Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Elif Çaylıoğlu

Nefs Terbiyesi 13

750. vuslat sene-i devriyesini yaşadığımız Celaleddin Rumi (ra)’in hediyesi olan bir cümle ile başlayalım:
“Kalp denizdir, dil de kıyı; denizde ne varsa kıyıya o vurur.”
Allah dostlarını eğer marifetullah gözlüğü ile okuyabilirsek (ki bu ancak Billahi manada iman ile mümkündür; yani iman ettiğimiz Allah’ı doğru tanımakla mümkündür, işte o zaman), fark ederiz ki her bir Allah dostu nerede ve ne zaman yaşamış olursa olsun bize aynı uyarıyı yapıyor, aynı şeyi anlamamızı istiyor, aynı dertten kurtulmamız için telaşlanıyor.
Tabi, Celaleddin Rumi hazretlerinin bu cümlesi arifler ve arifi billah kullar için geçerli. Çünkü onların sözleri kalbin ürünüdür, bu sebeple de haktır, saf ve temizdir. Nefs-i mutmain bir arif haline gelmemiş olanların sözlerinin kaynağı (yani onların denizleri) sadırdır ve onlarda sadra henüz nefsin şerri hakimdir, konuşunca da nefsin şerrine ait bir dil kullanırlar (konuştukları konu dini konular bile olsa kendilerine ait cümlelerde bu risk vardır). Böyle olunca, eğer nefs terbiyesine talipsek sözlerimizi, konuşmalarımızı mutlaka tedavi etmemiz, onarmamız gerekiyor. Bu onarım noktalarının en önemlilerini, en önceliklilerini Yılmaz Dündar Bey’in KADER kitapçığının “Nefs Terbiyesi: Billahi Manada Hürriyet, Dunihi Manada Hürriyet” adlı bölümünden yararlanarak ele almaya çalışıyorum.
Konuşmamızda onaracağımız noktalardan bir önemlisi de şudur: “BEN” derken kastettiğimiz kimliği yücelten veya öven cümlelerden sakınmak!
Nefsin şerrine ait konuşma dilinin çok sevdiği bir özellik kendini yüceltme, övme, takdir toplamaktır. Bu özellikler kişideki ilahlık hissiyatının tatmin olma yöntemlerindendir. Dunihi algı ile “ben” derken kastettiğimiz “ben” müstakil ve muhtar bir “ben” olduğu için bu “ben” ilahlık hissiyatlıdır. İşte bu “ben”in bu hissiyatının karşılanması gerekiyor, onun tatmin edilmesi lazım. Bu idrakla (dunihi algıyla) “ben” dediğimiz şeyin tek ihtiyacı “müstakilen varım ve muhtarım” duygusunu yaşamaktır, yaşatmaktır. Bunun en etkili yollarından birisi onun o dunihi algıyla takdim ettiği halini önemseyen, öven, takdir eden, dolayısıyla onun ilahlığını okşayan her türlü söz onu besler, hoşuna gider; bu sebeple de kendisi böyle konuşur, başkalarının da böyle konuşmasından hoşlanır, yüksek bir haz duyar.
Zümer Sûresi 45 ayetimizden öğreniyoruz ki “Müstakilen varım ve muhtarım” iddiasıyla oluşan ilahlık hissiyatının sadrı tamamen kaplamış olan hisleri kutsanınca, yüceltilince, övülünce, korununca, desteklenince, okşanınca hatta konu edilince duniHi algıyla yaşayan ilahlık hissiyatlı kişinin sadrında genişleme, ferahlama, rahatlama, görece bir huzur bulma meydana gelir. Bu sebeple de duniHi algıyla yaşayan ilahlık hissiyatlılar yaşadıklarını ancak böyle hissederler. Bunlar yapılıyorsa, bunlar oluyorsa yaşamayı severler, çünkü bu durumda onlarda “iyi ki varım” coşkusu oluşur; bu övmeler onun duniHi algısını ve bu algıya ait zanlarını pekiştirir, sonuçta yeni heva ve heveslere sebep olur. DuniHi algı ve zannları pekişince, yeni heva ve hevesler ortaya çıkınca bu döngü tekrar başlar ve onlar tekrar duniHi algı ve zanlarını kuvvetlendirirler. Onlar kuvvetlenince konuşma ve diğer iletişim yollarıyla yapılan övme, övülmeler, kutsama/kutsanma ifadeleri artarak devam eder. Bu aslında tamamen bir şirk kısır döngüsüdür. Bu şirk kısır döngüsünü bilmeyenler, göremeyenler, bu konuyla ilgili ayetleri, hadisleri manalandıramaz ve anlayamazlar (Yılmaz Dündar, Nefs terbiyesi).
Günümüzde kişisel gelişim adına yapılan eğitimlerde, aslında kişiye nefsin şerrinin konuşma dilini nasıl kullanacağı öğretilir. Bu konuşma diline ne kadar hâkim olursa, karşısındaki kişinin (yani dunihi ilahın, ilahlık hissiyatlı muhatabın) ihtiyaçlarını o kadar hızlı karşılayacağı konusunda taktikler öğretilir. “Eğer karşınızdaki kişinin (yani sözde ilahın) sizin fikirlerinizi kabul etmesini istiyorsanız, sözünüze karşı tarafı övmekle başlayın” gibi taktikler, dunihi algının ilahlık hissiyatlı yöntemlerinden başka bir şey değildir. Muhatabımıza, teşekkür etmek, onu takdir etmek, onu rahatlatmak yanlış mı? Hayır. Ama yöntem dunihi olursa (yani bunları yapan dunihi algıyla yapıyorsa ve muhatabının da dunihi algısını coşturmak üzere yapıyorsa) yanlıştır! Bu yöntemler günümüzde iletişim kurma becerisi olarak görüldüğünden, nefsin şerrinin konuşma dili daha da kuvvetlenmekte, normal ve etkili bir iletişim yolu olarak kabul edildiği için de yanlışlığı hiç fark edilememektedir. Kendi ilahlığını ve muhatabının ilahlığını tatmin edebilmek için karşısındakini yücelterek uygulanan taktik ve yöntemler tamamen nefsin şerrinin konuşma dilidir; uygulayan için de muhatabı için de ateştir. Dışarıdaki yaşantıda bu kadar normalleşen bir dili fark etmek, hal böyle olunca, elbette oldukça zorlaşıyor.
Peki, karşı tarafı, muhatabımızı (eşimiz, çocuğumuz, arkadaşımız veya bir başka paydaşımızı) öven cümle hiç mi kullanmayacağız? Hayrı, bunu söylemiyoruz. Hatta çok kadir bilen, çok müteşekkir bir mümin olmamız gerekiyor. Burada yanlış yapmamak için yine ölçümüz “müstakilen varım ve muhtarım” iddiasıdır; bu iddia ile övmemek, muhatabın bu iddiasını coşturacak şekilde övmemek, konuşmamak. Bu iddia ile konuştuğumuz takdirde teşekkürümüz de takdirimiz de nefsin şerrinin takdir ve teşekkürü olur; çünkü dil onun konuşma dili. O zaman ne yapmalıyız?
Öncelikle bu ilahlık iddiasını reddedip ona sırtımızı dönmeliyiz (o idrakten vaz geçmeliyiz). Ona sırtımızı döndüğümüzde, bakacağız ki konuşma dilimiz yeni idrakımızı (Billahi imana, hanif idraka) uygun olmaya başlamıştır. Karşı tarafı öven bir cümle kurduğumuzda cümlelerimiz bu durumu Rabbimizle ilişkilendiren cümleler haline gelmeye başlar, konuşma dilimizden nefsin şerrinin dili temizlenmeye başlar, sonuçta nefsin şerrinin sadrımıza hakimiyeti zayıflar ve Biiznillah kalkar.
Dikkatimizi çekmelidir ki; nefsin şerrinin konuşma dili her olaydaki ilişkiyi kendindeki “müstakilen varım ve muhtarım” iddiasıyla ilişkilendirmek ister, dolayısıyla olayları ve ilişkilerini kesinlikle Rabbi Allah ile ilişkilendir(e)mez. Bu sebepledir ki bir teşekkürü, bir takdir edişi, bir övgüyü kendi ilahlık hissiyatını ve karşısındakinin ilahlık hissiyatını tatmin için kullanır; çünkü müstakilen varım ve muhtarım edasıyla kurulan her cümle bunu gerektirir. Bu algıyla kurulan cümlelerde Rabbimiz Allah ile ilişki kurulamaz. Görünürde cümlelerde Allah geçiyor olsa bile (Allah razı olsun, Allah şifa versin, Allah kolaylık versin, Allah bereket versin gibi), bu cümleyi kuranın ilahlık hissiyatı Allah hakikatini örtmekte, nefsine zulmetmektedir. Asıl anlatmak istediğimizin birine karşı övgü, takdir, teşekkür cümlesi kurmamak olmadığı anlaşılmıştır diye umuyorum. Altını ısrarla çizdiğimiz husus, bunları ilahlık hissiyatıyla ve muhatabın ilahlık hissiyatı hedeflenerek yapmanın yanlış olduğudur. Bu durumu Tekasur Suresi’yle tefekkür etmek sadrımıza şifa olur inşaAllah.
“Tekasür (kendinizi ve gördüklerini müstakilen ve muhtar olarak var sanışınız) sizi meşgul etti (oyaladı) de hatta mezarlıkları/mezarları (bile bu algıyla) ziyaret ettiniz. Hayır, yakında bileceksiniz. Sonra bir daha hayır, yakında bileceksiniz. Hayır, (eğer müstakilen var ve muhtar varlıklar olmadığınızı) ilmel yakın bilseydiniz andolsun cahiymi (cehennemi) mutlaka görürdünüz. Sonra, yemin olsun ki (eğer bu durumu fark etmeden ve bu fark edişinizin gereğini yaşama gayretine girmeden ölürseniz) o cehennemi mutlaka aynel yakin göreceksiniz. Sonra, yemin olsun ki o gün nimetlerden elbette hesaba çekileceksiniz.”
Ayetteki “tekasür” ile kastedilen mana maalesef (ayetimizde belirtildiği gibi) ilmel yakin anlaşılamadığı için meallerde, yorumlarda, tefsirlerde “tekasür” kahır ekseriyetle mal, mülk, evlat, akraba çokluğu gibi çokluklarla övünme sanılmıştır; hatta bu sebeple mezarlıklara gitme ve bu övünmeleri orada da devam ettirmememiz konusunda uyarılıyoruz şeklinde açıklanmıştır. Mealen bu anlam da doğru ama asıl yakalamamız gereken manasal açılım anlaşılmazsa ayetten (ayetlerden) yararlanışımız çok eksik olur. Zaten meallerde ayetlerin manasal açılımı genellikle yakalanamadığı için mana yazılanla sınırlı kalmıştır. Hal böyle bu ayetlerden “Ayet böyle dediğine göre mezarlara gitmeyelim, kişilerin mezarları belli olmasın” gibi sonuçlar çıkarmışız. Oysa Tekasür Suresi’nin kastettiği mana çok farklı. Sure bir kere bize çok önemli bir ilim kazandırmakta ve çok önemli bir bilgi yolu açmaktadır. Dolayısıyla bu ayetlerden “mezarlar belli olmasın, mezarlıklara gitmeyelim” sonucuna ulaşılmaz (Yılmaz Dündar, Nefs Terbiyesi).
“Tekasür” kelimesinden kasıt, dunihi algı ile ilahlık hissiyatı üzerinden oluşturulan “müstakilen var ve muhtar” iddialı davranışlar üzerinden elde edilen üstünlük, güç, kuvvet yarışıdır; ayetimiz bize “işte bunu yapmayın” demektir. Yani ilahlık hissiyatıyla yaptığımız her şey ve her cümle için uyarılmaktayız. Demek ki, hayatımızın her anında her ne yapıyorsak yapalım dikkat etmemiz gereken konu, ilahlık hissiyatından, dunihi algı ve zanlarından, müstakilen varım ve muhtarım iddiasından, esfele safiliyn halden kurtulmaya çalışarak düşünmek, konuşmak ve yapmaktır. Çünkü: Yapmış olduğumuz fiilin ne olduğu değil, o fiili hangi idrakte yapıyor olduğumuz önemlidir. Elbette bu fiiller şeriata uygun olmak şartıyla! Övgümüz, takdir ve teşekkürümüz de öyle. Çok dualaşalım ki bu konuşma tarzından kurtulmak bize kolaylıkla lütfedilmiş olsun.
“Allâhümme innî eûzü bike mine’l-aczi ve’l-keseli ve’l-buhli ve’l-heremi ve azâbi’l-kabr. Allâhümme âti nefsî takvâhâ, ve zekkihâ ente hayrü men zekkâhâ, ente veliyyühâ ve mevlâhâ. Allâhümme innî eûzü bike min ilmin lâ yenfa‘ ve min kalbin lâ yahşa‘ ve min nefsin lâ teşba‘ ve min da‘vetin lâ yüstecâbü lehâ.”
Mealen: “Allahım! Acizlikten, tembellikten, cimrilikten, ihtiyarlayıp ele avuca düşmekten ve kabir azâbından sana sığınırım. Allahım! Nefsime takvasını lütfediver ve onu temizle; onu temizleyen sensin, onun velisi (dostu) ve mevlası da sensin Allahım. Allahım, faydası olmayan ilimden, haşyet duymayan kalpten, doymak bilmeyen nefsten ve kabul olunmayan duadan da sana sığınırım.”
(Müslim, Zikir 73; Nesâî, İstiâze 13, 65)

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti