Kanuni Sultan Süleyman’ın babası Yavuz Sultan Selim “Dünyayı bir padişah için küçük gören bir düşünceye sahipti. Yavuz’a izafe edilen ve bütün dünya arazisini tek bir devlete kâfi gelmeyecek kadar küçük ve dar gösteren büyük sözün, Kanuni devrinde kan dökülmesine sebep olmuş bir harici siyaset düsturu şekline inkılâp etmesi, bütün insanlığı alakadar eden o geniş ve yüksek düşüncenin en açık delilidir. “Yeryüzünde bir tek imparator vardır, oda Sultan-ı âlem olan Türk padişahıdır” şeklinde ifade edebileceğimiz bu dış siyaset düsturunun diplomasi sahasındaki ilk tecellisi, Avrupa’nın en mühim kısımlarından başka Amerika’da bile arazisi bulunan İspanya kralı ve Alman imparatoru Charles-Quint/Beşinci Karlos’un (Şarklen’in) “İmparator” unvanını Türk hükümetinin kabul etmemesinde gösterilebilir. Charles-Quint’in o sırada Avusturya hükümdarlığında bulunan kardeşi Kral Ferdinand, Türklerin fethetmiş oldukları Macaristan üzerinde bir takım vasi haklar iddia ederek İstanbul’a elçiler göndermiş ve bu elçiler 937=1530 senesi 19 teşrinisani = 28 Rebi-ül-evvel cumartesi günü Vezir-i a’zam İbrahim Paşa’nın huzuruna kabul edildikleri zaman kendilerine sulh şartı olarak, dünyada Osmanlı padişahından başka bir kimsenin “İmparator” unvanını taşımasına müsaade edilemeyeceği için, vilayet-i İspanya kralı olan Karlos’un, Almanya’dan İspanya’ya çekilmesi ve “anun” baş valisi olan karındaşı Fererıduş’un da her türlü iddiadan vazgeçerek Türk hâkimiyetine girmesi lüzumundan bahsedilmiştir. Kanuni’nin yirmi üç sene Nişancılığında, yani o zamanki teşkilata göre Hariciye Nazırlığında bulunmuş olan meşhur müverrih Celalzade-Mustafa Çelebinin Tabakaatül Memalik’tinde Charles-Quint’den bahsederken;
“Zu’m-i fasidlerince sahib-kıran-ı âlem kendü istilahına-felahlarınca imparador-ı a’zam geçinürler!” (İnsanlara zulüm edip, yeryüzünde bozgunculuk çıkarıp kendisinin âlemin ve insanlığın sahibi zannedip kendilerini büyük imparator zannederler) , demesi işte bu millî siyaset düsturundan dolayıdır. Kanuni’nin 938=1532’deki’’Alman seferinin en mühim sebeplerinden biri de işte budur. Bu Beşinci sefer-i Hümayun’da takip edilen maksat, Avrupa’yı fethedip doğrudan doğruya Türk idaresine almak değil, Türk üstünlüğüne karşı gelebilecek hiçbir kuvvet bırakmayarak, tekmil Avrupa üzerinde umumi bir hegemonya kurmaktır. Seferden sonra 939= 1533 senesinin 22 Haziran=29 Zilkade pazar günü akdedilen İstanbul muahedesi (antlaşması) bu maksadı kısmen temin etmiş ve Kral Ferdinand Osmanlı padişahını “baba ve matbu” tanıdıktan başka “kardeş” diye hitap ettiği Vezir-i-a’zamla da müsavi sayılmayı kabul etmiştir. Charles Quint’in idaresinde bulunan bütün devletler namına, Türk hegemonyasına resmen boyun eğmesi, kardeşi Ferdinand’dan on dört sene sonra 954=1547 tarihinde akdetmek mecburiyetinde kaldığı muahede üzerinedir. Bu ağır muahede mucibince her sene Mart ayının evvelinde, Türk hazinesine otuz bin altın haraç verilmesi takarrür etmiş; Charles Quint’in Almanya imparatorluğu tasdik edilmediği için, “Vilayet-i İspanya kralı Karlos” unvanıyla iktifaya mecbur olmuş; bu muahede (antlaşma) ahkâmı Papalık makamıyla Venedik Cumhuriyetine ve Fransa ile Avusturya krallıklarına da teşmil edilmiş ve Avrupa üzerindeki bir Türk hegemonyası kuran böyle bir muahedeyi bile karşı tarafın istirhamı üzerine “Kemal-i İnayet-i Padişahane” sinden dolayı kabul buyurduğundan bahseden Kanuni, bu şerefli vesikayı o senenin 8 teşrinievvel (Ekim)=23 Şaban cumartesi günü tasdik etmiştir.
Kendisini yeryüzünün yegâne imparatoru ilan eden Sultan Süleyman’ın bu büyük dava uğrunda giriştiği hegemonya seferleri esnasında, Protestan mezhebini neşre çalışan Luther’in vaazlarında, Türklere mukavemeti “Allah’ın kuvvetlerine karşı gelmekle bir tuttuğu” ve bir taraftan da “Avusturya topraklarından birçok ailelerine muntazam ve adil bir idarede insanca yaşayabilmek için Türkiye’ye hicret ettikleri” ve hatta bu muhaceretler bir asır kadar devam ettiği için daha sonraları 1041 = 1631 tarihinde Budin Beylerbeyi Hasan Paşa tarafından Palatin Esterhazy’ye zulümden vazgeçilip bu muhaceret cereyanına bir nihayet verilmesi hakkında ihtarnameler bile göndertildiği muhtelif vesikalarla sabittir. Tabii artık hükümdarlar hükümdarı ve insanlık haklarının muhafızı vaziyetine geçen Kanuni ile dünyada ondan başka imparator olamayacağını ilan eden hükûmeti nazarında bütün yer yuvarlağı bir tek Kızıl Elma hâline gelmiş demektir. (Danişmend, 1966, s.129-130)
1553’de İstanbul’a gelen Alman imparatorunun elçilik, heyeti reisi Busbecq’in Türkiye hakkındaki müşahede ve düşünceleri çok dikkate şâyândır O Türk ordusunda gördüğü iman, nizâm, fedakârlık ve temizlik dolayısıyla hayranlığını belirtirken kendi memleketinde hüküm süren fakirlik, atâlet imansızlık, maneviyat bozukluğu, ordunun disiplinsizliği, sebatsızlığı, subayların zulmü, sefahat, sarhoşluk ve kumardan çok şikâyet eder. Ona göre iki düşman kuvvetten biri için sukut mukadderdir. Türk ordusu mağlûbiyet görmemiş, tecrübeler kazanmış, sabırlı, intizamlı olup daima zafer şarkıları söylemiş; şan ve şerefe alışmış ve uğurlu istikbale inanarak İran’dan Macaristan’a kadar çok azîm kaynaklara sahip olmuştur. O, “Bu gidişin sonu hakkında bir tereddüt var mıdır? Bizim hâlimiz malûm; ne korkunç şey Allahım!’ Cümleleri ile büyük Türkiye ile Avrupa arasındaki kuvvet farkını güzel ifâde eder. Busbecq: “Türklerin mevcûd sistemini kendi sistemimizle mukayese edince istikbalin başımıza getireceği felâketleri düşünüyor, titriyor ve akıbetimizden korkuyorum” cümlesini de ilâve eder. O, Osmanlıların Safevî İran’ı ortadan kaldırdığı takdirde artık Avrupa’nın sukutunu da mukadder görür. Gerçekten Osmanlı imparatorluğu Şarktaki Türk devletleri, bilhassa Timur, Ak-Koyunlu ve hepsinden mühim olarak Safevî İran’ın arkadan taarruzları ve Hıristiyan devletlerinin ittifakları ile karşılaşmasa idi parçaladığı Avrupa’yı fethedebilirdi. Padişahı görmek için Amasya’ya giden elçinin orduyu tasviri de dikkate şâyândır. Ona göre ordugâhın muazzam kalabalığı içinde insanlar heykel gibi duruyor; hiçbir gürültü, ses ve kıpırdama yok; sükûnet ve vakar hâkim. Hâlbuki: “bizde birkaç kişi bir araya gelince derhal gürültüler, vakalar ve nizamsızlık başlar”. İşte kültürü ve görüşleri ile yüksek bir diplomat olan Busbecq iki rakîb dünya arasındaki farkı bu suretle meydana koyuyordu. (Turan, 1969, c, II, s. 95, 96)
