Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Muharrem Günay

Türk Ve Müslüman Adlarının Özdeşleşmesi

Başta Araplar olmak üzere dünya üzerinde çok sayıda Müslüman millet vardır. Fakat Türkler kadar hiçbir milletin adı İslamiyet’le ve Müslümanlıkla özdeşleştirilmemiştir. Yüce Tanrı, sanki Türk ve İslam adını yan yana ve birbirine özdeş bir şekilde yaratmıştır.

Hüseyin Namık Orhun’un deyişiyle “Türk”, mukaddes soyumuzun ebedi adıdır. Yazarını heyecana gark eden bu ifade bize de heyecan vermelidir. Sadece bu gün yeryüzünde yaşayan Türkler değil, en azından iki bin (bize göre en az on bin) sene öncesine kadar varan bir geçmiş içinde yaşamış bulunan milyonlarca insan (atalarımız) ve bizden sonra yaşayacak olan torunlarımız, hep bu “mukaddes Türk soyuna” dâhildir. Akan bir nehrin suları gibi, zaman suyu içinde gelip geçen ve “ilahi vazifesini” yerine getiren bir soy, bir kavim Kaşgarlı Mahmud’un rivayet ettiği Hadis-i Kudsi’deki ifadeyle (Allah tarafından) doğuya yerleştirilmiş ve insanlığa adalet götürmek, mazlumu korumak, zalimi ezmek için hizmete çağrılmış bir soy… (Eröz, 1996, s.163-164)

Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in Büyük Doğu Marşı’ndaki ifadesiyle,  ‘Allahın seçtiği kurtulmuş millet! “ Milli şâirimiz M. Akif’in deyişiyle “kahraman ırk”tır.

“Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur” diyen Milli şâirimiz Mehmed Emin Yurdakul’un ifadesiyle; dinimiz gibi soyumuz da uludur ve mukaddestir.

Dinimiz gibi adımız olan Türk adı da mukaddestir. Çünkü bize Türk adını veren ve ordum diyen Yüce Allah’tır. Kaşgarlı Mahmud’a göre Türklere, Türk adını veren Yüce Allah’tır. O eserinde: “Tanrı onlara Türk adını verdi ve onları yeryüzünde ilbay (idareci) kıldı. Zamanımızın hakanlarını onlardan çıkardı, dünya milletlerinin idare yularını onların eline verdi (Dünya milletlerini yönetmekle görevlendirdi); onları herkese üstün eyledi, kendilerini hak üzere kuvvetlendirdi” der (Kaşgarlı, 1333, cilt: 1, sayfa:3).

Kaşgarlı Mahmud adı geçen eserde, “Bu Allah’ın Türk milletine bütün insanlara karşı lütfettiği bir fazilettir. Çünkü Allah onlara ad vermeyi, kendi üzerine almıştır. Onları; yeryüzünün en yüksek yerinde, havası en temiz, suyu en güzel ülkelerinde yerleştirmiştir. Onlara “kendi ordum” demiştir. Bundan başka Türklerde beden güzelliği, edâ, büyüklere saygı, sözünde durma, sadelik, kahramanlık, mertlik gibi övülmeye değer sayısız faziletler vardır” demektedir (Kaşgarlı, 1333, 1 s. 292).

Kaşgarlı Mahmud, Divan-ü lügat-it Türk adlı Türkçe-Arapça lügatinde İbn Ebi’d-Dünyâ’nın Âhirü’z-Zamân hakkında yazılmış olan kitabında Hz. Peygamber’e isnat edilen bir hadise göre Allahu Teâlâ’nın “Benim bir ordum vardır, ona Türk adını verdim. Onları Doğu’ya yerleştirdim. Bir kavme kızarsam Türkleri onlar üzerine musallat kılarım” buyurduğu bildirilmektedir. Dolayısıyla Türklere bizzat Allah’ın isim vermesi, onları en yüce ve yeryüzünde havası en güzel yere yerleştirmesi ve onlara “kendi ordum” demesi Türkler için bir üstünlük olarak kabul edilmektedir. Bunun yanında “güzellik, tatlılık, edep, büyüklere saygı ve hürmet, ahde vefa, alçakgönüllülük, yiğitlik” gibi sayısız erdeme sahip oluşları da onları değerli kılmaktadır (Kaşgarlı, 1333, 151)

Bu hadise başta Kütübü sitte olmak üzere sağlam hadis kaynaklarında rastlanmamıştır. Bizim için hadisi şerifin sahih olup olmadığından daha çok taşıdığı mâna önemlidir. Çünkü gerek İslâmi devirlerde gerekse İslam öncesi devirlerde Türklere hep bu gözle bakılmıştır. Attila’ya “Tanrı’nın kırbacı” denmiş, Oğuz Han yapmış olduğu savaşları “Tanrı’nın rızasını kazanmak amacıyla yaptığını ve Tanrı’ya borcunu ödediğini” ifade etmiştir. Tarihçiler ve İslam âlimleri Müslüman Türk ordularına “Asâkîr-i İslâm, CunadAllah-İslam’ın askerleri ve Allah’ın ordusu” ve “Asâkir-i Mansure-i Muhammediye-Zaferlere Mazhar Muhammed Ordusu” adlarını vermişlerdir.

Şair ve halk ozanı Yusuf Akgül’ün deyişiyle, Türk; hem en az on bin yıllık bir kimliğin hem de İ’lây-ı kelimetullah uğrunda Haç’a karşı birleşmiş bin yıllık bir terkibin oluşturduğu yüksek bir medeniyetin ortak adı olmuştur… (Yusuf Akgül’ün Facebook sayfası)

Türklerin beyaz ırktan oldukları ve brakisefal-geniş kafa yapısına sahip bir ırk oldukları ve mongoloid bir iz taşımadıkları yapılan araştırmalar sonucunda anlaşılmıştır. Konu ile ilgili olarak İbrahim Kafesoğlu, “Aslında son yarım asır içinde yapılan ilmi araştırmalar Türklerin beyaz ırka mensup bulunduklarını ortaya koymuş ve yeryüzünde mevcut üç büyük ırk grubundan “Europid“ adı verilen grubun “Turanaid” tipine bağlı olan Türklerin kendilerini başta “Mongoloid“ Moğollar olmak üzere diğer topluluklardan ayıran antropolojik çizgilere sahip oldukları anlaşılmıştır. (Hâkim vasfı beyaz renk, düz burun, değirmi çehre (yuvarlak), hafif dalgalı saç, orta gürlükte sakal ve bıyık) Ayrıca, bilindiği gibi Tevrat’da nakledilen eski ananelerde Türk soyu Ham ve Sam’dan değil Yafes’ten türemiş olarak beyaz ırktan gösterilmiştir. Turan tipine örnek olan Orta Asya, Mâveraünnehir ve diğer Yakın-Doğu Türkleri beyaz tenli, koyu parlak gözlü, değirmi yüzlü (ay yüzlü, badem gözlü), endamlı, sağlam yapılı erkek ve kadınları ile (Gök-Türk Prensi Kül-Tigin’in büstü) Ortaçağ kaynaklarında güzelliğe misal olarak gösterilmiş, hattâ İran edebiyatında “Türk” sözü “Güzel insan” mânasında alınmıştır ” (Kafesoğlu, 1992,s.107).

Avrupa’da Türk adı, bir milleti ifade eden bir ad olmanın yanında Müslüman karşılığı  olarak kullanılmıştır. Hatta Türk adının Müslüman kavramını karşılamak üzere kullanılması Avrupa’da daha yaygındır. Avrupa’da bir Hıristiyan Müslüman olduğu zaman kendisine “Türk oldu” denmiştir. Avrupalıya göre Türk demek Müslüman demektir.

Fatih’in oğlu Cem Sultan’ın emriyle Ebu’l Hayr Rumî tarafından derlenerek kitaplaştırılan Sarı Saltık menkıbelerinde yer alan birçok diyalog, Türk kavramının Müslümanlıkla özdeşleştirildiğini açıkça gösterir. Birkaç örnek: “Ol havada duran keşiş eyitti: ‘O Muhammed’dür kim Türklere peygamber gelmişdür, bize değüldür’ didi.”, “Ya Alyon! Sen ne gördün, Mesih dininden döndün, Türk oldun?”, “Samadıyya dönüp eyitti: ‘Bu da Türk’tür amma Arab dilince Ebu Eyyub-i Ensari dirler, Muhammed’i bu evine alup konuklamıştur. Sonra Yorgi zamanında gelürler bu hisara Türkler üşerler.” … Daha geniş bilgi için bkz. Şükrü Haluk Akalın, Ebu’l Hayr-ı Rûmî, Saltukname I, II, III, Kültür Bakanlığı Yayınları, 3. Baskı, Ankara 1990. (Dönmez, S. (tarihsiz) Gaspıralı’nın “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” İdeali ve Türk Devlet Felsefesi,www.academia.edu)

Hâlâ daha Rumeli’de Müslümanlar arasında “İslam’ın şartı kaçtır?” Sorusu yerine, “Türkligin şartı kaçtır?” deyiminin kullanılmakta olması, Türklüğün İslamla ne derece özleştiğini göstermektedir.

Miloseviç, Srebrenitsa’da Boşnakları katlettiğinde şunu söyledi: “Burada biz Türklerden Kosova’nın intikamını aldık.” Katlettiği insanlar ırk olarak Türk değildi, Boşnaktı. Türkçe belki bilmiyorlardı ama intikam Türklerden alınıyordu, çünkü Balkanlar’ın tarihinde bu bir simgesel ifadeydi”  (Bice, 2013, https://hayatibice.net/?p=188).

Sadece Batılılar değil, Pakistanlılar da Türk’le Müslüman’ı bir görmüşlerdir. Nitekim Pakistanlı Prof. Dr. Hanif Fauk,  “Urduca Yayınlarda Atatürk”  adlı eserinde Türk ve Müslüman terimlerinin aynı anlamda kullanıldığını şöyle ifade ediyor:

“…Hint Müslümanları gerek ırk, gerekse kültür bakımından Türklerden bir hayli etkilenmişlerdir. Hint yarımadası Müslümanları Türk olarak tanımlanıyor ve Müslüman olmak, Türk olmak anlamına geliyordu. Tarihe bakılırsa Hint Yarımadasında Türk ve Müslüman kelimeleri eşit anlamlı sözcükler olarak kullanılmıştır” (Fauk, H. 1979, s.3).

Kaşgarlı Mahmud, Türk milletine, Türk adının Allah tarafından verildiğine dikkat çekmiş Divânu lügaât’it- Türk adlı eserine  “Bu Allah’ın Türk milletine bütün insanlara karşı lütfettiği bir fazilettir. Çünkü Allah onlara ad vermeyi, kendi üzerine almıştır. Onları; yeryüzünün en yüksek yerinde, havası en temiz, suyu en güzel ülkelerinde yerleştirmiştir. Onlara “kendi ordum” demiştir. Bundan başka Türklerde beden güzelliği, edâ, büyüklere saygı, sözünde durma, sadelik, kahramanlık, mertlik gibi övülmeye değer sayısız faziletler vardır” der. (Divânu lügaât-it Türk Tercümesi cilt: 1 292)

Başta Ziya Gökalp olmak üzere Ülkücü aydınlar milleti ırkî bir kavram olarak ele almamışlardır. Bu konuda Gökalp şöyle der:

“Millet, ne ırkı, ne kavmî, ne coğrafî, ne siyasî, ne de iradî bir zümre değildir. Millet, dilce, dince, ahlâkça ve güzellik duygusu bakımından müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir topluluktur. Türk köylüsü onu (dili dilime uyan, dini dinime uyan) diyerek tarif eder. Gerçekten de bir adam, kanca müşterek olduğu insanlardan ziyâde, dilde ve dînde müşterek olduğu insanlarla beraber yaşamak ister. Çünkü insanî şahsiyetimiz, bedenimizde değil, ruhumuzdadır. Maddî meziyetlerimiz ırkımızdan geliyor, mânevî meziyetlerimiz de terbiyesini aldığımız cemiyetten geliyor. Büyük İskender diyordu ki; “Benim hakîkî babam Filip değil, Aristo’dur. Çünkü birincisi maddî varlığımın, ikincisi mânevi varlığımın meydana gelmesine sebep olmuştur”. İnsan için, mânevi varlık, maddî varlıktan önce gelir. Bu bakımdan, milliyette şeçere (soy kütüğü) aranmaz. Yalnız, terbiyenin ve mefkûrenin millî olması aranır. Normal bir insan, hangi milletin terbiyesini almışsa, ancak onun mefkûresine çalışabilir. Çünkü mefkûre, bir vecid (coşku) kaynağı olduğu içindir ki aranır. Hâlbuki terbiyesiyle büyümüş bulunmadığımız bir cemiyetin mefkûresi, ruhumuza asla vecid veremez. Bilâkis, terbiyesini almış olduğumuz cemiyetin mefkûresi, ruhumuzu vecidlere boğarak mes’ut yaşamamıza sebep olur. Bundan dolayıdır ki, insan, terbiyesiyle büyüdüğü cemiyetin mefkûresi uğruna hayatını feda edebilir. Hâlbuki zihnen kendisini bağlı zannettiği bir cemiyet uğrana ufak bir menfaatini bile feda edemez. Hülâsa insan, terbiyece müşterek bulunmadığı bir cemiyet içinde yaşarsa, bedbaht olur. Bu düşüncelerden çıkaracağımız pratik netice şudur: Memleketimizde, vaktiyle dedeleri Arnavutluk’tan yahut Arabistan’dan gelmiş milletdaşlarımız vardır. Bunları Türk terbiyesiyle büyümüş ve Türk mefkûresine çalışmayı itiyat etmiş görürsek, diğer milletdaşlarımızdan hiç ayırmamalıyız. Yalnız saadet zamanında değil, felâket zamanında da bizden ayrılmayanları nasıl milliyetimizin dışında sayabiliriz? Husûsiyle, bunlar arasında milletimize karşı büyük fedakârlıklar yapmış, Türklüğe büyük hizmetler ifâ etmiş olanlar varsa, nasıl olur da, bu fedakâr insanlara (siz Türk değilsiniz) diyebiliriz. Gerçi, atlarda şecere aramak lâzımdır; çünkü bütün meziyetleri içgüdüye dayandığı ve bunlar irsî olduğu için, hayvanlarda ırkın büyük bir ehemmiyeti vardır. İnsanlarda ise, ırkın sosyal vasıflara hiç bir tesiri olmadığı için, şecere aramak doğru değildir. Bunun aksi bir yol tutacak olursak, memleketimizdeki aydınların ve fikir savaşçılarının birçoğunu fedâ etmek gerekecektir. Bu hâl doğru olmadığından, (Türküm) diyen her ferdî Türk tanımaktan, yalnız Türklüğe hıyaneti görülenler varsa cezalandırmaktan başka çâre yoktur. (Gökalp,1996, s. 26-28.)

Türk köylüsünün milleti “Dili dilime dini dinime uyan” şeklinde tarif ettiğine dikkat çeken Ziya Gökalp, İslam dinini, Türk milliyetinin temel unsuru sayıyordu. Gerçekten, dinimizle milliyetimiz birbirinden ayrılmaz değerlerdir. Milliyetçi –Ülkücü aydınlarımız Türklükle İslâmiyeti etle tırnak misali birbirinden ayrılmaz değerler olarak görmüşlerdir. Gerçekten İslam dini milli kimliğimizin ve milli kültürümüzün yaşatılmasında ve gelişmesinde büyük hizmet görmüştür. Müslüman olmayan Türk boylarının Avarlar, Uzlar, Peçenekler, Kumanlar, Macarlar ve Bulgarların nasıl eriyerek Türklüklerini yitirdiklerine tarih şahittir. Bu günde başta Batı kültürünün ve yabancı kültürlerin tesirleri altında kalan Türk gençliğinde de aynı tehlike söz konusudur. Türk genci iyi bir dini eğitim ve terbiye almamışsa, dini inancı zayıfsa erimeğe mahkûmdur. Bu günkü şartlarda İslamiyet olmadan Türklüğümüzü de devam ettirmemiz mümkün görünmemektedir. Türk gençliğini İslâmi bir terbiyenin yanında, tarihini iyi bilen, Türk dilini iyi konuşan ve anlayan, Türk töresini, Türk örf ve adetlerini benimseyen, koruyan, yaşayan ve yaşatan, okuyan, bilgi ve teknoloji üreten nesliler olarak yetiştirmek zorundayız. Kaşgarlı Mahmud’un da deyişiyle Türkler sanki İslama hizmet için yaratılmış bir millettir. Diğer İslam milletlerinin de bu gerçeği iyi bellemeleri gereklidir.

Bunun yanında Türk milletinin içerisinde küçük bir azınlıkta olsa Müslüman olmayan ve kendilerini Türk olarak bilen soydaşlarımız vardır. Bizim onlara Müslüman olmadıkları için “Siz Türk değilsiniz veya siz Türk olamazsınız” deme gibi bir hakkımız da yoktur. Hıristiyan bir Arap, Hıristiyan olduğu için Araplıktan çıkmadığına göre, Müslüman olmayan bir Türk’te kendini Türk bildiği müddetçe Türklükten çıkarılamaz. Bize düşen onları İslam dini ile buluşturmak ve kendi rızaları ile İslamlaşmalarına yardımcı olmaktır.

Türk milletini hak yoluna, hakikat yoluna çağıran ve hareketin adını “Yeniden maneviyata dönüş olarak“ ilan eden Alparslan Türkeş, medeniyetlerin para ile değil, ilimle, imanla, ahlakla kurulduğuna ve medeniyetlerin parasızlıktan değil;  ilimsizlik, imansızlık ve ahlaksızlıktan çöktüğüne dikkat çekmiş ve Türk milletini Allah yoluna çağırmıştır:

“Türkçülük, milliyetçilik anlayışımız; manevi şuurlanmaya dayanır. Bu temel üzerinde Türklük şuuruna erişmiş, samimi olarak ben Türk’üm diyen herkes Türk’tür. Türkçülük ve Türk’ün tayininde, sapık ölçülere özellikle mezhepçiliğe, coğrafyacılığa, laboratuar ırkçılığına inanmıyoruz. Başka milletleri küçük gören, dünya barışını tehlikeye koyan antropolojik ırkçılık Türk Milliyetçilik ülküsünün dışındadır. Milliyetçilik anlayışımız, maneviyatçı, akılcı, demokratik, çağdaş bir milliyetçiliktir. Nazist Hitler ırkçılığının komünist ırkçılının, her türlü antidemokratik, insan sevgisine dayanmayan emperyalist ırkçılığın karşısındayız (Türkeş, 1978, s.59).

Türkeş, Türk Milleti’nin güç kaynağını, bin yıldan beri kabul edip benimsediği ve bayraktarlığını yaptığı İslam Dini’nde görmektedir. Türk Milleti’ni meydana getiren fertlerin yaşama felsefesine ve ahlâk görüşüne İslam’ın yön verdiğini, İslam’ın hakiki çehresi ve yüksek prensipleriyle ele alınmasının, Türklüğe yeni bir güç ve hız vereceğini vurgulamaktadır. Türklükle İslamiyeti birbirine zıt veya düşman görmenin Türk Milliyetçiliği ve İslam için zararlı olduğuna dikkat çekmekte; ikisini birbirinin karşısına çıkaran insanların ya bilgisiz ya gaflet içinde veya Türk Milleti’ni yıkmak isteyen kötü emellerin hizmetçisi olduklarını belirtmektedir (Türkeş, 1975, s.  34; Türkeş, 1978, s 180.).

O İslamın Türk Milleti için önemini her vesileyle ortaya koymakta, Türk Medeniyeti’ndeki yerine dikkat çekmektedir. Selçuklularda olduğu gibi Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yayılış felsefesinin Türk Milleti’nin hasletleriyle İslam’ın faziletine dayandığını belirtmektedir (Türkeş, 1975, s. 39.).  Bu görüşle o, İslam’ın hem Selçuklu Medeniyeti’nde, hem de Osmanlı Devleti’nin temel felsefesinde İslam’ın önemli yerini vurgulamış olmaktadır. Ona göre; medeniyetler para ile değil, ilimle, imanla, ahlakla kurulmakta; medeniyetler parasızlıktan değil ilimsizlik, imansızlık ve ahlaksızlıktan çökmektedir (Türkeş, 1975, s. 1, 7, Türkeş, 1978, s. 184.).

Türkeş, Türkiye’nin içinde bulunduğu bunalımın sebeplerinin başında ahlaki buhranı ve toplumu saran manevi boşluğu görmekte; Türk Milleti’ni bu boşluktan kurtarmak için nesillerin manevi yönden güçlendirilmesi gerektiği üzerinde durmaktadır (Türkeş, 1975, s. 118-120, 129-130).

Kalkınmanın manevi temelini, iman ve ahlaka bağlamakta ve buna siyaset aracı olarak değil, samimi olarak inandığını şöyle belirtmektedir:

“Türklük gurur ve şuuru İslam ahlak ve faziletine, oy toplama endişesi ve siyaset riyakârlığının üstünde kalarak samimiyetle bağlıyız. Türklük gurur ve şuuru ile İslam ahlak ve fazileti, milletimizi meydana getiren manevi unsurların tam ve ahenk içinde birleşmesidir. Maddi kalkınmamız ancak böyle bir yüce temel üzerinde yükselirse bir mana taşır, bir değer kazanır, milliyetsiz bir yükselmenin, ahlaksız bir kalkınmanın imkânı yoktur… Pek az olmakla birlikte, bazı kimselerin milliyetçilikle İslamiyeti çatıştırmağa çalıştıklarını görmekteyiz. Böyle bir tutum yanlıştır, abestir, cahilliktir, şuurlu bir şekilde yapılıyorsa ihanettir, nifaktır. Mücadele farklı, hatta birbirine düşman mefkûreler arasında olur. Hâlbuki Türklükle İslamiyet bin yıldan beri aynı mukaddes potada kaynaşmış, etle tırnak misali ayrılması imkânsız bir hale gelmiştir. Türk Milleti, Müslüman olmakla içtimai nizamın ve dini hayatın en yüce değerlerini kazanmış ve İslam, Türk Milleti ile emsalsiz yiğitlik ve iman aşkına sahip bir mücahit bulmuştur… “Türk müsün, Müslüman mısın?” gibi sorular cehaletten ileri geliyorsa aptalcadır. Aksi takdirde haincedir. Milliyetçiliği reddeden bir “dincilik” anlayışı ve İslamiyet’e düşman bir milliyetçilik anlayışı bize yabancıdır, bizim dışımızdadır” diyordu  (Türkeş, 1975, s. 179-180).

“Ben, Türk Milleti’ni, sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye, rüşvet ve hile ile çiğnenen, çiğnetilen hukuk düzenlerine, ahlaktan mahrum bir hürriyete, tefeciliğe, karaborsaya yer veren bir iktisadi yapıya çağırmıyorum. Türklük gurur ve şuuruna, İslam ahlak ve faziletine, yoksullukla savaşa, adalette yarışa, birliğe, kardeşliğe, kısacası Hak yolu, hakikat yolu, Allah Yolu’na çağırıyorum. Hareketin adını isteyenlere açıkça ilan ediyorum: Yeniden Maneviyata Dönüş ” (Türkeş, 1978,s. 187). Yolumuz hak ve hakikat yoludur. Bu ülkede teknik üniversitelerin, fen fakültelerinin labarotuvarları ile yüksek ilâhiyat akademilerinin koridorları birleştirilmelidir (Türkeş, 1978, s.188).

Türklük ve İslamlık o derece birbiriyle özdeşleşmiş, iç içe girmiştir ki Türk adı, etnik bir kimliğin değil, “En az on bin yıllık bir tarihin, hem de İ’lây-ı kelimetullah uğrunda Haç’a karşı birleşmiş bin yıllık bir terkibin oluşturduğu yüksek bir kültürün ve medeniyetin ortak adı olmuştur.

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti