Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Muharrem Günay
e-posta: YAZARIN TÜM YAZILARI

TÜRKİYE’NİN NATO’YA GİRİŞİ

Milli Mücadele sırasında Türkiye-Sovyet Rusya ilişkileri karşılıklı dostluk ve dayanışma ilkelerine dayanıyordu. Aslında dönemin tarihi şartları dikkate alınınca, her iki devlet açısından böyle davranmak zaruri bir ihtiyaçtı. Çünkü ortak düşman batı emperyalizmiydi.
Sovyet Rusya Milli Mücadele döneminde Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki hareketi maddî ve manevî açıdan desteklemiş ve bu desteğin bir sonucu olarak iki taraf arasında 16 Mart 1921’de Moskova Antlaşması imzalanmıştı. İlerleyen süreçte Anadolu’daki bağımsızlık hareketi kazanılmış ve batılı devletlerle Lozan Barış Antlaşması imzalanmış, bağımsız bir Türkiye’nin varlığı herkese tanıtılmıştı. Mustafa Kemal Paşa bundan sonra genç Türkiye’nin izleyeceği dış politikayı millî egemenlik, millî bütünlük, yurtta ve dünyada barış esasları üzerine inşa etmek niyetindeydi. 1923 sonrasında Türk – Sovyet ilişkileri Lozan’dan geriye kalan meselelerin çözümünde Batılı devletlerin Türkiye’ye karşı davranışlarının etkisi altında şekillenmiştir.
Lozan’daki barış görüşmelerinde çözüme kavuşturulamayan en önemli mesele Musul’un geleceği ile ilgiliydi. Mesele ileride yine görüşme yoluyla halledilmek üzere ertelenmişti. 1924 yılı içinde Türkiye ile İngiltere arasında Musul’la ilgili birtakım görüşmeler yapıldıysa da, bir çözüm yolu bulunamadı.
Lozan Antlaşması’nın ilgili hükmü ise çözümsüzlük durumunda meselenin Milletler Cemiyetine taşınmasını öngörüyordu. Türkiye tümüyle İngiltere kontrolündeki bu cemiyetten kendi lehine bir karar çıkmayacağı hususunda kısa süreli bir tereddüt yaşasa da, nihayetinde bu hükmü kabul etmek zorunda kaldı. Konu 1924 yılı Eylülü’nde Milletler Cemiyeti Konseyinde görüşülmeye başlandı. Konsey öncelikle bir Türkiye-Irak geçici sınırı belirledi ve ardından meseleyi ilgili devletlerin de katılacağı uluslararası bir komisyona havale etti. Söz konusu komisyon Musul bölgesinin İngiltere mandası altında Irak’ın bir parçası olarak kabul edilmesi hususunda bir karar aldı. Gelinen noktada mesele tümüyle İngiltere’nin istekleri doğrultusunda çözümlenmiş oluyordu. Dolayısıyla Türkiye doğal olarak bu kararı tanımadı. Bu arada 1924 yılında Mussolini liderliğindeki İtalya’nın Anadolu’yu kendi hayat alanı olarak nitelemesi karşısında Türkiye kendine denge unsuru olabilecek bir devlet arayışına girdi. İşte tüm bu gelişmeler Türkiye’yi Sovyet Rusya’ya itiyordu. Buna karşılık savaş sonrasında galip devletlerin Almanya’yı kendi yanlarına çekerek Sovyet Rusya’yı izole etme politikaları da, Sovyetleri Türkiye’ye yaklaştırıyordu. Sovyet Rusya 1917 yılından ve özellikle de1921-1922’den sonra etrafını çevreleyen kapitalist bloğu yıkmak için dış politikasında iki ana ilke belirlemişti. İlki kendi komşuları ile iyi ilişkiler tesis etmek, diğeri ise mümkün olduğu kadar Almanya’yı batı ülkelerinden uzak tutmaktı. Nitekim Sovyetler bu esaslar doğrultusunda öncelikle 1921 yılında komşularıyla dostluk ve barış antlaşmaları imzalamış ve iyi ilişkiler tesis etmişti. Ancak dış politikasının ikinci ana eksenini oluşturan Almanya’yı batılı devletlerden ayırmak politikasını uygulamada ise başarı gösterememiştir.
Sovyetler Birliği ile batılı ülkeler arasındaki ticarî ilişkileri yeniden tesis etmek amacıyla toplanan 1922 Cenova Konferansı sırasında Sovyetler, Almanya ile gizli bir takım görüşmeler yapmış ve neticesinde 16 Nisan 1922’de Rapallo Antlaşması imzalamıştı. Ancak 1924 yılına gelindiğinde Avrupa’da siyasi dengeler değişmeye başlamıştı. Fransa ile Almanya arasındaki tarihsel düşmanlığa sebep olan Ruhr meselesi Fransa’nın istekleri doğrultusunda çözümlenmiş, dolayısıyla iki ülke arasındaki ilişkiler yumuşama eğilimine girmişti. İşte böyle bir ortamda, 1925 Şubatı’nda Fransa, İngiltere, İtalya ve Almanya arasında bir saldırmazlık anlaşması için görüşmeler başladı. Nihayetinde 16 Ekim 1925’te İsviçre’de Locarno’da, Locarno Antlaşması adını alan belgeler Fransa, İngiltere, Almanya, İtalya, Belçika, Polonya ve Çekoslovakya arasında imzalandı. Bu belgelerden ilki Almanya, Belçika, Fransa, İngiltere ve İtalya arasında imzalanmış olup, Almanya ile Fransa ve Almanya ile Belçika arasındaki sınırların kesinliği üzerineydi. Dolayısıyla bu antlaşma sayesinde Almanya ile diğer Avrupa ülkeleri arasındaki sınırlar garanti altına alınmış olurken, aynı zamanda Almanya tekrar Avrupa milletlerarası iş birliği sisteminin içine dâhil edildi. Tüm bu gelişmeler yukarıda da ifade edilen Sovyet dış politikasının ikinci önemli hedefini ters yüz ediyor, Almanya’yı Sovyetler Birliği’nden uzaklaştırıyordu. Bu durumda Sovyetler Locarno sistemi ile oluşan bu yeni gruplaşmayı kendine yöneltilmiş bir hareket olarak değerlendirdi. İşte tam bu noktada bir yanda Locarno sistemi, diğer yanda Milletler Cemiyetinin yanlı tutumu ile İtalyan tehdidi, Türkiye ile Sovyetler Birliği’ni yakınlaştırdı. Birbirinin benzeri koşulları içinde bulunan bu iki komşu ülke, Milletler Cemiyetinin Türkiye aleyhindeki Musul kararının ertesi günü, 17 Aralık 1925’te Paris’te “Türkiye-Sovyetler Birliği Dostluk ve Tarafsızlık (Saldırmazlık) Antlaşması’nı” imzaladılar.
Bu antlaşma Sovyet Dışişleri Bakan Yardımcısı Karahan’ın ziyareti sırasında, 17 Aralık 1929’da yenilenmiş ve yine muhtelif yenilemelerle 1945 Mart’ında Sovyetler Birliği tarafından feshedilinceye kadar yürürlükte kalmıştır. Netice itibarıyla 17Aralık 1925 tarihli bu antlaşma Musul meselesi nedeniyle yapılan dayatmaya ve İtalyan tehdidine karşı Türkiye’nin bir denge arama çabası olarak nitelenebilir. Bu yönüyle antlaşmayı Atatürk döneminde izlenen, “akıl ve barış temelinde ülkenin geleceği ve çıkarları açısından ittifaklara girmek” şeklinde formüle edilebilecek olan dış politika ilkesinin ilk örneği olarak da değerlendirmek mümkündür (Attar, (tarihsiz) Atatürk Ansiklopedisi, Türkiye Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması,). Türkiye II. Dünya Savaşı’nda tarafsız kalabilmek için savaş süresince kararlı bir politika izlemiştir. Savaşın sonlarında ise kurulacak olan Birleşmiş Milletlere (BM) üye olmayı istemiştir. Bu amaçla 1944 yılında yenilme aşamasında olan Mihver devletleri ile ilişkisini kesme yolunu seçmiş ve 23 Şubat 1945 tarihinde de Almanya’ya ve Japonya’ya savaş ilan etmiştir. Böylece 24 Şubat 1945 tarihinde BM Beyannamesi’ni imzalayarak BM kurucu üyeleri arasında yer almıştır (Akkaya, 2012:2). Türkiye 1945 yılının Nisan ayında San Francisco Konferansı’na kurucu üye sıfatıyla katılarak ve BM antlaşmasını imzalayarak demokratik idealler için de söz vermiş oluyordu (Zürcher, 2010: 306). Bu doğrultuda 1946 yılında çok partili demokratik sisteme geçilmiştir.

YAZARLAR

TÜMÜ

SON HABERLER