Gerçekten Osmanlı Türkleri birçok eski kavim, din, medeniyet ve imparatorlukların hüküm sürdüğü üç kıtanın ortasında ve Akdeniz havzasında dünya nizamını ve Osmanlı sulhunu (Pacta Ottomana) kurmakla ve Kanunî de cihân hâkimiyeti mefkûresinin tâcı olmakla millî tarihin en muhteşem devri yaratılmıştı. İskender, Çingiz ve Timur imparatorlukları ne kadar çabuk kurulmuş ise o kadar da çabuk parçalanmışlardı. Bunların istilâ ve yayılışları çok defa tahrip ve kıtal (katliam) ile birlikte gerçekleştiği için de Osmanlı imparatorluğuna benzemezler. Üç asır zarfında, devamlı fetihlerle ve sağlam temeller üzerinde yükselen Osmanlı imparatorluğu tarihte ancak Roma ve Hilâfet (Abbâsî) imparatorlukları ile mukayese edilebilir. Lâkin Roma ve Justinianus devrinde Doğu Roma yabancı istilâlarına maruz bulunduğu ve bazen yabancılara haraç verdiği halde Osmanlılar için böyle bir korku düşünülemezdi. Muazzam imparatorluk Avrupa ortalarında, Akdeniz ve Hind denizi civarında, Afrika ve Arabistan çöllerinde, îran hudutlarında ve Kafkas ötelerinde orduları veya hudut gazileri ile daima cihâd yaparken bu milletler camiası bir Dünya nizâmı/Nizâm-ı âlem ve dünya barışı içinde yaşıyor; devletin tebaası olan çeşitli halklar hiçbir endişe duymuyor ve hudutlardan gelen haberler bir sinek vızıltısı kadar tesir etmiyordu.
Materyalist Rom a ’da kavimler ve sınıflar-arası uçurumlara ve İçtimaî huzursuzluklara Osmanlı imparatorluğu şâhid olmamış veya bunlara fırsat vermemiştir. Cihân hâkimiyeti inancına rağmen Osmanlılar Roma gibi yabancı kavimlere mağrur bir gözle bakmıyorlardı. Maddî-manevî muvazeneye (dengeye), sınıflar ve kavimler arası âhenge (uyuma)dayanan Osmanlı devleti bir milliyetler zıddiyeti de yaratmadı. Kosova ve Ankara muharebelerinde Sırplar, Bulgarlar, Arnavutar ve Ulahlar Osmanlı ordusunda, Türklerle birlikte, ciddiyetle, savaşmışlardı. Abbâsî ve Selçuklu İmparatorlukları da hiçbir zaman Osmanlılar gibi bir siyasî istikrar ve birliğe, İçtimaî âhenge sahip olamamış; bu kudrette bir idare cihazı ve adâlet kuramamıştı (Turan, 1969, c, II, s.89-90).
Horasan’da Büyük Tuğrul-bey ve ilk halefleri Selçuklu imparatorluğunu siyasî bir inkılâp, Söğüt’te Ertuğrul ve oğulları ise Osmanlı imparatorluğunu tekâmül esaslarına göre kuruyorlardı. Birincisinin kuruluş ve parçalanması ne kadar süratli idiyse İkincisinin de yükselişi o derece tedrici (yavaş ve derece derece ilerleyerek) ve kudretli olmuştu. Horasan’da Büyük Selçuklu imparatorluğunu Kınık boyu ve Selçuk hânedanı etrafında Türkmenler, Söğüt’te Osmanlı imparatorluğu da Kayı boyu ve Osmanlı hânedanı etrafında aynı Türkmenlerle kaynaşan din adamları başlıca kuvvet olarak kurmuşlardı. Osmanlı beyliğinin bir özelliği ve şansı da hep cihatla işe başlaması idi. Bu sebeple daima Bizans’a ve Avrupa’ya karşı gazâ ediyor ve aralıksız Haçlı taarruzları karşısında bunu hayatî ve İlâhî vazife sayıyordu. Bu hususiyet bütün ilim ve din adamlarının Osmanlı cephesine katılmasına ve gazâ mefkûresini yükseltmesine yarıyordu. Hatta Osmanlılar Rumeli’ye geçiş yolunda bulunmasına rağmen, 1338’de, Karası beyliğini de muharebe değil sulh yolu ile ilhak ediyor; bir tecavüze uğramadıkça Anadolu’daki soydaşlarına karşı sefere girişmiyor; cihâd yolunda bulunan kendilerine karşı Hıristiyan devletlerle ittifak eden soydaşlarını da bir türlü affetmiyorlardı. Osmanlı beyliği o kadar sağlam temeller üzerine kurulmuştu ki devamlı olarak Haçlılara muzaffer olan devlet Timur’un darbesiyle yıkıldığı ve on yıllık bir Buhran (Fetret) devrine düştüğü halde Hıristiyan Balkan kavimleri üzerindeki hâkimiyeti sarsılmamıştır. Hâlbuki Selçuklu imparatorluğu Melik Şah’ın ve Sancar’ın ölümleriyle derhal parçalanmıştır. Timur’un sarsıntısını dirayeti ile atlatan Çelebi Sultan Mehmed bu sebeple devletin ikinci kurucusu sayılmıştır. Osmanlıların cihangirlik istikametinde bu yükselişlerine yardım eden sebepler başında, şüphesiz ilk on Osmanlı padişahının büyük ve dâhiyâne şahsiyetleri gelir. Gerçekten birbiri ardı sıra bu kadar büyük ve kudretli insan yetiştiren başka bir hânedana tarih şâhid olmamıştır. Bu sebepledir ki Osmanlı hâkanları ilâhî iradenin teyidine ve kudsî bir vazife ile vazifeli bulunduklarına inanıyor; ilim ve din adamları bu inanca bağlı bulunuyor; Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi ve Kızılelma efsânesi de bu sûretle İslâmî ve millî kaynaklardan besleniyorlardı. Pâdişâhların büyük din ve devlet adamlarını himâyeleri ve iktidara getirmeleri de büyük insanlara ve büyük devirlere uygun bir hareket idi (Turan, 1969, c. II. s.90-91).
