Kırk Pencereli Konak, 'sağlık'a kapı açacak
SinadaKitapevi'nden çıkan Kırk Pencereli Konak'ın yazarı Hasan Erbay ile,SinadaKitapevi'nde bir araya geldik. Bir taraftan çaylarımızı yudumlarken, bir taraftan da edebiyatı ve hedefleri konuştuk. Erbay, Sinada Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Hasan Başdemir'in tarifi ile 'Afyonkarahisar'ın Sabahattin Ali'si.' Bu tanımlama karşısında boynunu bükerek tebessüm eden Erbay, 'Bu tür benzetmeler için henüz erken görüşünde. Afyon Kocatepe Üniversitesi'nde Öğretim [&hellip]
SinadaKitapevi’nden çıkan Kırk Pencereli Konak’ın yazarı Hasan Erbay ile,SinadaKitapevi’nde bir araya geldik. Bir taraftan çaylarımızı yudumlarken, bir taraftan da edebiyatı ve hedefleri konuştuk. Erbay, Sinada Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Hasan Başdemir’in tarifi ile “Afyonkarahisar’ın Sabahattin Ali’si.” Bu tanımlama karşısında boynunu bükerek tebessüm eden Erbay, “Bu tür benzetmeler için henüz erken görüşünde. Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde Öğretim Görevlisi olan ve “Yardımcı Doçent” unvanını taşıyan Hasan Erbay, “etik” alanında bölgenin en yetkin isimleri arasında. Tabii siz karşılaştığınızda “Hocam, çok başarılısınız, çok bilgilisiniz” demeyin; çünkü mahcubiyetinden yüzü kızarıyor.
2010 yılından bu yana öykü alanında birçok ödül kazanan Hasan Erbay ile Kırk Pencereli Konak ve bundan sonraki projelerini konuştuk.
GAZETENİZ KOCATEPE: İlk edebi kitabınız Kırk Pencereli Konak’ın imza gününü geçtiğimiz günlerde gerçekleştirdiniz. Kitaptan bahsedelim. Bu kitapta nasıl hikayeler var?
Hasan Erbay: Öykü kitabı bir seçki. Son 5-6 yıldır benim çeşitli platformlarda basılmış ve ödül almış öykülerimden oluşan bir seçki. Başlıkla içindekiler arasında bir uyum yok. Başlık, üst perdeden bir şeyler anlatıyor. İçinde 8 tane birbirinden bağımsız öyküler var. Zamansal bir düzlemde hem geçmişe yönelik, hem de günümüzü anlatan öyküler var.
Özellikle büyük akrabalarınızın göç hikayelerinden de bahsediyorsunuz. Aslında ben bir okuyucu olarak ‘Keşke bunlar roman olsaydı’ diye düşündüm. Devamı gelecek mi?
Allah ömür ve izin verirse olacak. Bizim ailemizin göç hikayesi Aydın bölgesinden. Bana ilham veren de bu göç olayı. Kadı ile anlaşamayıp toprak anlaşmazlığına düşüp o toprakları terk edenlerin öyküsünü yazmak istedim. Bunu birtakım edebi unsurlarla da destekledik. Oradaki kahramanlardan kızın ismi, benim halamın ismi. O türden bağlantılar var. İsimler gerçek ama bazı kısımlarda kurgu var. Mesela Menderes’in coğrafi konumu ve akışı, Buldan’dan akması üzerinden isteseniz de bir değişiklik oluşturamıyorsunuz. İkinci öykü tamamen kurgu. Pek çok okuyucumuz, o öyküyü ilk öyküden daha iyi görüyorlar. Tıp tarihçisi olduğum için İzmir’deki Karantina Merkezi üzerinde akademik çalışmalarım da vardı, ama edebiyatla daha iyi yoğrulmuş oldu. İkincisinde ise İspanya’dan kalkan Anadolu’ya gelen kişilerin öyküleri var. Bu iki öykü göç üzerine kurulu. Bu biraz da benim çocukluğumla ilgili bir şey. Yaz aylarında tütün tarlasının olduğu beldeye göçerdik. İki ay hep orada kalırdık.
Romanlaştırılır mı bu öyküler?
Bu öyküler, sanki burada kalmalı. Çok açıldığı zaman olmaz gibi geliyor bana. Roman yazmayı düşünüyorum. Ama ucu açık. 3 ay da olabilir, 3 yıl da olabilir. Ben kendimi hasbelkader öykücü ya da öykücü geçinen birisi olarak görüyorum kendimi.
İKİNCİ KİTAP GELİYOR
Sizin için Sabahattin Ali diyenler var…
İkinci kitapta o tanımlamalar, benzetmeler daha çok oturur. İkinci kitabımız baskıya hazır hâlde. Ankara’da bastırıyoruz. Türkiye’de örneği olmayan bir tür olacak. Sağlık ortamını, tıp ortamını anlatan bir öykü kitabı olacak. O da beni çok heyecanlandırıyor. Benim bilebildiğim kadarıyla Türkiye’de ilk. Ben 3 yıldır Tıp ve Edebiyat derslerini de veriyorum. Bu alanda emek harcayan birisi olarak bilebildiğim kadarıyla Türk Edebiyatı’nda böyle bir örnek yok. Anton Çehov’un bazı öykülerinde benim dediğim tarzlar var. Peyami Safa’nın da bazı öykülerinde de sağlıkla ilgili anlatımları görürüz. Ama bu kitap, ele alındığında başından sonuna kadar sağlıkla ilgili öykülerin yer aldığını göreceğiz.
YARIŞMAYA KATILDI,
ESERİ SAHNELENDİ
Yazma merakı nereden geldi?
İlkokuldan beri yazma isteğim var. Anneannem rahmetlinin bir sözü vardı: Uçan kuşun kanadını kırmayacaksın. Ortaokul ve lisede bu kanat kırıldı. Bu nedenle çok bir şey çıkmadı. Tıp Fakültesi 3’üncü sınıfta bir şeyler çıkmaya başladı. ‘Bunları bir kâğıda aktarmalıyım’ diye düşünmeye başladım. Esas olarak 2010 yılında başladı. O dönemde Sağlık-Sen’in bir anı yarışması vardı. Hasbelkader benim de o yarışmadan haberim oldu. Bir anımızı gönderdim yarışmaya. 14 Mart Tıp Bayramı’nda bizi Ankara’ya çağırdılar. Ben de ‘Bizim eser, herhalde ilk 10’a girdi’ diye düşündüm. Bakan Bey de geldi. Bize ‘Hocam, üçünüz, şuraya oturacaksınız’ dediler. O zaman fark ettim ki bizim eser ilk 3’te. Açılıştan sonra ‘Size bir tiyatro sahneleyeceğiz’ dediler. Sahneye bir baktım ki benim yazdığım anı, profesyonel tiyatrocular tarafından oynanıyor. Benim için bir başlangıç oldu. Hemen ardından Üsküdar Belediyesi’nin düzenlediği yarışmaya katıldım. Onun konusu göçtü. Orada 1500-1600 civarında katılımcı vardı. O yarışmada da mansiyon aldım. Ankara Tabip Odası’nın, çeşitli sağlık derneklerinin yarışmalarına katıldık. Ondan sonra bu bir kartopu gibi bir başladı yuvarlanmaya. Bu sene de oturduk, bir kitapta toplamak istedik. Bu öykü seçkisi ortaya çıktı.
BİR KIVILCIMLA BAŞLAR
Edebi bir metin yazmak için bir ilham mı bekliyorsunuz, yoksa bu kendiliğinden mi gelişen bir şey?
Bilimsel yazın ile edebi yazın birbirinden çok farklı. Benim pek çok bilimsel makalem var. 10-15 atıf alıyor. Ama 5-10 yıl sonra kimse onu hatırlamayacak. Çünkü o makalenin güncelliği ortadan kayboluyor. Edebiyatta ise öyle değil. Bu kitap çıkalı 3 ay oldu. Beni İstanbul’dan, Ankara’dan takip edenlerin olduğu gördüm. Edebiyatın kalıcılığı çok daha fazla. Onu fark ediyorsunuz. Edebi yazın için açıkçası bir sihirli değneğim yok. İçten gelen bir durum bu. İlham demek istemiyorum, birikimle alakalı. İlk kıvılcım oluşmazsa siz başlayamıyorsunuz. Kar yağarken bir serçe görüyorsunuz. Serçenin ağzında bir leblebi var meselâ, oradan ilk kıvılcım çıkıyor. O kıvılcımı hemen kâğıda aktarmanız gerekiyor.
Yazan kişiler, ‘Bilgisayar başına oturduğumda bir süre sonra klavye beni yönetmeye başladı’ diyor. Sizde durum nedir?
Bende kurgu aynı devam ediyor. Kurguya ben hükmediyorum. Sınırları ben kendim çiziyorum. Elinizde bir kova su var, o kovadan boşalan suyun yönünü ben belirliyorum. Frekansı tutturdunuz mu, uykusuzluk ya da başka bir şey aklınıza gelmiyor. Öyküde bu kolay, ama romanda daha zor.
SABAHATTİN ALİ’Yİ ÖNERİRİM
Yazmak için duygusal ve edebi anlamda dolmak da lazım. Hasan Erbay, neleri okur, hangi yazarları tavsiye eder?
Ben çok iyi bir okuyucu değilim. Dönem dönem çok okurum, bazen elime hiç kitap almadığım da olur. Akademik uğraşlar, başka bir şey. Ben seçici bir okuyucuyum. Eşim çok iyi bir okuyucudur. Onun süzgecinden gelenleri okurum. Böylece daha iyi okuma faaliyeti, daha özgün bir okuma listesi oluyor. Sabahattin Ali mutlaka okunmalı. O bence çok etkileyici bir yazar. İçimizdeki Şeytan, beni çok etkiledi. Başka bir ülkeden gelen birisi ‘Sizin edebiyatınızdan bir kişiyi söyle’ dese, Sabahattin Ali’yi söylerim. >> Murat ARISOY’un Özel Röportajı
HASAN ERBAY’IN ÖDÜLLERİ
1. Sağlık-Sen Geleneksel Anı Yarışması Birincisi – İnsan ve Zaman – 2010
2. Ümraniye Belediyesi “Yol ve Seyahat” Konulu 7. Geleneksel Hikaye Yarışması – Mansiyon -Kırmızı Gelin – 2011
3. Kayseri Melikgazi Belediyesi ve Türkiye Yazarlar Birliği Kayseri Şubesi “Göç” Konulu Hikaye Yarışması Birincisi – Demirkazık – 2013
4. Bedri Rahmi Eyüboğlu Adına Hikayeler – İskilip Kaymakamlığı – Yarışma Kitabında Yayımlanma – Sepetçi – 2014
5. ATUDER (Acil Tıp Uzmanları Derneği) Acilin Öyküsü Öykü Yarışması Kitabında Yayımlanma – Kuru – 2015
6. Malatya Tabip Odası “Şiddete Beyaz İsyan” Anı ve Hikaye Yarışması Kitabında Yayımlanma – Yoğun Bakım Kapısında – 2015
7. Ankara Tabip Odası Öykü Yarışması Kitabında Yayımlanma – Baş Ağrısı – 2015
KENDİ AĞZINDAN HASAN ERBAY
Ege’nin bir dağ köyünde doğdu.
Yorulmak bilmeyen, eli nasırlı, yüreği ılık insanların arasında büyüdü.
Lastik ayakkabı giydi, tütün kırdı, merkebin semerinde uyuyakaldı…
Toprağa, taşa; havaya, kuşa…
Doğaya ait ne varsa saf olan her şeye tutkun…
Okumayı sevdi, çok sevdi.
Ardına baka baka köyünden ayrılıp büyük şehirlere gitti,
Anasının kokusu burnunda tüttü.
Okullar bitirdi, yürekli nice can dostlar edindi.
Yemin etti, hekim oldu.
Hızır Acil’de çalıştı, acılara merhem sürmeye seyirtti.
Okumaya, hayal kurmaya, geçmiş günü unutmadan yazmaya gayret etti.
Çok sevdi bir güzeli, eş oldu.
Sonra baba oldu, anladı babasını ne çok sevdiğini…
Çocukluğunda iğneden korkan adam, tıbbiyelilere hoca oldu.
Nicedir yine gönlü kaymakta yüreğindekini yazmaya…
Şuracıkta çarpıp duran, hiç sönmeyen bir yürek titremesi bu!
Doğayı yazmak, köyünü yazmak, çocukları yazmak…
Hüznü yazmak, insanoğlunun derman bulamadığı ölümü yazmak
Ve memleket havasını nemli bir sabah içine çekmek,
Toprak yüzlü bir çocuğun sümüğünü silmesini sevmek…
Bir güzelin elası, bir ölünün selası…
Hiç yaşanmadan yazılır mı, yazmadan yaşanır mı?
Öyleyse…
Selam olsun bütün yaşananlara!..
NEDEN “KIRK PENCERELİ KONAK”?
Hasan Erbay, “Kırk Pencereli Konak” isminin nereden geldiğini, kitabın arka kapağında şöyle anlatıyor:
“Ninemden miras bir laf bize:
Kırk Pencereli Konak. Konar-göçer bir Yörük kızının gariban çocukluğundan silik bir
hatıra hepsi. Öyle ki yirmi çadırlık bir göç. Her çadırda iki pencere… Her akşam ayrı bir çadırda, masalcının dizinin dibinde otuz kadar çocuk…İki başlı kartaldan; uçan halıya uzanan onlarca kurgu, öykü, masal… Sabahında gecenin, çadırın penceresinden uzaklara dalan avare
çocuk bakışları. Her pencereden süzülen başka bir öykü, başka bir rüzgar; her pencereden görünen başka bir yaşam, başka bir efkar… Görünen mi gerçektir; gerçek mi öyle görünür bilinmez.Anlatıver hele çocuk, pencerenden gördüklerini… Söz! Kimselere anlatmam; sadece yazarım, meraklısı gelir okur…Adına da Kırk Pencereli Konak deriz…”