gibi bir hale girmek çok tehlikelidir. Ne haddimize! Daha iyi anlaşılsın diye onarmak olmaz. Yazı yazamayan çocuğun yazısını onarırsınız, Allah’ın kelamını onarmak hangi kulun haddine? Bu, o meâli yapanda fark etmediği gizli bir iyilik duygusu sebebiyle de olabilir, iyi niyetle oluşan bir hal de olabilir. Ne olursa olsun yanlıştır.
“Rabbinin katında beni an” cümlesi, ‘efendinin yanında beni an’ diye meâl yapılırsa ayetin vermek istediği ders anlaşılamaz. Âyet “rab” demiş, çünkü “rab” biliniyor. Bunun bizim için ne kadar önemli olduğunu, Rabbimizin bize hem de bir Rasûl aracılığıyla nasıl bir ders vermek istediğini ancak bu şekilde bakarsak anlayabiliriz.
“Rabbinin katında beni an dedi. Ama şeytan ona Rabbinin zikrini unutturdu” kısmı tereddütlü meâllendirilirse şuna benzer: Bazı yasalar vardır, farklı avukatlar onu “öyle de olur, böyle de” gibi farklı yorumlar. Bazı âyet meâllerinde bu yaklaşıma rastlarız. Hangisi doğru diye bakmak isteyen için bir anahtar kelime olmalıdır. Bu anahtar kelime Kelime-i Tevhid’dir. Hangi meâl bir olayı değil de Kelime-i Tevhid’i anlatıyor? Kur’ân bize olayları anlatmaz. Dünyanın bütün olayları oraya sığar mı? Kur’ân yalnızca Kelime-i Tevhid’i anlatır. Bir ayetin meâli için “Şöyle de olur, böyle de” demek normal dünya dillerine göre olabilir. Ama “daha doğrusu ne?” diye bakıldığında, Kelime-i Tevhid’i anlatan ve öğreten meâl daha doğrudur. O nedenle anahtar Kelime-i Tevhid’dir. “Rabbinin zikrini unutturdu” ibaresini, “efendisinin yanında Yusuf aleyhisselam’ı anmayı ona şeytan unutturdu” diye meâllendirmek yorumdur, bu yorum da bir yere girebilir ama anahtar kelimemiz ile baktığınızda öyle değil! Âyet “Rabbinin zikrini” unutturdu, “Rabbini unutturdu” diyor. “Rabbine söylemeyi” değil.
Hz. Yûsuf aleyhisselam bir rasul. Onun yanlış bir imanı, yanlış bir düşüncesi, yanlış bir fiili olmamasına rağmen, bize bir Rasûl üzerinden verilen dersi anlamak için bir âyeti inceliyoruz. Rasûllerde ve Nebîlerde bunlar olmamasına rağmen “Rabbinin katında beni an” dedi, bunu o kişinin bakış açısından söyledi, o anlasın diye öyle söyledi. O mahkûmun idrakına ve yaşantısına göre söyledi. Bu söylemeyi bile âyet Hz. Yûsuf aleyhisselam için “O an Rabbini unuttu, bu yüzden nice yıllar zindanda kaldı” olarak tanımlıyor. Fark ettiniz mi? Demek ki, Allah’tan istenmezse durum böyle. Allah’tan değil de kişinin efendisinden istediğinizde, oradan umduğunuzda durum kötü. Allah’tan istemenin önemi anlaşıldı mı, o konu bizi korkuttu mu? Yûsuf aleyhisselam bir Rasûl olarak îmanı, düşüncesi, yaşantısı doğru olmasına rağmen talebini o kişin yanlış bakışına göre iletti, “Rabbinin katında beni unutma” dedi ve böylece uzun süre daha zindanda kaldı.
Bir hadisinde Efendimiz (SAV) buyuruyor ki: “Allah, kardeşim Yûsuf’a rahmet etsin. Eğer “Rabbinin indinde beni an” demeseydi, zindanda bir kaç yıl daha kalmayacaktı.”
Buradan dersimizi “İyyaKE nesta’iyn” çerçevesinde çıkarmaya çalışalım.
Âyetler öyledir ki konunuz neyse, o konuyla ilgili olarak hemen hemen her ayeti kullanıp ders yapabilirsiniz, konunun dersini oradan çıkarabilirsiniz. Bu ayete biz şimdi yalnızca “İyyaKE nesta’iyn” çerçevesinde bakıyoruz. Âyetin tüm mânâlarını, anlattığını bununla sınırlamak doğru olmaz.
Bu bir Rasûl Kıssası’dır, çok dikkatle önemsemek lazım. Âyetin meâline bakıp da “Rasûl yanlış yapmış” derseniz yanılırsınız. Yanlış yapılmış gibi gözüken tabloyu kişi anlayamaz da “Rasûl yanlış yaptı” derse işi fark edemez, bir kere bunu zihnimizden silelim. O neden öyle, açıklayacağım. Eğer ayete mânâ verirken “Burada Rasûl yanlış yapmış gözüküyor, bunu onarayım” derseniz, “rab” yerine “efendi” veya başka bir şey yazarsınız, yani ayeti düzeltmeye çalışırsınız. Önce bir yanlış duyguya girip “Burada Rasûle ait bir yanlışlık var” dediniz, ardından onu düzeltmeye giriştiniz. Sanki siz Türkçe öğretmenisiniz, âyet de öğrencinizin yazılı kâğıdı, doğru yazamamış gibi. Öyle düşünülmese bile sonuç budur. Anahtarınız Kelime-i Tevhid değilse meâl yapmak, ayeti anlamak tehlikeli ve zor bir iştir. Daima Kelime-i Tevhid’i anahtar edinirseniz meâliniz doğru kulvardadır. Birisi daha iyisini yazabilir ama sizinki doğru kulvardadır. Doğru kulvar için Kelime-i Tevhid şablonu şarttır, onu sakın bırakmayın. Bırakmamak için mânâsını bilmek lazım. Mânâsını bilmezsen o şablonu kullanamazsın. Maalesef biz Kelime-i Tevhid’i haftada bir gün bir zikir meclisimiz varsa orada kullanıyoruz. Yeterli değil! Öyle yaşaman, onun mânâsı ile yaşaman gerekiyor. Mânâsını bilirsen düşünürken, yazarken, çizerken, yaşarken hep o senin için şablondur. O yüzden, paylaştığımız konuların değerini inşâAllah fark edin.
En çok sıkıntıyı Rasûller çekmiştir
Rasûllerin önemli görevlerinden birisi de dünya tiyatrosunda sıkıntıyı yüklenen olmaktır. Yanlışı değil sıkıntıyı, zorluğu! İnanana öğretmek için zorluğu, sıkıntıyı yükleniyorlar. Tüm Nebî ve Rasûller içerisinde o zorluğu ve sıkıntıyı en fazla yüklenen Efendimiz (SAV) olmuştur, en fazla O (SAV) yüklenmiştir. “İnsanlar içerisinde en fazla sıkıntıyı Rasûl ve Nebîler çekmiştir, onların içerisinde de en fazla ben yüklendim” hadisini anlamak istiyorsak böyle bakmak lazım. Aksi halde yanlış bir kafa söyle bakabilir: “En fazla sıkıntıyı çektim” diyor ama suyu ve ekmeği vardı. O zaman dünyada suyu ve ekmeği olmayanlar vardı. Hürdü, rahattı, evi vardı, oysa evi barkı olmayanlar vardı, köleler vardı. Sıkıntı bu değil. İşin aslını fark eden için dünyadaki sıkıntılar bunlar değil. “Rasûl ve Nebîler sıkıntı çekmiştir” derken söylenen sıkıntı bu tür şeyler değil, bunlar belki çok alt sıralarda. Örneğin Hz. Süleyman aleyhisselam aynı zamanda hazinesiyle ünlü bir kral. Eğer sıkıntıya dünyalık şeyler diye bakarsanız yanılırsınız. Bakın, bu cümlesi Hz. Yûsuf aleyhisselam için bir sıkıntı, biz öğrenelim diye yükleniyor. Belki bir kişi öğrenir, kurtulur diye yedi yıl daha zindanda yatıyor. Hz Yusuf aleyhisselam Rabbini tanımıyor, bilmiyor mu sanıyorsunuz. O bir Rasûl!
Rasûl dediğinizde normal insan gibi düşünülmez. Ona “yanlış yapmış” diyen çok büyük yanlış yapmış olur. Günümüzde, Efendimiz (SAV) için bile, yaşadığı bazı sıkıntılar yüzünden oluşan halleri böyle yorumlayan ve maalesef kendini de önemli zanneden, etiketi yüksek kişiler var. Allah muhafaza etsin. Efendimiz (SAV)’i düşünürken, anarken, hakkında konuşurken çok dikkatli olmak, çok korkmak, çok saygılı olmak lazım. Başımıza bir şey gelir diye değil. Hakkını yeriz diye. Yanlış bir bakış veya cümleyle Efendimiz (SAV)’in hakkını yemiş bir duruma düşer miyiz diye korkmalıyız. Allah muhafaza etsin. Öyleyse, bu olaya da bir Rasûl kıssası olarak bakalım, bu edeble inceleyelim, “Rabbinin indinde beni an dedi” kısmının meâlini de o edeble düşünelim.
Sıkıntılar ve mükafatlar
Ayette anlatılan olay zahiren aynen yaşanmıştır. Hz Yûsuf aleyhisselâm böyle bir sıkıntı yüklenmiştir. Ama o sıkıntı ona dönerken, tüm sıkıntılar Rasûl ve Nebîlere dönerken mükâfatlarla döner. Fakat onlar dünya mükâfatları, dünya malları değildir. Yani fani mükâfatlarla dönmez, baki mükafatlarla döner. İnananlar için de böyledir. İhlâslı bir mü’min, îman ve sâlih amel sahibi salih/saliha bir kişi mahzun olduğunda “Eyvah, ben şimdi ne yapacağım” gibi dünya hallerini sergilemez de “Kefa Billâhi veliyyen ve kefa Billâhi nasıyra: Dost ve arkadaş ancak Allah’tır, yardımcı ancak Allah’tır” derse, böyle düşünürse, hemen sonra kendisi için bir büyük mükafat, bir büyük açılım gelir, kendine göre büyük sayılacak bir şey alır, mutlaka alır, bu böyledir. Efendimiz (SAV) bazı olaylar yüzünden mahzun olup, boynunu büküp, Kabe’nin kenarına yaslanmış durduğu zaman Mirac yaşamıştır. Efendimiz (SAV)’in bize İsra Sûresi ile bildirilen Mirac’ını yaşamadan önceki halinde de bir mahzunluk var. Şuna da lütfen dikkat edin, Efendimiz (SAV) için Mirac’ı bir kere gibi düşünmeyin. Kıssasını bildiğimiz Mirac Efendimiz (SAV)’in tek Mirac’ı değildir, öyle düşünmeyin.
Hz. Yûsuf aleyhisselam anlatılan hali zahiren dünya tiyatrosunda yüklenmiş, karşılığında risaletindeki nefs ilerlemesiyle ilgili ikramlar yaşamıştır, sonraki yedi yıllık zindan hayatı onun için Rasûle ait farklı bir seyr-i sülûk olmuştur, çok ayrı bir şey yaşamıştır. Onu da normal insan seyr-i sulükû gibi düşünmeyin. İnananlar bu yüzden zindanı seyr-i sülûk için bir mektep görmüşler, ona Mekteb-i Yûsufiye demişler, orayı bir zindan görmemişler.
Bizim buradan dersimiz ne, bu ayetten biz hangi dersi alacağız? İdrakımız, tefekkürümüz, yaşantımız için çok özel bir mevsim olan üç aylara giriyoruz. İnşaAllah Pazartesi günü, gölgesi üzerimize düşen Recep ayının bereketi ile devam edeceğiz. Allah’a emanet olunuz.

YAZARLAR

TÜMÜ

SON HABERLER