21 Mart 2023 Salı
Nevruz, bize özgü bir bayramdır. Bir başka deyişle, Türk-İslam âleminin ulusal bayramıdır. Kelimenin kökenine bakarak, Nevruz’u, Acem, ya da başka bir ulusa veya etnik topluluğa mal’etmek mümkün değildir. Zira Nevruz olayının tarihsel geçmişine bakıldığında, Ergenekon’a kadar gidilmektedir. Zaten Nevruz’un bir adı da “Ergenekon Bayramı” dır. Keza “Bahar Bayramı” da denilebilir.
Biz, Doğu Türkistan’dan başlayarak, Tanrı Dağlarının doğusundaki ve batısındaki; Azerbaycan ve Kafkasya’daki bütün Türk yurtlarını adım adım dolaşıp incelemelerde bulunma olanağı bulan, şanslı kişilerdeniz. Bu nedenle, gözlemlerimize dayanarak Nevruz’un bütünüyle bize özgü bir bayram olduğunu söyleyebiliriz.
Türk Dünyasının neresine giderseniz gidiniz Nevruz, son derece önemli bir ulusal bayram olarak kutlanmaktadır. Orta Asya ve Azerbaycan Türk Cumhuriyetlerindeki Nevruz kutlamaları için, cumhurbaşkanları fermanlar yayınlamakta, üst düzeyde düzenleme kurulları tarafından bayram organize edilmektedir.
Kırgızistan Yazarlar Birliği lokalinin adı “Nevruz”dur. Rusya Federasyonuna bağlı Tataristan Cumhuriyetinin başkenti Kazan’ın merkezindeki bir aşevinin adı Nevruz’dur. Orta Asya’daki pek çok insanın adı veya soyadı Nevruz’dur.
Gelişim süreci içerisinde, Türkiye’de Nevruz Bayramının uzunca bir süre ihmal edildiği doğrudur. Ancak unutulmamıştır. Belki de Hıdrellez, Nevruz’un yerini almıştır? Nevruz barışın, dostluğun simgesidir. Bu güzel bayramda insanların birbirleriyle kavga değil, barış yapmaları gerekir. Ayrıca Nevruz, belirli bir inanç sisteminin, bir tarikatın ya da bir başka etnik topluluğun bayramı da değildir. Aksine tüm insanlığın bayramıdır…Zira tarih içerisinde Nevruz, Çin’de yaşayan bütün halkları etkilemiştir ve eldeki verilere göre, Çin’deki egemen zümre olan Han ulusu da zaman zaman bu bayramı kutlamıştır.
Değişmeyen ve değiştirilemeyecek olan gerçek odur ki; Nevruz bizim ulusal bayramımızdır. O nedenle, HDP’nin TBMM’ne sunacağını ilan ettiği, “21 Mart tarihinin Nevruz Bayramı olarak kutlanmasını ve o günün resmi tatil olması” teklifinin oybirliği ile kabul edilmesi iyi olur…Zira o gün, birçok Türk cumhuriyetinde zaten bu bayram kutlanmakta ve tatil yapılmaktadır. Bu vesileyle bütün hemşehrilerimin Nevruz Bayramını kutluyorum.
Dedebaba Bedri Noyan’a ilgim ve sevgim, onun Atatürk’ten de uzun uzadıya bahsettiği Alevilik ve Bektaşilik ile ilgili değerli eserini okumamla birlikte başlamıştı. Çocukluk yıllarımda bu iki inanç sistemi hakkında olumsuz propagandalarla şartlanmıştım, ama değerli bilginin eserlerini okuyup, gerçekleri gördükten sonra şu karara varmıştım: “Bektaşilik ne geriliktir ve ne de gericiliktir. Tam aksine, sınırsız ilericilik ve özgürlüktür. Bektaşilik, Türk’ün Müslümanlığı yorumlama tarzı içinde şekillenmiş, bir toplumsal harekettir. Bu nedenle, onun mayasını ulusumuzun kültürü oluşturmuştur. Fakat o ırkçı değildir ve insanları; iyilik, dayanışma karşılıklı sevgi ve saygı içinde yaşatmayı amaçlamış, hatta zaman zaman da bu anlayışı uygulamıştır… Bektaşilik bir tür Türk Sosyalizmidir. Fakat onun toplumculuğu, insanları karşılıklı dayanışma içinde yaşatmayı amaçlayan bir toplumculuktur..”
Sonra Hacı Bektaş’a gittim. Birkaç kez, Hacı Bektaş Veli’yi anma şölenlerine katılmıştım. Fiilen gazetecilik yaptığım yıllarda bu şölenlerle ilgili seri yazılar, Bektaşi şairleri ve aydınları ile ilgili söyleşiler yayımlamıştım. Yayımlanan yazılarımı içeren gazeteleri Aydın’da ikamet eden, Bedri Noyan’a gönderdiğimde, ondan 23 Ekim 1975 tarihli şu ilk mektubu almıştım:
“Sayın İrfan Ünver Nasrettinoğlu;
Yollamak lûtfunda bulunduğunuz gazeteleri aldım. Hazret-i Pir Hacı Bektaş Veli’yi anma töreni yazılarınızı okudum. Gazeteler ve yazı için lütuflarınıza teşekkürler ederim.
1964 yılında müzenin açılış günü bir konuşma yapmıştım. 1965 yılı konuşmamda orada ilmi toplantı, seminer veya kongreler yapılmasını, müze kitaplığında bu konuda Türk ve yabancı yayınlarının tamamının toplanarak, orasının bir araştırma enstitisü haline getirilmesini ve semah oyunlarının tesbiti en doğru şekilde koregrafilerinin yapılmasını önermiştim. On yıl sonra isteklerimden biri, forum şeklinde de olsa uygulanmaya başladı. Bu nedenle bu yıl oraya oğlum Ateş ile birlikte seve seve, daha büyük bir aşk ve şevk ile gittim. İlk oluşun eksiklerini hoş görmek gerek. İnşallah uyarılarınız ile gelecek yıl daha ilmi ve daha belirgin konular üzerinde konuşma ve ilmi tartışmalar olur.
Oğlum Ateş Ortadoğu Teknik Üniversitesi İnşaat Bölümünde idi. Bu yıl İngiltere Southampton Üniversitesi ile anlaşmış, orada tahsili ve doktorasını yapacaktı. Eylülde döviz işlerini yapmak üzere Ankara’ya gitmişti. Bu işlerini yapıp 12 Eylül 1975 Cuma günü akşamı Aydın’aa dönmek üzere Pamukkale otobüsüne binmiş, 13 Eylül 1975 cumartesi sabahı erken saatlerde Denizli’ye yakın bir yerde otobüs bir virajı alamayarak devrilmiş. 23 yaşındaki oğlumu böylece kaybettim, diğer beş kişi ile. Otobüsü kullananın ehliyeti de yokmuş. Nasıl bir üzüntü ve sarsıntı geçirdiğimizi tahmin edersiniz.
Benzerlerini her gün yurdun her yanında duyuyoruz. Her hafta bir Kıbrıs savaşı kadar insanımız kayboluyor. Ne yapmalı? Bize sabır yaraşır dedik, eşim anabacı Dr.Semiha ve Fakiir dayandık, halâ da dayanıyoruz. Sizi üzmek istemem, başkasından belki duyarsınız, benden öğrenmiş olunuz diye yazdım. Size sağlık, mutluluk, başarılar dilerim azizim, efendim.
Doç.Dr.Bedri Noyan Fakiir”
Allah, kimseye evlât acısı vermesin. Bedri Noyan’ın ne denli acı çektiğini anlamamak mümkün değildir. Kendisini teselli edebilmek amacıyla uzun bir mektup yazarak, başsağlığı dileklerimi iletmiştim…
Dedebaba bana 10 Eylül 1976 tarihinde şunları yazmıştı:
“Sayın İrfan Ünver Nasreddinoğlu,
Geçen 1975 Hacıbektaş’taki tanışmamızı yenileyen 1976 yılı töreni vesilesiyle güzel yazılarınızı kapsayan iki gazeteyi aldım. Dikkatle okudum. Size hemen yazıyor ve teşekkür ediyorum. Oradaki başıboş durumdan şikayette haklısınız. Dostlar olmasa hepimiz orada açıkta ve aç kalırız. Fakiir açılıştan yani 1964 den beri oraya gidip konuşma ve konferans verdim. Herşey önceleri de söylendi. Geçen yıl açık oturum için oğlum Ateş ile gelmiştim. (Bedri Noyan burada, acı olayı tekrar yazdıktan sonra…) Bu nedenle Hacıbektaş’a gidemedim. Bir mektupla dernek başkanına yazdım. Açık oturum konusunda verilen bahisler üzerinde söyleyebileceklerimi yazılı olarak bildirdim ve mümkünse açık oturumda bunların okunmasını rica ettim. Bilmiyorum okudular mı? Bir satırla cevap ta yazmadılar.
Söylenecek çok şey var. Hepsini Hacı Bektaş Veli gibi koca bir Türk Piri aşkına hoş görmeğe çalışıyoruz. Hacıbektaş’ta başlangıçta, bu konuları gelire çeviren çelebiler ailesi vardı. Onlar aşırı tutumları yüzünden kendi kendilerini alandan silinmiş duruma getirdiler. Şimdi de bu dernekler ve oradaki esnaf (eskiden 5-10 liraya aldığımız taş işi mamülleri şimdi 100-200 liraya satarak yararlanıyorlar. Fakat buyurduğunuz gibi işin aslı olayın derinliğinde yatan ana fikir üzerinde çok yalınkat kalınıyor. Hükümetler de Hacıbektaş ile ilgilenmek istemiyor. Bu da ters bir düşüncedir. Nedense adeta bu konudan çekiniyorlar. Mehter takımının gülbanginden bile Pirimiz Hünkârımız Hacı Bektaş Veli bölümünü çıkartacak kadar… Nevşehir valisine bu yıl anma töreni olmayacak diye söylettirecek kadar. Her neyse dert çok…
Kadirşinas lütuflarınıza tekrar teşekkürler eder, görürseniz Cahit Öztelli dosta selâm ve muhabbetlerimi iletmenizi istirham ederim. Size de iyilikler, başarılar, mutluluklar dilerim efendim.
Fa k i i r”
Bedri Noyan’ın açık oturumda okunması için gönderdiği yazısı maalesef okunmamıştı ve ben bunu kendisine bildirmiştim. Haberleşmemiz devam ediyor, birbirimize yayınlarımızı gönderiyorduk. Kimi bilimsel toplantılarda karşılaşıyor, selamlaşıyor ve kısa süreli sohbetler ediyorduk. Benim bir kitabımı alınca 5 Ekim 1976 tarihli şu mektubu göndermişti:
“Aziz Dost İrfan Ünver Nasrettinoğlu;
Şimdi postadan Âşıkların Diliyle Atatürk kitabınızı aldım. Aman ne güzel, ne kadar gerekli, isabetli bir işi ne de başarılı olarak yapmışsınız. Hak râzi olsun. Kitap için teşekkürler…
(Oğlu Ateş’in vefatıyla ilgili ayrıntıları tekrar yazdıktan sonra…) Anma törenini yapan ve bizi forum için oraya çağıran dernek başkanına durumu arzettim ve forum konusunda fikirlerimi kısaca yazdım. Buyurduğunuz gibi orada okumamışlar.
Hacı Bektaş Veli Türk’tür, Türk milliyeti için değerlidir. Birçokları onu solun, ama aşırı solun hizmetine alet etmeye yelteniyorlar. Bu konu hem ayıp hem günahtır. Hacı Bektaş bize özgü bir sosyalizmi ne güzel kurmuş, yürütmüş, hala yürütülüyor. Kitabınızda halk şairi nasıl Türk, Atatürk ve Hacı Bektaş’ı terkib etmiş. Yine bir halk şairi; “Atatürk’le ilkeli PirHacı Bektaş” diyor. Her neyse, elbet her şey bir gün gerçek yolunu bulur…
Size tekrar teşekkürler. Ekli olarak oğlum için yazdığım bir çeşit ağıtı yolluyorum. Burada meydan açılmalarda kuru bir çeşit beste ile okuyorlar. Gönülden selam ve muhabbetler…
F a k i i r”
Kahpe Felek
Felek sana çarpmak isterse bir kez
Vurur geçer.. Gece yâ gündüz mü var?
Tekeri çıkarır yoldan tez mi tez
Bakmaz yolda iğri, yokuş, düz mü var.
Görme görme kahpe felek oynunu,
Kırıverir bir gün senin boynunu.
Arslan gibi, fidan gibi oğlumu
Alıp gider, ona denir söz mü var:
Kırar geçer suna boylu arslanı
Bir bakarsın yasa boyar dört yanı,
Bir od düşse, yansa ciğerin hani
Arlanır, utanır gibi yüz mü var:
Daha taptazeydi yaşı yirmi üç,
Buna dayanması elbette pek güç.
Yavrumun yollara düşmesi mi suç_
Felek! Sende ölüm çalar saz mı var?
Gençmiş, güzel yiğit.. Dinlemez ezer,
Yürek yakmak için çevre kol gezer.
Umutları yıkar, düşleri bozar
Buna benzer ettikleri az mı var?
Tatlı Ateş’ini acı dert yapar,
Alıcı kuş gibi yavrumu kapar.
Ummadık bir demde canını yakar
Sen gibi döğmeğe onda diz mi var?
Kahpe Felek derler güvenme amân,
Bir sille vurur ki yaman mı yaman.
Kati gerçek ölüm, ey Âşık Noyan
Bunu bilmeyecek kör bir göz mü var?
Kuşkusuz, Dedebaba ile birbirimize bayramlarda ve her yılın başında kısa tebrik mesajları yolluyorduk. Ama uzun bir süre mektup yazamamıştık. Ondan aldığım 16 Eylül 1985 tarihli son mektup ise kısaydı:
“Azizim İrfan Ünver Nasreddinoğlu;
Yazınızı almış ve cevap vermiştim. Bugün size bu mektubumla birlikte son yayınlanan kitabımdan bir adet takdim ediyorum. Kitabı Fakiyr’in dervişlerinden Teoman Gür bey bastırdı. (burada Teoman beyin adres ve telefon numarası gibi bilgileri yazmıştı.)
Dizgi hatalarımı elimle tashih ettim, inşallah beğenirsiniz. Teoman beyle tanışmanızı arzu ederim. Adresini bu nedenle yazdım. Sizlere sağlık ve mutluluklar diler, muhabbetler sunarım, aziz dost…
F a k i i r”
Dedebaba Doç.Dr.Op. Bedri Noyan, adam gibi adamdı. Gerçek bir Türk’tü. O kadar ki, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in Türk kökenli bir insan olduğu tezini cesaretle yazabilecek kadar güçlü bir gerçek Türk’tü…
Bedri Noyan, Samsun’lu emekli subay İsmail Hakkı Noyan ve İstanbul’lu Refia Hanımın oğlu olarak 1912 de, babasının ordu hizmetinde bulunduğu Serez’de doğmuştur. Ama bir aylık iken Serez’den Anadolu’ya göçüp, burada büyümüştür. Ortaokul ve liseyi Samsun’da okumuş, 1937 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinden mezun olmuştur. KBB uzmanıdır. Bedri Noyan, 21 Mart 1960’da Bektaşi toplumu tarafından Dedebaba seçilerek pir postuna oturmuş ve vefat ettiği 07 Kasım 1997 tarihine kadar kadar bu görevi sürdürmüştür.
Dedebaba’nın
Eserlerinden bazıları
1. Kur’ân-ı Kerim (Manzum Meâl) (Ardıç yayınları, Şubat 2007)
2. Veli Baba Menakıpnamesi, İstanbul 1993.
3. Demir Baba Velayetnamesi, İstanbul 1996.
4. Aşıkpaşa-yı Veli Garibname, Çev. Doç. Dr. Bedri Noyan, Ankara,1998.
5. Enel Aşk (Şiirler), İzmir 1955.
6. Aşk Risalesi (Şiirler), Aydın 1959.
7. Hacı Bektaş’ta Pirevi ve Diğer Ziyaret Yerleri, İzmir 1964.
8. Alevilik Bektaşilik Nedir?, Ankara 1985.
9. Hacı Bektaş Veli Velayetnamesi, Aydın 1986.
10. Firdevsi Rumi (Manzum Hacı Bektaş Veli Velayetnamesi), Aydın 1986.
11. Mehmet Ali Hilmi Dedebaba Divanı, İstanbul 1987.
12. Türk Milli Kültüründe ve Kurtuluş Savaşında Bektaşiler, Ankara 1990
13. Seyit Ali Sultan Velayetnamesi,
14. Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik, 7 cilt
Kapı komşumuz Eskişehir’de çok sayıda Afyonkarahisarlı yaşamaktadır. Bu hemşehrilerimiz arasındaki çoğunluk Emirdağlı hemşehrilerimizdedir. Bu hemşehrilerimizin az sayıdaki bir kısmı, hemşehrimiz olduklarını beyan etmeseler de çoğunluk gururla Emirdağlı, dolayısiyle Afyonkarahisarlı kimliklerini ifade ederler.
1980’li, doksanlı yıllarda sık sık Eskişehir’e gidip, orada düzenlenen kültür ve sanat etkinliklerinde bulundum ve hatta bunların bir kısmını bizzat düzenledim. İşte o yıllarda tanıdım, büyük ozan Muharrem Kubat’ı…ve Afyonkarahisar Şairler ve Yazarlar kuruluşunda hazır bulunan Rabia Barış hanımefendiyi…
Geçen haftanın son günlerinde önce Belçika’dan Kamil Sayın, sonra Eskişehir’den Rabia Barış aradılar. İkisi de Ankara’ya geleceklerdi. Emirdağlı olan bu iki ozan hemşehrimizin Ankara’daki Kültür ve Turizm Derneğimizi tanımalarını, hem de üyelerimizle tanışmalarının yararlı olacağını düşündüm.
Derneğimizin değerli Başkanı M.Ali Özerkan’ın da olumlu bulması nedeniyle, bazı Emirdağlı hemşehrilerimizin de katılımlarıyla, geçtiğimiz cumartesi günü bir sohbet toplantısı yaptık. Derneğin eski yöneticilerinden Emirdağlı hemşehrilerimiz Aptil Göktepe ve Av.Kaya Yelek, Osman Laçiner, İrfan Kurt, Bekir Engin Süzer’in de katılımlarıyla renk ve anlam kazanan toplantıda Emirdağlı hemşehrilerimiz Rabia Barış ve Kamil Sayın’ın şiirlerini kendi seslerinden dinleyebilme zevkini yaşadık.
Rabia Barış, yeni yayımlanan Afyonkarahisar-Gönüller Şehri adını verdiği yeni kitabını getirmişti. Bana ve Derneğimize hediye ettiği bu kitabında ozanımızın, Afyonkarahisar Merkez, Emirdağ, Hocalar, İhsaniye, Bayat, Sandıklı, Çay, Şuhut, Bolvadin, Sultandağı, Evciler, Kızılören, Gömü, Sinanpaşa, Döğer, Başmakçı, İscehisar, Karacaahmet ve bazı köylerin özelliklerini belirten şiirleri yer almaktadır.
Kurucuları arasında yer aldığım Afyonkarahisar Yazarlar ve Şairler Derneği yayını olarak, Afyonkarahisar literatürüne kazandırılan kitabın müellifi olan Rabia hanım kimdir?
Rabia Hanım kendisiyle yapılan bir söyleşide hayat hikayesini şöyle anlatmaktadır:
“Ben, 10 Şubat 1949 tarihinde, Afyonkarahisar’ın Emirdağ İlçesinde dünyaya merhaba dedim. Ailenin en büyük çocuğuyum. O yıllarda bulunduğumuz bölgede yalnızca bir ortaokul vardı ve babam beni karma olduğu için o okula göndermedi. Ben sonradan açıktan okuyarak tahsilimi tamamladım. Merhum babam emekli Kuran Kursu öğretmeni Hafız İbrahim Köken, annem Neslihan Köken… Beş kız, üç oğlan olmak üzere sekiz kardeşiz. Ben şiir yazmaya küçük yaşta başladım. Bizde ağıtlar, türküler ve de ilahiler pek meşhurdu. Hele ki Yunus’un şiirleri beni benden alır götürürdü. Bunlar beni yürekten etkiledi. “Şair olunmaz şair doğulur.” derler ya işte öyle. İçimdeki duygular kültürümüzün de etkisiyle böyle ortaya çıkmış oldu. Şair bir kardeşim var; Ahmet Köken. Oldukça güçlü şiirleri var. Edebiyata yatkın bir aileyiz…”
Rabia Barış, şiiri 7/24 yaşayanlardan biridir. Bunun nedeni de şöyle açıklamaktadır:
“Bana şiir nedir derseniz, aşk derim, sevda derim, gözyaşı, hüzün derim zaman zaman da mutluluk derim. Şiirden aldığım hazzı hiçbir şeyden alamam. Şiir benim için su gibi, hayat gibi bir şeydir, olmazsa olmazımdır. Yazıp bırakmam. Şiirlerimin üzerinde çok çalışırım. Son dönemlerde konulu şiir kitapları yazıyorum. Yani bir konu hakkında yazdığım şiirlerimi kitaplaştırıyorum. Böyle hazırladığım ve basılmayı bekleyen çok sayıda çalışmam var…”
Şiirleri yerel gazetelerde ve Türkiye çapındaki Çağrı, Aziziye, Sevgi Yolu, Gülpınar, Şiirsevenler, Yeni Defne, Ana, Simav Anadolu, Eskişehir Bülteni ve Emirdağ dergilerinde yayımlanan Rabia Hanımın kitap bütünlüğünde yayımlanan eserleri şunlardır:
1.Çile Çiçeği (1997)
2.Gurbet Akşamlarında (2005)
3.Gönülden Damlalar (2003)
4.Rabia Barış’ın Dilinden Yunus Emre’ye Şiirler (2013)
5.Eskişehir Sevda Şehir (2013)
6.Türk Dünyası Ülkem Kızlarına Güzellemeler (2013)
7.Çocukların Şiir Dünyası (2016)
8.Aşkın Adı Yunus Emre (2018)
9.Sevelim Dedi Yunus (2021)
10.Afyonkarahisar Gönüller Şehri (2022)
Öte yandan, 2003, 2007, 2012 ve 2014 yıllarında, Prof. Dr. Halil Buttanrı’nın danışmanlığında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden dört lisans öğrencisi Rabia Hanımın hayatı, sanatı ve eserleri konulu dört adet lisans bitirme tezi hazırlamışlardır.
1966 yılında evlenen Rabia Hanımın üç çocuğu, yedi torunu bulunmaktadır.
Söz konusu kitaptaki şiirlerin teker teker ele alınıp yorumlanması ve değerlendirilmesi hayli zaman alacağı gibi, bir kitap tanıtma yazısının hacmini de çok aşacaktır. Kitabın içeriğini çok güzel belirtmiş olan değerli hemşehrimiz E.Kd.Albay Mesut Acet’in kaleme aldığı önsözü aynen yayımlamak isterim…
.
“Şiirleri okullarımızdaki ders kitaplarında okutulan ve bölgemizde yetişen bütün şairlerin, yazarların elinden tutan, onlara yol gösteren Duayenimiz Şair Muharrem Kubat’ın çok güzel bir ifadesi var. “Allah insanları yaratırken bazılarını özel yeteneklerle donatarak yaratmış” Rabia Barış’ta Allah vergisi özel yetenekleri ile donatılarak yaratılmış şair ablamız.
Tabii ki bu yeteneklerin genlerle ilgili olduğunu da ifade etmek isterim. Babası İbrahim Köken hocamız, kardeşi Ahmet Köken arkadaşımız ve Rabia abla’nın çocukları da genlerinden gelen özel yeteneklere sahipler. Onların da ruhumuzu okşayan çok güzel şiirleri ve yazıları mevcut.
Afyon, Emirdağ, Gömü köyü üçgeninde doğup, İstanbul’da hayat bulan, Eskişehir Porsuk Çayı kenarlarında gelişip büyüyen memleket şiirlerini, içten gelen duyguları coşkulu bir dille anlatan Rabia Barış, kendi ifadesiyle;
“Şiir şairin yaşam biçimi olmalı ki, rüyalarını süsleyebilirsin…
Ancak rüyaları süsleyen şiirler şairin özüne inmiş demektir.”
Şair Bekir Sıtkı Erdoğan‘ın kendisine taktığı mahlas ile Rabia Sultan, son derece üretken bir şairimiz. Basılan ve bugüne kadar okuyucuyla buluşan eserlerinin yanında basıma hazır yüzlerce kitabı mevcuttur. Şairin eserleri bugüne kadar yüzün üzerinde kitap, güldeste ve şiir antolojilerinde yer almış, çeşitli edebiyat dergilerinde ve çok sayıda gazetede yayınlanmıştır. Pek çok şiiri de bestelenmiştir. Kitabında yer alan şiirlerden bazıları bestelenmiştir. Bestelenmiş şiirlerinin içinde en çok beğeni alanlardan biri Azerin’in seslendirdiği Çanakkale Geçilmez adlı eseridir.
Kendisini;
“Anam Yörük, babam Türkmen,
Soyum has Türk boyum Türkmen,
Okum, takım, yayım Türkmen,
Ben şerefli Türk kızıyım,
Al bayrağın yıldızıyım.” dizeleriyle ifade eden şairimiz şiirlerinde milli hassasiyetlerini, vatan, millet, bayrak aşkını daima ön planda tutmuş, insan ve doğa sevgisiyle harmanlamıştır.
Gönüller Şehri Afyon kitabında da, Afyon’umuzu her özelliği ve bütün güzelliği ile genç kızlığında dokuduğu kilimler gibi nakış nakış işlemiş her rengi, her motifi ilmek ilmek işler gibi sevgi dokumuş gönül okumuş.
“Istar ağacında kilim dokudum,
Kilimi başında türkü okudum,
İç içe giydirdim rengi deseni,
Her rengin içine sevgi dokudum.
Gönül okudum.”
Afyon’umuzun tarihini, kültürünü, doğasını bütün güzelliklerini bu kitapta bulacaksınız;
“Tarihi eskidir kökü derinde,
Şehriyarım ağır durur yerinde,
Kuzular, meleşir vadilerinde,
Gelin duvağıdır tülü Afyon’un.”
“Adıyla müsemma balı kaymağı,
Kültürüne bağlı her bir oymağı,
Sarılmış bendine sevgi yumağı,
Burcu burcu kokar gülü Afyon’un.”
Batı Anadolu’da tüm yolların birleştiği kavşak noktası olması açısından önemlidir Afyon’umuz;
“Bir kanadın Ege İzmir yolusun,
Bir yanın Ankara Anadolusun,
Yakın komşu Eskişehir kolusun,
İç içe yaşarsın ne büyük onur,
Dünyalar durdukça sen yerinde dur.”
Termalin Başkenti olarak adlandırılan; kaplıcalarıyla, mermeriyle ve sucuk gibi gıdalarıyla ünü sınırları aşıp, dünyaya yayılmış olan Afyon, tarihi açıdan da önemli bir şehrimizdir;
“Bağları üzümlü bostanı ünlü,
Hastır Kaplıcalar gerdanı benli,
Endamlı kalesi şanlı bu denli,
Zirvede bayraktır alı Afyon’un.”
Afyon’un simgesel yapılarından birisi olan, MÖ. 1350 yılında Hitit İmparatoru II. Murşil zamanında yaptırılan Afyonkarahisar Kalesi şiirlerde haklı olarak yerini almaktadır;
“Karahisar kalesinden aşağı,
Ilgıt ılgıt eser yeli Afyon’un.
Tarlasında sarı buğday başağı,
Haşhaş diyarıdır ili Afyon’un.”
Bir başka şiirinde;
“Afyonkarahisar İlimiz bizim,
Burcu burcu kokar gülümüz bizim,
Bir güzel şehirdir bölgede Afyon,
Şehri temsil eder Kalemiz bizim.”
Büyük Taarruzun en büyük savaşları Afyon’umuz ve çevre illerinin sınırlarında yapılmıştır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bizzat yönettiği, Büyük Taarruz Savaşında 1. ve 2. ordu arasında sıkıştırılan düşman birlikleri Afyonkarahisar ili sınırları içinde yok edilmişlerdir. Her karış toprağı şehitlerimizin kanıyla sulanan ve Kurtuluş Savaşımızın simgesi olmuş kentlerimizden biri olan Afyonkarahisar, Büyük zaferlere ev sahipliği yapmıştır. Şair olup ta bu konuda duyarsız kalınır mı hiç;
“Afyon Kocatepe düşmanı yendi,
Düşman Sakarya’da saklanıp sindi.
Dumlupınar, Zafertepe nişanı,
Türk ordusu aziz bildi vatanı.”
Afyon’umuz için büyük bir şans olan, ilimize, sanatımıza ve kültürümüze sahip çıkan, genç, enerjik ve dinamik Valimiz Sayın Gökmen Çiçek’ i de unutmamış şairimiz, bütün şair ve yazarlarımızın duygularına tercüman olmuş;
“Bugün Gökmen Çiçek İlin Valisi,
Ona gıpta eder yurt ahalisi,
Dünyalara bedel Afyon Kalesi,
Kültürüne sahip Valimiz bizim.”
Çok yaygın bir ifadeyle; “Şiir duygudur. Şiir anlatmaktır. Şiir anlamaktır. Şiir hissetmektir. Şiir paylaşmaktır. Şiir sonsuzluğa giden bir yoldur. Şiir bilmektir. Şiir hayattır, hayatsa bir şiir.”
Şairimiz Afyon’umuzu mısra mısra anlatmış, hissederek nakış nakış işlemiş kitapta.
“Şiir kimi zaman özlemdir sılaya,sevgiliye,
Şiir sevgidir,saygıdır eli öpülesi anaya,babaya,
Şiir duygudur Vatana,Millete,Bayrağa,
Şiir itiraftır gizli kalmış duygulara,
Kısaca şiir hasrettir,özlemdir,hayattır,
İhtiyaçtır,tesellidir,sitemdir,imrenmektir,
Yaşamaktır,duygudur,
İlaçtır yazan kaleme okuyan yüreklere…”
Diyarbakır’daki görev süremin sona ermesinden sonra, tekrar başkente atanmış; gıyaben tanıdığım birçok şair ve yazarla, sık sık biraraya gelme olanağı bulmuştum. Tabii en çok da hemşehrim Osman Attilâ ağabeyimle buluşup, birlikte kimi toplantılara gidiyorduk. Böyle bir birliktelikte, Ankara’nın Sakarya caddesindeki ünlü bir restoranında, Halil Soyuer’le tanışmıştım. Halil ağabey, deyim yerindeyse, tam benim kafama uygun yapıda bir insandı!…
Soyuer, âşık tarzı, yani her kesimden insanımızın anlayacağı ve seveceği şiirler yazardı. Bu yüzden onun birçok şiiri, ünlü bestekârlar tarafından Türk sanat müziği tarzında bestelenmiş, böylelikle geleceğe aktarılmıştır. O âşık tarzı şiirde, gerçek anlamda ustaydı.
Ben burada Halil Soyuer’in hayatı ve eserlerinden uzun uzadıya söz edecek değilim. Zira kızı Nursel Soyuer Gündüz hanımefendinin hazırlayıp, yayınını sağladığı “Kazdağı Eteklerinden Ankara Doruklarına Halil Soyuer” adlı kitap, bu değerli insanımızın tüm hayatı ile ilgili, bilinen, hatta bilinmeyen pek çok konuyu ve tüm şiirlerini içermektedir.
Halil Soyuer’le ağabey-kardeş ilişkimiz vardı. Ortak noktalarımızdan birisi, ikimizin de profesyonel gazeteci olmamızdı. Yazdığım gazetelerde, onunla ilgili çok yazım yayımlanmıştı ve gazetede düzenlediğim sanat-edebiyat sayfalarında, onun şiirlerine ve onunla ilgili haberlere yer verir, yeni çıkan kitaplarıyla ilgili tanıtma yazıları yayımlardım.
Ayrıca, başkanlığını yaptığım Halk Kültürü Araştırmaları Kurumu’nun çeşitli kentlerimizde düzenlediği şiir şölenlerine davet eder; açtığımız şiir yarışmalarına katılımını sağlardım. Her konuda, kısa sürede şiir yazabilme yeteneğine sahipti. Geçtiğimiz günlerde yayımlanan yazımda Cemal Safi’yi anlatmış iken, Halil Soyuer’i yazmamak olmazdı…
Onunla ilgili dosyayı açtığımda, bana hitaben yazdığı birçok mektup ve şiirler arasından bazılarını seçerek, burada söz etmek istiyorum.
4.12.1985’de yazdığı ve 18.01.1986’da, üzerine “Dost, İrfan Ünver Nasrattınoğlu’ na”yazarak gönderdiği şu şiirini yıllardır saklıyorum:
MECBUR’LAR
Mecbur ki bahar gelmeye dünyamıza her yıl
Yağmur, doğanın emri ki hep yağmağa mecbur.
Ay parlayacak, gösterecek kendini gökte,
Mecbur şu güneş, ertesi gün doğmağa mecbur.
Seller köpürüp taşsa da toprak ana bekler
Kökler suya, yaprak dala, dal gövdeye mecbur.
Dünya dönecek, devredecek günlere günler
Yaprak düşecek titreyerek, düşmeye mecbur.
Basmışsa sıcak yaz günü mecbur da o yüzden
Dağ ormana tutkunsa da orman dağa mecbur
Binbir çiçeğin açması hoş, kokması hoştur,
Mecbur arının ağzına bal sığmağa mecbur.
Göz görmeye mecbur, açılıp baktığı anda
Yıllar ay’ı aylar gün’ü terketmeye mecbur.
Geldik şu güzel aleme, emreyledi Allah,
Ermişse vakit, can gidecek, gitmeye mecbur.
Konmuş bu düzen bir kere, kim gelse değişmez
Bin’ler yüz’e, yüz’ler on’a, onlar bir’e mecbur.
Takdir-i ilâhi denilen bir yasa var ki…
Yerler göğe mecbur yine gökler yere mecbur.
Halil ağabey, çok renkli bir insandı. Gazeteci olarak yazdığı yazılarla ve özellikle “Ankara Kabadayıları” röportajları ve kitabıyla, başkentteki mafia babaları ve bütün kabadayılarla tanışmıştı ve onların mekânlarına rahatlıkla girip çıkar, ağırlanır ve saygı görürdü. Bir akşam vakti bana, “gel seni bir yere götüreceğim” demiş ve Ulus-Dışkapı arasındaki “bar” olarak da bilinen bir gece kulübüne gitmiştik. Bu mekânın bodyguard’ları kapıda karşılamışlar, önce “baba”nın odasına gidilmiş, sonra da salonun en önemli masasına oturtulmuştuk. O mekanda müzik ve raks da vardı, assolist, o tarihte arabesk müziğin ünlü isimlerinden Dursun Salkım’dı…
Zaman zaman, kendi adına jübileler düzenliyordu. Bunlardan birisini planlarken, bana yolladığı, 10.3.1994 tarihli bir mektubu buraya almak isterim:
“İrfan kardeşim…Ricam şu. 29 Nisan 1994 Cuma gecesi Büyük Sürmeli Otelinde gecem yapılacak. Düzenleme Komitesi öncüsü de değerli hemşehrin İsmet Attila olacak. Bir çok ünlü sanatçının yer alacağı gecenin yönetimini sizin tecrübeli yeteneğinize bırakacağım. İtiraz yok. Senden güzel yönetecek de yok…”
Bu mektubunda Halil ağabey, üç konuya değiniyordu. Birincisinde, Halk Kültürü Araştırmaları Kurumu olarak İznik’te düzenlediğimiz, uluslararası düzeydeki sempozyum ve şiir şöleniyle ilgili davetimize olumlu cevabını bildiriyordu… İkincisi, gönderdiği yeni kitabını aldığımı bildiren mektubumun kendisini memnun ettiğini öğrenmiştim… Üçüncüsü ise, düzenleyeceği jübilenin yönetimini bana veriyor ve emr-i vaki yapıyordu… Ünlü ses sanatçısı Mine Koşan’ın assolist olduğu gecenin programını ben yönetmiştim…
***
Ülkemizin çok sayıdaki bestekârları, çok sayıdaki şiirlerini besteledikleri Soyuer şiirleri, çok ünlü bestekârlar tarafından musikimize kazandırıldı ve ünlü ses sanatçıları tarafından da seslendirildi. Bu şarkılar arasında en çok okunanı ise şu dizeler idi:
Hançer-i aşkınla, ey yâr, gönlüm üzre vurma hiç
Öyle bir derde giriftkârım ki hâlim sorma hiç
Ağladıkça gözlerimden kan gelir yaş yerine
Öyle bir derde giriftkârım ki hâlim sorma hiç
Şarkı sözlerinden kaynaklanan ilginç şiirsel mektup
Halil Soyuer’le ilgili ilginç bir mektubu da buraya almadan geçemeyeceğim. “Gezilerden şayet eline geçip de okuyabilirsen ne mutlu…” kaydıyla, 7 Temmuz 1999 tarihli ilginç mektubun, sevdiği ve değer verdiği başka dostlarına da gönderilmiş olduğunu sanıyorum. Mektup aynen şöyledir:
Sevgili dostum, Nasrattınoğlu
“Derdimi ummana döktüm-Asumana inledim” diyebilirsin.
“Nereden sevdim o zalim kadını/ Bana zehretti hayatın tadını” diyerek de isyancılara katılabilirsin. Hatta;
“sormadın halimi hiç, kalbimin esrarı nedir” diyerek de sitemlerde bulunabilirsin. Bu hallerinde, hiç canını sıkma. Sıkacaksan yumruklarını sık, dişlerini sık.
“Güzel gün görmedi âvâre gönlüm” şarkısının havasından uzaklaş.
“Aman sâki canım sâki doldur doldur da ver” diye diye
“mest oldu gönül gözlerini gördüğüm akşam” şarkısının salıncağında sallan.
“Enginde yavaş yavaş günün minesi soldu” diyebilirsin. Fakat
“mâni oluyor hâlimi takrire hicâbım, üzme yetişir üzme firâkınla hârâbım” diyerek, kendini üzüntünün kollarına bırakma.
“Bahtının rüzgarına kapılıp gidenleri” düşünürken,
“gam çekme güzel, nolsa baharın sonu yazdır” deyiver.
Gecenin matemine aşkını örtüp saranları, gönül yarasından acı duyanları,
Sesinde şarkısı aşkın figan olup gidenleri,
ömrümüzün son demi son baharıdır artık diye hıçkıranları unutma. Böyle anlarında dudaklarından;
“zamanla belki geçer bu aşk da hicran da, seven gönülde muhabbet söner mi bir anda” şarkısının rüzgârını eksik etme.
Hayatından “bin hüzün çöktü yine gönlüme akşamla benim” şarkısını çıkart at. Çıkar at ki, “yosun tutan taşlar” gibi olan eski dostlarınla gönlünce eğlen. Eğer aziz dostum içerinde “bilmem ki sefa neş’e bu ömrün neresinde” diye bir şüphen varsa ve arada da olsa
“bir gönlüme bir hali perişanıma baktım, zalim seni âh eyleye vah eyleye çaktım” diyerek yeis ırmağına olta atıyorsan sabırla bekle.
Çıkıp yücelerden haber sorma,
mehtap uyanmasın diye de kürekleri aheste çekme.
Ömrün sevdalarla geçmiş olabilir. İhtiyar değil, bahtiyar ol.
Kendinden hiç kaçma. Yanılıp da kaçarsan sonra da pişmanlık içinde kendine gelirken
“Rüzgâr uyumuş ay dalıyor, her taraf ıssız” olabilir.
Kendine kendin gibi bir taze baharı seçmende zarar değil yarar var.Bazan da;
“Gül hazin, sümbül perişan bağ-ı zârın şevki yok” diye hıçkıran merhum besketâr Rahmi beye rahmet dileyerek;
“Maziye bir bakıver, neler neler bıraktık” diye kıvanç duy.
“Rüya gibi uçan yıllar, durum durun durun biraz” diye haykırsan da zaman durmayacaktır. Kulaklarında hep;
“Kalplerden dudaklara yükselen sesi dinle” şarkısı yankılansın.
Arada sırada da., bunları yazıp bize ulaştıran bir gönüldeş dostumuz vardı diyerek kulaklarımın çınlamasına yardımcı ol.”
***
4 Ocak 1921 tarihinde Balıkesir’in Havran ilçesinde dünyaya gelen, 83 yıllık hayatını dolu dolu yaşayan Halil Soyuer, 17 Ocak 2004 tarihinde vefat etti. Çok renkli, güzel bir insandı. Yüce Yaradan’dan ondan rahmetini esirgemez, ruhu şad olur inşallah…
Şair Cemal Safi, son yıllarda, ünlü ses sanatçılarının okuyup, meşhur ettikleri bazı şarkıların güfte yazarı olarak şöhrete ulaştı. Fakat ben onu, o şarkılardan çok önce, birbirinden güzel şiirleriyle tanıdım.
Yıllar önce bir gün, Türk Kooperatifçilik Kurumu salonunda yönettiğim bir şiir şölerine, Ayhan İnal ile birlikte gelmişti. Şiiri, şiirselliğiyle orantılı biçimde okumuyordu ama, şiir yapısı ve dizeleri güçlü şiirler okuyordu. Sonraları çeşitli dergilerde çıkan şiirlerini ilgiyle okumaya başladım. Güçlü bir şairdi. Zaman zaman, evimin de bulunduğu Aydınlıkevler’deki bürosuna uğradım. Bana yeni yazdığı ve henüz yayımlanmamış olan şiirlerini okuyordu. Basit, fakat çarpıcı dizelerle örüyordu, şiirini. Kimi ünlü şairlerden çok daha şairdi. Bir gün, “Cemal Bey, bir kitapta toplayalım şu şiirlerinizi” dediğimde, hiç eksik olmayan sonsuz tevazuu ile, “hocam, daha çok erken, hele dur bakalım…” demişti. Oysa tepeden tırnağa şairdi, Cemal Safi…
Nihayet, şahsen benim yayımlanmasını çok arzu ettiğim kitabı yayımlandı. Adı da “Vurgun” idi. Hani şu, Muazzez Abacı’yı da yeniden üne ulaştıran şarkının sözlerinden mülhem…
VURGUN
Gözlerim uykuyla barışık sanma!
Sen gittin gideli dargın sayılır.
Ben de bir zamanlar sevildim amma,
Seninki düpedüz vurgun sayılır!…
Yalan mı söyledin göz göre göre?
Ne zaman dolacak verdiğin süre?
Gönülden gördüğüm takvime göre,
Aldığım her nefes bir gün sayılır…
Armağan ettiğin kutsal mendile
Akarken içimi dağlayan çile,
Manavgat denilen çağlayan bile,
Benim göz yaşımdan durgun sayılır!…
Her ne kadar zulmetsen ah etmem sana,
Her iki cihanda gül kana kana…
Seninle cehennem ödüldür bana,
Sensiz cennet bile sürgün sayılır!…
Cemal Safi’nin duygularının ürünü olan bu dizeler, bestelenmiş. Muazzez Abacı’nın sesiyle, Türk Milletine mal olmuştur. Zira bu şiir, herkes tarafından benimsenerek, sevilerek okunuyorsa, artık o şiir, şairin malı olmaktan çıkmış, topluma mal olmuş demektir. Ne mutlu şiirleri topluma mal olan şairlere…
Cemal Safi’nin şiirlerini, çok defa kendi sesinden dinledim. O tevazuu hiçbir zaman bırakmadan, şu dizelerle şiirlerini okumaya başlardı:
Yazmakta epeyce olmuştu mahir,
Yalan yanlış düzme beyit vesair,
Muhitimde ehli yoktu ki zahir;
Ben gibi cahili ettiler şair…
Evet Cemal Safi, tepeden tırnağa şairdi. Gerçi Avni Anıl, Halil Soyuer, Ayhan İnal gibi ustaların, onun şiirinin gelişiminde katkıları olmuştur ama, ondaki şiir yeteneği adeta, anadan doğmaydı…Ona aşk şairi, sevgi şairi de denilebilirdi. Cemal’in sevgisiz bir şiirine rastlamak mümkün değildi. Bu şiirleriyle, birçok ödül kazanmıştır.
Bestekarlar, genellikle ele aldıkları şiirlerinin tamamını değil de, bir kısmını besteliyorlar. Gerçi salt şarkı sözü olarak yazılan dörtlükler de vardır; ama Cemal Safi, şiirini yazarken, bestelenmesi amacı gütmemiştir. Bestekârların, uzun soluklu şiirleri kırparak, beste yapmaları, çoğu kez,. Muhteşem şiirlerin tamamının topluma ulaşmalarını engellemiştir. Örneğin Cemal’in bestelenip, çok yaygın bir şarkı olarak Türkiye genelinde yayılan şu şiirinin güzelliğine bakınız:
RÜYALARIM OLMASA
Yıldızlara baktırdım, fallarda çıkmıyorsun,
Seni görmem imkânsız, rüyalarım olmasa.
Pencereden bakmıyor, yollara çıkmıyorsun;
Seni görmem imkânsız rüyalarım olmasa.
Zor mu geldi kalbinde bana sevgi saklamak?
Yakıp gittiğin yeri dönüp bir kez yoklamak?
Değil sabaha kadar seni öpüp koklamak,
Seni sormam imkânsız rüyalarım olmaza.
Sevmesem özler miyim seni can pahasına?
Ne olur bir fırsat ver, beni bir daha sına.
Adını söyleyemem, senden bir başkasına;
Seni sormam imkânsız rüyalarım olmasa,
Düşlerimde incitsem günlerce uyuyamam,
Sana değil, saçının bir teline kıyamam.
Yıllar sonra dönsen de nerde kaldın diyemem;
Seni kırmam imkânsız rüyalarım olmasa.
Yalvarırım mektup yaz, beş dakkanı ayır da,
Su serp yanan sineme sağlığını duyur da.
Yaban gülü gibisin, dağda, kırda bayırda;
Seni demem imkânsız rüyalarım olmasa.
Türk sanat musikinin büyük sesi Muazzez Abacı, iki kez, iki kaset ve şarkı ile çıkış yaptı. Bu şarkılarının ikisinin de sözleri Cemal Safi’ye aitti. Birisi “Vurgun” öteki ise, “Sensiz Olmadı” başlıklı şarkılardı:
SENSİZ OLMADI
Kaybolan neşemi şarkıda, sazda,
Bulmayı denedim, sensiz olmadı.
Felekten bir gece çalıp biraz da,
Gülmeyi denedim, sensiz olmadı.
Hasreti herkesten çok tanıyorum,
Bu zehrin üstüne yok sanıyorum.
Islak gözlerimden utanıyorum,
Silmeyi denedim, sensiz olmadı.
Doğmanı bekledim battığın yerden,
Dönmeyi bilmedin gittiğin yerden,
Beni sarhoş diye sattığın yerden,
Gelmeyi denedim, sensiz olmadı.
Evlenmiş dediler, çıldıracaktım!
Resim, mektup, şiir, ne varsa yaktım.
İlmeği kaç defa boynuma taktım!
Ölmeyi denedim, sensiz olmadı.
Ve artık, Cemal Safi’nin de bir kitabı var. Hem de dolu dolu, içerikli kitap. Gerçi onun şiirlerinin tamamına yakınını biliyordum ama, gerçek bir şairin şiirlerini derli toplu bir kitap içerisinde saklamak, daha keyifli olacaktır. Cemal’in lütfedip, imzalıyarak gönderdiği “Vurgun” adlı kitabını elime aldığım gün, baştan sona değin zevkle, bir kez daha okudum. Şair kitabının başına, o tevazu dolu duyguları ile şu dizeleri eklemişti:
Yorgunum, bitkinim, kitabım, artık,
Belâgatli değil hitabım artık,
Her sayfamda hatta her satırımda
Yazılsın cilt cilt kitabım artık…
Evet Cemal Safi artık kitap oldu…Ama benim tanıdığım Cemal, ciltlere sığmaz ki…Kuşkusuz bu ilk kitabını ikincisi ve diğerleri izleyecektir. (Aradan geçen yıllar içerisinde şair, şöhretini de, eserlerini de kitaplarını da arttırdı…)
Cemal Safi’nin sevdiği insanların başında, herhalde Halil Soyuer gelmektedir. Soyuer, Cemal’in şiirlerinin oluşmasında, önemli payı olan, değerli bir şairimizdir. Safi bu gerçeği her zaman itiraf etmiş ve her zaman Halil ağabeyi sevmiştir. Bu sevgisini;
“Hasretin amansız tuttu yakamı
Neden olmuyorsun oralı Halil?
Kasten mi terk ettin, yoksa şaka mı?
Bu mudur dostluğun kuralı Halil?”
Dörtlüğüyle başlayan, yedi kıt’alık bir şiirle destanlaştırmıştır. Elbette dostluk güzel bir duygudur. Ben her zaman Cemal Safi-Halil Soyuer ve Ayhan İnal-Kaya Özdemir dostluğuna hayranlık duymuşumdur. Bu dört şairin dizelerinin ana teması daima sevgi olmuştur.
Cemal’in “Vurgun” adını verdiği kitabı salt içerik olarak değil, biçim olarak da güzeldir. Kuşkusuz titizlikle hazırlanmış, mizanpajından, tashihine, kağıdından kapağına kadar her şey, mükemmeldir. Önsöz olarak Halil Soyuer, Avni Anıl ve Orhan Gencebay’ın yazılarının yer almış olması da, kuşkusuz kitaba ayrı bir önem ve değer kazandırmıştır.
1938’de Samsun’da dünyaya gelen şair dostumu, 18 Nisan 1993 ebedi aleme yolcu ettik.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.