Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Murat Arısoy

Tahlil denemesi-2: Lidersiz muhalefet – Kocatepe Gazetesi

Murat Arısoy 23 Eylül 2010 Perşembe 03:00:00
  12 Eylül Referundum süreci, muhalefet için iyi bir sınav oldu mu? Sonuçların açıklanmasının ardından “hayır” parti liderlerinin suratlarındaki ifadelere bakacak olursanız, sınavdan pek de “geçer” not alınmadığı görülüyor. A Milli Futbol Takımı’nın 1990’ların ortalarına kadar yaşadığı mağlubiyetlerden sonra teknik direktöürn çıkıp da “yenildik, ama ezilmedik” demesindeki tavır, 12 Eylül’deki referandumun ardından muhalefet partilerinin tavrı oldu adeta.
Peki nerede yanlış yapılmıştı?
Aslında doğrudan muhalefet partilerinin suçlanması gibi bir hareket mantıklı olmaz. Çünkü bir kere şartlar eşit değildi. Gözle görülmese de kulakla duyulan mülki amirlere ilişkin iddialar, “baskı” yapıldığına dair bazı ipuçları verdi ki bu ipuçlarına yerel yönetimlerden veya merkezi yönetimden ciddi bir yanıt gelmedi. Ayrıca iktidar partisinin, iktidar gücünü kullandığı durumların yaşandığını da göz ardı edemeyiz.
Bunlarla birlikte, yaşanan açık başarısızlığın faturasını sadece “koşullar”a yıkmak, koşulların değiştirilmemesi için bir sebep aramak demek. Yani “hayır” oyu veren ne kadar parti varsa -ki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan o grubu şöyle sıralıyordu: CHP, MHP, İşçi Partisi, Türkiye Komünist Partisi- kendilerini ve müttefiklerini sorgulamalı. Burada Erdoğan’ın ısrarla “hayır” cephesinde saydığı BDP’nin tutumunun aslında “evet” yakın olduğunu daha önce bu satırlarda aktarmaya çalışmıştım. Boykot kararının da zımni “evet” demek olduğu, referandum sonuçlarında ortaya çıktı.
CHP’den başlayalım: Bir kere ister unutalım, ister alay edelim, ister kızalım: Kendi yürüttüğü “bir oyun bile önemi var, hayır deyin” kampanyasında oy kullanamamış bir genel başkan bulunuyor. Örtbas edilmeye, geçiştirilmeye çalışılsa da bu ciddi bir meseledir. Nitekim, zaten 12 Eylül’ü beklediği belirtilen Deniz Baykal’ın tekrar sahneye ısınması da bunun göstergesi. Güvenilirlik, siyasi partilerin olmazsa olmazı durumunda. Hele AK Parti’yi destekleyen basın kuruluşları ile CHP’yi destekleyen basın kuruluşları teraziye konduğunda CHP’nin daha dikkatli olması zorunluluğu kendiliğinden ortaya çıkıyor. Tabii süreç içinde CHP içindeki tartışmaların alıştığımız üzere basın yoluyla devam etmemesi gerekiyor. Çok somut bir örnek yaşandı: Baykal, referandumdan sonra kurultay istedi, Önder Sav, “Kurultay, Baykal’ın fantezisidir” dedi. Baykal’ın CHP Genel Başkanlığı’ndan nasıl uzaklaştığını hatırlayınca şu “fantezi” kelimesi de biraz tuhaf karşılandı doğrusu.
CHP’nin köklerindeki “Anadolu ve Müdaafa-i Hukuk Cemiyeti” kimliğine dönmesi için çok yolu var. Zira 2002’den bu yana CHP’nin somut çözümler getirdiğini söylemek zor. Gazetecinin özel haberini saklaması gibi, CHP de projelerini saklıyor sanki. Ama öyle projeleri üretiyor ki bazen CHP kurmayları, insan gerçekten şaşırıyor. Mesela 2007 seçimleri için hazırlanan vaat kitapçığında İstanbul’a özerklik olarak yorumlanabilecek bir madde bulunuyordu. “Maddeyi biz mi yanlış yorumladık” diye kendinizden şüphe duyup CHP Kurmaylarına maddeyi sorduğunuzda da alacağınız net bir yanıt olmuyordu. Kafalar karışıktı özetle.
Referandum sürecinde de somut öneriler göremedik CHP’de. “Biz iki mad-deye karşıydık” tezi yerine hangi maddelere neden karşı konulduğu, mitinglerdeki alkışlar arasında kayboldu. Ve Kılıçdaroğlu, kendi minderinde değil, Başbakan Erdoğan’ın onu çektiği minderde güreşti. Başbakan’ın ortaya attığı bir polemik konusu, Kılıçdaroğlu’nun gündemi oldu. CHP’nin önümüzdeki dönem başta başörtüsü olmak üzere terörün bitirilmesi ve ekonominin gelişti-rilmesi konularında projeler üretmesi, kamuoyuyla projelerini paylaşması, aynı zamanda “müttefik” yelpazesini genişleterek iktidarı hedeflemesi gerekiyor.
Yoksa Afyonkarahisar’da gibi önce Türkiye Gençlik Birliği’ne destek verip panel dilekçesi sunmak, ardından “Biz ayrı dünyaların insanıyız” tavrıyla dilekçeyi geri çekmek, siyasi açıdan kazandırmaz, kaybettirir. Başarılı siyaset, biraz da baştan araştırıp incelemek, bir destek verilmesi gerekiyorsa araştırdıktan sonra vermek, ama destek verilmesinin beyan edilmesinden sonra da “tüm ahval ve şeraitte” desteğin arkasında durulması demektir.
MHP’ye gelelim: Referandum sürecinde birdenbire nedense bit pazarına nur yağdı. “Eski ülkücü” diye tanımlanan kadrolar MHP aleyhine, AK Parti lehine açıklamalar yaptı. MHPliler buna haklı olarak tepki gösterdi, “Eski ülkücü diye bir şey olmaz, eskiden MHP’de görev almış, sonra da MHP’den ayrılmış kardeşlerimiz vardır” denildi.
Ancak MHP’nin referandum sürecinde yeteri kadar çalıştığını söylemem zor. Mesela MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Afyonkarahisar’da bir miting, miting olmasa bile salon toplantısı yapması gerekirdi. “Bahçe” olarak yorumlanan Orta Anadolu’dan MHP’nin istediği gibi bir oy çıkmaması, hayra alamet gelmedi.
MHP de CHP gibi “müttefik”lerini genişletme ve lider kadroyu sorgulamak zorunda. 3 Kasım 2002 seçimlerinde “başarısızlıktan dolayı istifa edeceğini” duyurup aradan 1 ay geçmeden partiye geri dönen, Ümit Özdağ gibi kendisine rakip olarak çıkanları partiden ihraç eden bir genel başkan, siyasi maratonu kendi kulvarında bile koşamıyor intibaına neden oluyor. Ayrıca Türkiye’nin girdiği her dönemeçte, her acil durumda “Tek çözüm erken seçim” diyen bir genel başkan, MHP gibi kökleri geçmişe dayanan bir partiyle uyumlu tablo çizemiyor. Kaldı ki 3 Kasım 2002’de yapılan seçimin tarihini bile DSP-MHP-ANAP koalisyonunda Başbakan Yardımcılığı görevini yürüten Devlet Bahçeli vermişti. Sonucun ne olduğu malum. Yine 22 Temmuz 2007’ye giderken Baykal ve Bahçeli, erken seçim istemişti. 6 ay olmasa da 2-3 ay öne çekildi seçim takvimi. Sonuç, yine malum.
MHP’nin de “erken seçim” dışında başka formüller üreten bir parti hâline gelmesi gerek. Tabii MHP’nin birden fazla “rakibi” var. Zira başörtüsü sorununun AK Parti’ye, ekonomik sorunların CHP’ye havala edilmesi gerektiği gibi bir kanı var. MHP’nin hem bu kanıyı yıkması hem de dindarlıkla AK Parti’ye oy verilmesi arasında doğrudan bir bağın bulunmadığını anlatması gerekiyor.
Tabii şu gözlemi de aktarmalıyım: 2007’den bu yana kullanılan “sağcılar MHP’ye, solcular CHP’ye oy versin” söylemi, etkisini göstermeye başladı. MHP’li Oktay Vural konuştuğunda CHP’liler “Helal olsun adama” diye Vural’ı dinliyor. CHP’li Muharrem İnce ise CHP’lilerin olduğu kadar MHP’lilerin de takdirini kazanıyor. İnsan, “Oktay Vural MHP’ye, Muharrem İnce CHP’ye genel başkan olsa ne güzel olur” cümlesini kuruyor içinden. Hatta belki daha ileri bir aşamaya geçilip iktidar talebi olan güçlü bir muhalefet partisi de kurulmalı.
Demokrat Parti için de fikir yürütmek isterdim, ancak bir-iki ziyaret dışında çalışma içinde göremedik DP’yi. Hatta Genel Merkez ile yerel yönetimler arasında bazı kopuklukların yaşandığına dair söylentiler de kulağımıza geldi.
Başbakan’ın “hayır” cephesi içinde saydığı diğer iki partiye, İP ev TKP’ye de söz söylemek lazım:
AK Parti döneminde tarım ve hayvancılıkla ilgili bazı düzenlemeler yapıldı. ekinler için kota konulmaya başlandı, hayvancılık daha az teşvik edildi. Bu durum, köyden kentlere göçü artırdı. Çünkü köylü gördü ki köyünde para kazanması ve “rahat” yaşaması oldukça zor. Köyün efendisi, şehrin ezileni olmayı göze aldı ve kente göç etti. Fakat kente göç eden köylü, bir taraftan da köy ile bağlantısını kesmedi. “Akmasa da damlar” düşüncesiyle köydeki akrabaları vasıtasıyla tarlalarını sürdürdü ya da sadece günlük ihtiyacını karşılayacak şekilde domatesini, biberini yetiştirip sofrasında kullandı. Hatta Afyonkarahisar örneğinde olduğu gibi bazı kentlerde kısmi göç yaşandı. Yani köylü, şehir merkezinde çalışıp akşam köyüne döndü.
Bu durum, “sınıf” olarak incelendiğinde, ne bir tam köylü sınıfı, ne de şehirli küçük burjuvazinden söz edebiliyoruz artık. Büyük ve yerleşik burjuvazi için ise “komprador” tamınımı kullanıverilmiyor mu hemen? İşçi sınıfı ise henüz oluşma aşamasında.
Şimdi asıl soru şu: Türkiye’de bir devrim olsa, bunun ana unsuru kimler olacak? Köylüler mi, işçiler mi, gençler mi, burjuvazi mi? Hangisi “geldiği sınıf”ın karakteristik özelliğini taşıyor? Peki Türkiye’de devrimi yönlendirebilecek bir parti var mı, parti olsa bile onun yönetim kadrosundaki anlayış, “devlet memuru” tembelliği haline gelmemiş mi?
Ha unutmadan: Devrim yapmak isteyen partilerin, her şeyden önce milleti anlamalı, milletin değerlerini özümsemeli. Bugün Anadolu’nun herhangi bir yerinde “devrim” deyince “dinsizlik” anlaşılıyorsa burada dış dinamikler kadar iç dinamiklerin de, kendilerini bir yola adadıklarını söyleyenlerin de kabahati var.
Bugün muhalefetin sorunu ciddi bir liderlik, muhalif kitleleri harekete geçirebilecek ve yönlendirebilecek lider yoksunluğudur. Önce hangi partiden olursa olsun lider kadro oluşturulmalı. Belki her şeye sıfırdan başlamalı.
Bunun dışında toplumun verdiği kararlara yukarıdan bakmak, toplumu “cehaletle” suçlamak, kendileri dışında tüm olguları bahane etmek de vazgeçilecekler listesine alınmalı.
Ölmez, sağ kalırsak tahlil serisini demokrasi-birey ilişkisi ile noktayalım.

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti