Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Süleyman Karakuş

İNSANIN ÜÇ MEKÂNI

Her şeyimizi sallayan, ısrarla sallamaya devam eden ve dünya için bir milat oluşturan son zelzeleler her ne kadar dünyanın tabii hareketlerinden olsa da olayı okuyanlar için müthiş etkili, zor, acıtan bir ders ve öğrenmedir de… Bu sebeple siz hemşerilerim ve okurlarımla mekân üzerine bir hasbihal etmek istiyorum. Hem yazan hem de okuyanlar için hayırlı olması, yararlı bir iz bırakması niyazımdır.
İnsanın üç mekânı var. Aslında bu üç mekân birinden farklı ve ayrı ayrı değil. Biri diğerinden daha önemli ve önemsiz de değil. Yine de bir hissiyatımız var ve bunları en yakından başlayan mekân halkaları gibi tasavvur ediyoruz. Bu sebeple en yakın mekândan başlayarak o mekanları şöyle sıralayabiliriz: beden, ev ve şehir. Tam bu noktada bir parantez açıp devam etmek isterim:
Bu üçü dışında insanın bir mekânı daha vardır ki aslında çok tefekkür edilmesi gereken o mekân insanın kalbidir. Kalp insanın asıl evidir. Allah’ın da evidir kalpler… Elbette yürekten bahsetmiyoruz. Kalbi konuşuyoruz. Kalp insanı oluşturan her bir yaratılana özgü kayıttır, onun yüklü olduğu yürek ise vücudu yöneten mekândır; hayat onunla başlar ve onunla biter… Modern bilimin henüz çok fark edemediği bir konudur kalp. Oysa anlayabilenler için kalp ayet ve hadislerde çok somut olarak açıklanmıştır. Kalbi, kalple ilgili ayet ve hadisleri anlamak isteyenlere, hadis alimi Hâkim Tirmizi (ra)’nin “Kalb, Sadr, Fuad, Lüb” adlı eserini veya hemşerilerimizin yakından tanıdığı Yılmaz Dündar Bey’in “İNŞİRAH Sadr, Kalp, Fuad, Lüb” adlı kitabını hatırlatmak güzel olacaktır.
Elbette ahiretteki mekânını da merak edenler de olacaktır, olmalıdır hatta Efendimiz (SAV) bunu çok sık düşünmemiz, hep hatırda tutmamızı önermektedir. Buna rağmen ahiret boyutu nakit olmadığı için yani henüz yaşanmadığı için, bilinmediği için, bilinse bile ispat edilemeyeceği için insanların ekseriyeti için bir cazibesi yoktur, hatta önemi bile yok görünmektedir. Önemli olsaydı, yalan, iftira, dedikodu, ihanet, kandırma, nefret, ötekileştirme, onursuzlaştırma, iki yüzlülük, çok yüzlülük (yüzsüzlük) gibi haller insanda, insan ilişkilerinde hiç olabilir miydi? Demek ki ahiretteki mekân ve ikamet koşulları, oradaki uygulamalar, imkân ve yetenekler çok da önemsenmiyor… Bu çok ayrı bir konu, herkes için çok acil, çok ivedi bir konu ama dönüp bakan yok gibi. Oysa rahmetli Barış “Kimse gitmez bu dünyadan mal ile” demesine rağmen ona rağbet sel gibi…
Sadede gelirsek, ölümden sonra da en yakın mekânımız olacak olan kalbi ve onun bu dünyadaki veziri olan beyni taşıyan beden insanın ilk mekanıdır. Sonra evimiz, daha sonra da şehrimiz yani toplumsal yaşantı alanlarımız bizim üç mekanımızdır. Beden “ben”imizin ve canımızın mekanı, ev mahremiyetimizin mekanı, şehir ise yaşam paydaşlarımız olan çevre, hayvan ve diğer insanlarla ilişkilerimizin mekanıdır.
Toplumsal mekân (şehir), yerleşen pratiklerin etkileşimiyle oluşmuş taşınabilir ve taşınamaz vasıflara sahiptir. Bütün bunlar şehirde (tüm yerleşim alanlarında) toplumsal ve mekânsal olanı, birbirine ait ve birbirinin parçası olarak diyalektik bir ilişki içinde yani belli konular üzerinden ortak değerleri inşa edecek şekilde harmanlamaktadır. “Dünyada mekân, ahirette iman” atasözünü hepimiz hatırlarız. Biz o sözün zımnen “dünyada mekân” kısmını ele aldığımız bu yazıda insanın üç mekânını vurgularken aslında bu üç mekân birinden ayrı olmadığını, birinin önemli diğeri önemsiz olmadığını, yani insanın bedeni, evi ve şehrinin birbirinden ayrılamayacağının altını önemle çiziyoruz.
Şimdi bu tespit üzerinden soruyorum: Hangimiz çöpünü evin içine ulu orta atar? Peki, sokaklar neden böyle? İzmaritler, envai çeşit atıklar, arabadan atılanlar, iş yerlerinden atılanlar, evlerden, balkonlardan atılanlar… Neden böyle? Bir kere anlıyoruz ki mekanla dost olamamışız. Mekanla dost olan dostuna böyle davranabilir mi? Belki yaşadığımız içimizi acıtan depremler ve seller vesilesiyle de bu dostluğu gündemimize almak gerekebilir: üç mekanımızla ne kadar dostuz? Sağlığını önemsemeyen (sigara, alkol, sağlıksız beslenme, uyku ve uyanıklık saatlerine özen göstermeme, öfke ve nefreti hayat tarzı haline getirme gibi) hallerimiz de en yakın mekânımız olan bedenle dost olamadığımızı gösteriyor diyebiliriz. Gürültü, huzursuzluk, kavga ve didişmenin hâkim olduğu bir ev yaşantımız varsa, bu durumda biz mahrem mekânımız olan evimizle de dost olamıyoruz demektir.
Oysa insan için beden en önemli mekandır çünkü o olmazsa yaşayamayacağını, o hasta olursa tadının kaçacağını bilir. Bakması, duyması, oturup kalkması, yiyip içmesi, gezmesi görmesi, üremesi bedenledir. Bu sebeple birçok insanın hemen hemen tüm yatırımları bedeninedir. Sağlık sektörü, bireysel bakım ürünleri, kozmetik, hijyen ürünleri, gıda sektörü, moda ve giyim başta olmak üzere iletişim, otomotiv ve inşaat gibi tüm sektörler insanın bedenine yöneliktir, onu güzel göstermeye, onu rahat ettirmeye, onu cazip ve etkileyici kılmaya yöneliktir. Elbette beden evimizi temiz tutmaya, zinde ve sağlıklı olarak korumaya çalışmalı, kirlilik, hastalık, gürültü, zararlı kişi ve ortamlardan uzak tutmaya, korumaya çalışmalıyız. Ama evimizi de, şehrimizi de… İçinde yaşadığımız evler ve şehirler de temiz, bakımlı, ileri, elit, entelektüel yani zinde ve sağlıklı olmalıdır. Bu sebeple sırf “akıllı” diye bir daireye milyonlarca lirayı seve isteye veriyoruz. Bir muhiti nezih deyip yüksek bir maliyeti olsa da tercih ediyoruz.
Bedenimize ve evimize nispeten bir sahiplik duygusuyla özen göstermek bize kolay geliyor ve bunları gözümüz gibi korumaya çalışıyoruz. Söz gelimi, evde eş dost oturup kuru yemiş partisi yapmışsak kabuklarını odada, salonda, balkonda bırakmıyoruz; yemek yemişsek bulaşıkları ortalıkta bırakıp yaşamaya çalışmıyoruz. Odalarımız, dolaplarımız, banyo ve tuvaletimiz tertemiz olsun istiyoruz, evimizde gürültü olsun istemiyoruz, komşudan gelen sesler, bağırarak konuşmalar, gürültülü makineler bizi rahatsız ediyor… Bütün bunlar çok normal ve doğru. Fakat insan eğer bedeni ve evi ile dost olabilmişse bu mekânsal dostluğu şehri için de yaşaması gerekiyor. Şehrimizle de dostça ilişkiler geliştirmemiz gerekiyor. Bu dostluğun yöntemleri bilimsel olarak da duygusal olarak da mental olarak da aslında bellidir ve herkesin bildiği gerçeklerdir. Ancak bilmek yetmiyor, o bilgiyle yaşayabilmek gerekiyor…
Kişinin muhiti, yöresi, mahalle veya köyü biraz büyütürsek ülkesi, daha da büyütürsek gönül coğrafyasını ifade eden şehri mimarlık, mühendislik, dijital tasarım (mesela geotasarım), bilişim, iletişim, çevre ve şehircilik gibi onlarca bilimsel disiplin omuz omuza vererek şekillendirmektedir. Elbette insan eliyle, yani insan iradesiyle, insan aklıyla! Mekân Sosyolojisi de böyle bir disiplindir. Mekânın yapılandırılmasını (biçimlendirilmesini ve mekân üretimini), toplumun bu mekanlarda nasıl yaşadığını, insan mekân etkileşimini okumaya, anlamaya, geliştirmeye, yönlendirmeye çalışır…
Her dönem için geçerli olmakla birlikte, günümüzde çok daha güçlü şekilde hissedilmekte ve yaşanmaktadır ki insanın fiziksel çevresi ile ilişkisi, bu ilişkinin algılanma ve yorumlanma biçimi zamanın ruhu ve yerel kültür yanı sıra küresel zaman ruhu ve global kültüre bağlı olarak hızlı bir değişim, dönüşüm ve kazanım halindedir. Olumlu veya olumsuz yönde…
Modernite sonrası süreçte toplumsal algı ve hareketlerdeki akışın baş döndürücü bir ivme kazandığı insan-mekân ilişkileri ciddi ve çok önemli bir araştırma alanıdır. İnsanın mekâna ve ilişkilerine yönelik hafızasını da zorlayan bir insan hareketliliği var; sosyoekonomik sebepler ve diğer birçok saikle yaşanan iç göçler, emperyal savaşlar, adaletsizlik kaynaklı global yoksulluk, demokratik kılıflı antidemokratik ve etik dışı uluslararası ilişkiler, teröre destekler ve insan etkisindeki (antroposen) çevre felaketleri; bütün bunlar, insan-mekân dostluğunun zorlandığı hatta koptuğunun göstergesi gibidir. İhtiyacımız budur: mekâna dost insan ve insana dost mekân… Öncelikle çok bunun arayışında olmamız gerekiyor.
Üçüncü evimiz olarak şehrimiz Afyonkarahisarımıza da dokunmak istiyorum. Son elli yıl, Afyonkarahisar’da da şehirleşmenin hızlanmasına, kırsaldan şehir hayatına hızlı biçimde akışa şahit olmaktayız. Bu durum şehrimiz için de sağlıklı ve sürdürülebilir şekilde yönetilmesi elzem bir insan-mekân ilişkisi süreci demektir. Şehrimiz Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde insan-insan, insan-hayvan ve insan-mekân bağının güçlü ve dostça yaşandığı, yani insanın insan, hayvan ve mekânla iç içe, birbirine bağlı ve bağımlı bir hayat sürdüğü bir kültüre sahiptir. Aslında tüm Anadolu şehirleri böyledir, bunu medeniyetimiz üretmiştir. Bunun izlerini görebiliyoruz. Bu insan-mekân dostluğunu güçlü ve hâkim bir hayat tarzı haline getirmemiz güzel olmaz mı? Çünkü insan-mekân dostluğu kaybedildiğinde içindekilerle birlikte mekân zarar görmekte, bozulmakta, hatta mahvolmaktadır. Bunu çevresel afetler, biyolojik çeşitliliğin hızla azalması, yoksulluk gibi sonuçlarıyla yaşamaktayız. Bu durumda sıra mekân ve diğer türlerde olduğu gibi insana gelecektir…
Tüm dünyada sıradan olaylar haline gelen öldürme, yaralama, hırsızlık, aldatma gibi bir insanın diğerine yaptığı yanlışlar aslında bir yönüyle insan-mekân dostluğunun zedelendiğinin göstergeleridir. Sokak hayvanlarına yapılan yanlışlar, hayvanlarının yaşadığı zorluklar, içimizi yakan orman yangınları, kuruyan akarsu, göl ve sulak alanlar da insan-mekân dostluğunun yitirilmesine ait izlerdir.
Bir gönüllülük toplumu olan vakıf medeniyetinin bireyleri olan bizler insan-mekân dostluğunu çok güçlü biçimde yaşamış bir genetiğe sahibiz. Bu genetik hafızayı işlevsel hale getirmek, onu her üç mekanımızda canlandırmak, yaşatmak üzere bir seferberlik, bir farkındalık, bir gayret başlatmamız gerekiyor ki nihayet insan-mekân dostluğuyla yaşayan çevre bilinci, hayvana, insana ve yaratılana sevgi ve merhamet canlansın, hayat tarzı haline gelsin.
Elbette bunun için insan önce kendisiyle (kendimizle) dost olmalı(yız), “Var’ı olduğu gibi seven” bir kabulle yaşamayı öğrenmeli(yiz). Hiçbir şeyden memnun olmayan, her şeyden ve herkesten şikâyet eden, sürekli didişen, kendini aklayıp başkalarını haklayan bir insan profilinin mekânla dost olması, mekânın da böyle kişilere dostluk göstermesi beklenemez.
“Her gözün arkasında aynı özün var” olduğunu, “yerin kulağı” olduğunu, kulağı varsa gözünün de olduğunu bilerek yaşamak gerekiyor. Bu farkındalık için rahmetli Yunus Emre’nin “Yaratılanı severim, Yaratan’dan ötürü… Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım… Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz…” deyişleri bizde çok güçlü bir kıpırdanma oluşturabilir.
Rasulullah (sav) Efendimiz’in “Mümin cana (can taşıyan her şeye) yakındır (dosttur). (Bu) yakınlığı kurmayan ve kendisiyle yakınlık kurulamayan kimsede hayır yoktur” deyişini bu bakışla hatırlamak bizi canlandırmalıdır. “Uhud bir dağdır; o bizi sever, biz de onu severiz” hadisi de öyle… “Yeryüzü bana temiz kılındı ve mescit edindirildi” seslenişi de öyle; cami ve mescitlerine gözü gibi bakan insanımızın yeryüzüne (çevreye) bakışını değiştirecektir: Çevre bana temiz kılındı ve mescit edindirildi… Yine Efendimiz (SAV)’in “Evlerinizi, avlularını, yaşadığınız yerleri temiz tutun, yahudiler gibi oraları çöplük haline getirmeyin” uyarılarını duyan bir müminin insan-mekân dostluğunu inşa edememesi, yaşayamaması nasıl mümkün olabilir? Ayetlerimize de bu gözle bakınca bu dostluğu yani eşyanın hakikatini kavramayı ve böylece insan-mekân dostluğunu inşa edip yaşamayı güçlü biçimde öneriliyor göreceksiniz…
İnsanın üç mekanına, bu kapsamda her bir cana ve mekâna dost olarak yaşama hedefi ve gayreti bize ve münevver şehrimize olduğu gibi küresel habitata da nefes olacak, canlılık getirecektir. Sonuç: mutlu mutmain olarak yaşayan insan ve mutlu mutmain yaşanan mekanlar olacaktır.
Ya Allah, Bismillah…

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti