İzmir'in İşgalinden Sonra Afyon Ve İlçelerinde Mitingler Yapıldı
Türkiye Cumhuriyeti'nin 102. yılı kutlamaları kapsamında Afyonkarahisar Valiliği, Afyon Kocatepe Üniversitesi (AKÜ) Rektörlüğü, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürlüğü ve Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölüm Başkanlığı tarafından 'Maziden Atiye Cumhuriyetin Hikayesi' başlıklı panel düzenlendi.
Erdal Akar Konferans Salonunda düzenlenen moderatörlüğünü AKÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölüm Başkanı Prof. Dr. Gürsoy Şahin’in yaptığı, konuşmacı olarak Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Dr. Ahmet Altıntaş ve Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Feyza Kurnaz Şahin’in yer aldığı panele; Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hüseyin Koçak, Afyonkarahisar İl Emniyet Müdür Yardımcısı Halil İbrahim Küpeli ile birlikte öğretim elemanları ve öğrenciler katıldı.
Panelde açış konuşmasını yapan moderatör Prof. Dr. Gürsoy Şahin, Türk tarihinin birçok dönüm noktasının bulunduğunu ama yakın tarihte en önemli kırılma noktalarından bir tanesinin Cumhuriyetin ilanı olduğunu ifade etti. Şahin, “Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminden itibaren bir dizi gelişme ve tartışmanın sonucunda bir rejim tercihinde bulunuldu. I. Dünya Savaşı sonrasında yıkılan bir imparatorluk ve ardından kurulan bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti var” dedi.
Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Dr. Ahmet Altıntaş ise “Cumhuriyete Giden Süreçte Milli Egemenlik” başlıklı konuşmasını gerçekleştirdi. Konuşmasında; Fransız İhtilali, Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, Meşrutiyet Dönemleri ile Osmanlı Devleti’nin politikalarını anlatan Altıntaş, “Mustafa Kemal, Harp Okulu öğrenciliği esnasında arkadaşları ile sohbet ederken bir gün konuşma esnasında arkadaşlarına diyor ki ‘seni Milli Eğitim Bakanı yapacağım, seni Milli Savunma Bakanı yapacağım. Arkadaşlarından biri Mustafa Kemal’e soruyor tamam bizi bakan yapacaksın da sen ne olacaksın? Mustafa Kemal de diyor ki sizi bu makamlara atayabilecek bir makamda olacağım’ şeklinde bir görüşü vardır” diye konuştu.
Türk milletinin modernleşmesinde üç ana unsurun bulunduğunu belirten Altıntaş, “Bunlardan bir tanesi ordudur. Ordu vasıtasıyla bize modernleşme gelmiştir. Bir sonrası tıp fakültesidir. Tıbbiye sonrasında gelişmeler ortaya çıkmıştır. Bir diğeri de bizim mülkiye olarak ifade ettiğimiz yöneticileri yetiştiren kurumlardır. Bu şekilde modernleşmeye çalışılmıştır ve Fransız usulü bizde esastır. II. Dünya Savaşına kadar da önemli ölçüde bu gelenek bozulmayacaktır” ifadelerini kullandı.
Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışını değerlendiren Altıntaş, kongreler ve Cumhuriyet’in ilanına giden süreci şu ifadelerle anlattı:
“Mustafa Kemal, Samsun’a çıkıyor. Samsun’a çıktıktan sonra Samsunluların İzmir’in işgalinden haberi olmadığını fark edecektir. Mustafa Kemal verdiği emirle Türk İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalini kabul etmeyerek protesto ve mitinglerin başlamasını emretmiştir. Milletin farkında olması gerektiğini söylemiştir. Şuhut’ta, Afyonkarahisar’da, Sandıklı ve Bolvadin’de mitingler yapılmıştır. Samsun’dan sonra Mustafa Kemal, Amasya’da ilk siyasi çıkışını da yapacaktır. Amasya’da Mustafa Kemal; İstanbul Hükümetinin görevini yerine getiremediğini ifade ediyor. İstanbul Hükümeti görevini yerine getiremiyorsa halk kendi kaderine el koyacaktır. Mustafa Kemal’in milli irade kavramını ilk dillendirdiği yer Amasya Genelgesi’dir. Arkasından Erzurum Kongresinde halkın kendi iradesine el koyması; vatan bir bütündür parçalanamaz fikri, adeta Doğu’da bağımsızlık manifestosudur. Sivas Kongresi de bunun tüm ülkeye yayılmış halidir. Milli irade kavramının ve egemenliğin halk tarafından ortaya konulması gerektiğini haykıran bir kongredir. Arkasından Büyük Millet Meclisi açılacaktır. Meclis açıldığında arkada yazan bir yazı vardır; ‘hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir’ ifadesi kullanılıyor.”
Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Feyza Kurnaz Şahin ise “Bir İdealin İzinde: Cumhuriyet ve Kazanımları” başlıklı sunumunda Cumhuriyeti ilan eden kadronun ve entelektüellerin psiko-politik yönelimlerine değindi. Şahin, “Onların da kendi geçmişinden ya da kendi dönemlerinden getirdikleri birtakım psiko-politik düşünceler var. O dönemin aydınının psiko-politik yönlerine bakarak Cumhuriyeti kurarken ya da kurduktan sonra yeni Cumhuriyetin devamını sağlamaya yönelik çabaların başarı ve hatalarını konuşmamız gerekli. Cumhuriyeti kuran entelektüellerin ya da devlet adamlarının içindeki o psiko-politik yapı neydi? Ya da yönelimler neydi? Bunları idrak edersek Cumhuriyetin kurulması, kurulurken nasıl bir tabana oturduğunu çok daha iyi algılayabiliriz” dedi.
Osmanlı’nın son döneminden itibaren, o dönemin aydınlarını etkileyen en önemli hususlardan birinin beka endişesi olduğunu belirten Şahin, şunları söyledi:
“Özellikle Balkan Harbi, bu endişenin zirveye ulaştığı dönem olmuştur. Bir beka meselesi vardır: Devleti nasıl yaşatabiliriz? Sorusu gündemdedir. Cumhuriyet kurulduktan sonra ise bu kez ‘Cumhuriyeti nasıl yaşatabiliriz?’ düşüncesi öne çıkmıştır. Nitekim Cumhuriyet kurulmuş olsa da, dünyanın farklı bölgelerinde benzer rejimlerin başarısız olduğu örnekler mevcuttur. Örneğin, I. Dünya Savaşı sonrasında Almanya’da Weimar Cumhuriyeti kurulmuş ancak bu yönetim başarısız olmuştur. Öte yandan, Fransız İhtilali sonrası kurulan Cumhuriyet de bir süre sonra monarşiye geri dönmüştür. Bu bağlamda, uluslararası diplomatik çevrelerde Türklerin kurmuş olduğu bu yeni ve muzaffer devlete, Cumhuriyet rejimi açısından çok fazla şans tanınmamıştır. Hatta, bu Cumhuriyetin ya da devletin 3–5 yıl içerisinde çökeceğine dair görüşler dile getirilmiştir. Osmanlı’dan Cumhuriyete intikal eden entelektüel yapıya baktığımızda, bu kişilerin ‘varlık-yokluk’ meselesinden geldikleri görülmektedir. Özellikle Balkan Harbi sonrasında yaşanan inhitat söylemleri, büyük bir imparatorluğun Trakya ve Anadolu’ya sıkışması gerçeğini ortaya koymuştur. Bu durum, ‘Biz bu devleti yaşatabilecek miyiz?’ sorusunu beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla, dönemin aydınlarının yaşadığı histeri ve melankoliyi mutlaka dikkate almak gerekir. O dönemdeki başarıların ya da başarısızlıkların temelinde bu duygusal atmosferin etkisi büyüktür. Bu ortamda her şeyi çabucak yapma, hızlı aksiyon alma çabası görülmektedir. Bu acelecilik, bir tür ‘kurtarma refleksi’nin sonucudur. Zira, koskoca bir imparatorluk yıkılmış, yerine yeni bir devlet kurulmuştur ve zihinlerde hep aynı soru vardır: ‘Bu Cumhuriyeti yaşatabilecek miyiz?’ Bu panik ve histeri içerisinde, her şeye rağmen ihtiyatlı bir iyimserlik de varlığını sürdürmüştür.”
Batı’ya karşı bir gerginliğin olduğunu söyleyen Şahin, “Batı’ya hınç ve hasetlik bir bakış var. Bir kenarda Osmanlı’nın son döneminden itibaren Osmanlı’yı nerdeyse özellikle iktisadi bağlamda yarı sömürge haline getirmiş bir Batı dünyası var. I. Dünya Harbi sonrasında ise Osmanlı Devleti ile imzalanan Mondros Mütarekesi mevcut. Mütareke sonrası mütarekeye aykırı olarak işgaller başladı ve imparatorluk yıkıldı. Yıkılışındaki en büyük etken Avrupa ve kapitülasyonlar. İmparatorluğun kaybedilmiş olmasından kaynaklı bir öfke var. Bunun yanında aynı zamanda da Avrupa’ya karşı öfke ve kıskançlık var. Biz, muasır medeniyet seviyesine ulaşacağız ve onu geçeceğiz. Avrupa eleştiriliyor; sen katı bir akılcısın, katı bir rasyonalistsin, Hristiyan taassubuna sahipsin, ben eğer Batılılaşacaksam senden çok daha güzel yaparım bu işi. Çünkü bende Şark’ın hümanizmi var şeklinde bir algıya sahipler. Avrupa’ya yetişmem lazım söylemi var; biz bunu bütün o dönemin entelektüel kesiminde görüyoruz. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Avrupa ile açılmış olan arayı ciddi bir şekilde kapatma çabası var” dedi.
Cumhuriyet’in Osmanlı’ya kıyasla çok daha köylü bir toplum yapısına sahip olduğunu ifade eden Şahin, şunları kaydetti:
“1927 Genel Nüfus Sayımına göre, Türkiye’nin nüfusu 13 milyon 660 bin 270 kişi olarak belirlenmiştir. Bu nüfusun yüzde 23,5’i şehirlerde, yüzde 76,5’i ise köylerde yaşamaktadır. Bu veriler, Cumhuriyet’in Osmanlı’ya kıyasla çok daha köylü bir toplum yapısına sahip olduğunu göstermektedir. Cumhuriyet köylü bir devletti; çünkü nüfusun büyük çoğunluğu, yani yaklaşık yüzde 76’sı köylerde yaşamaktaydı ve bu kesim birçok imkândan mahrum durumdaydı. Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde sıtma ile mücadele en önemli halk sağlığı sorunlarından biriydi. Dolayısıyla, Cumhuriyet’in köye inmesi, yani köylüye ulaşması bir zorunluluk olarak görülmekteydi. Eğer Cumhuriyet, bir modernleşme ve çağdaşlaşma perspektifi ortaya koyuyorsa ya da muasır medeniyet seviyesine ulaşma idealine sahiptiyse, mutlaka köylüye ulaşması gerekiyordu. Ancak Cumhuriyet’in köylüye ne ölçüde ulaşabildiği konusu tartışmalıdır. ‘Kemalizm’in taşrası’ olarak tanımlanan ideallerin tam anlamıyla hayata geçirilemediği görülmektedir. Bununla birlikte, Cumhuriyet’in bu yönde bir ideal ortaya koyduğunu ve bu ideali gerçekleştirme yönünde ciddi çabalar sarf ettiğini belirtmek gerekir.”
Panel, soru cevap bölümün ardından teşekkür belgesi takdimi ile sona erdi.
Bakmadan Geçme

