Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
İrfan Ünver NASRATTINOĞLU

HİNDİSTAN’LI MÜSLÜMANLAR PAKİSTAN -2-

İSLAMABAD
Tarihi değeri bir yana, göründüğü kadarı ile, Pakistan çok geri kalmış bir ülkeydi. Söylerlerdi de, pek inanmazdım. Başkent İslamabad, yeni kurulan bir kentti. Bom-boş arazide, yeni yeni binalar yükselmişti. Kimi inşaatlar henüz tamamlanamamıştı. Rawalpindi’nin eskimiş ve kokuşmuşluğu yüzünden, 25 km. ötede, yeni bir şehir olarak başkent yaratılmıştı.
Eski başkent Rawavalpindi 4 milyonluk bir şehirdi. Ziya Ül Hak, hep bu şehirde ikamet etmişti. Bu kent bana Bağdat’ı anımsatmıştı, çünkü birçok yönden bu iki şehir birbirlerine benziyorlardı. Cuma ve cumartesi günleri resmi tatil olduğu için, dükkânlar kapalıydı, ama şehirdeki kalabalık gözle görülür haldeydi. Continental otelinin içindeki ele ayağı düzgün dükkanlara bakıp çıkmıştık.
Tüm Pakistan’da, kamyon ve otobüsler çeşitli renklerle boyanmış ve resimler yapılmıştı. Dolmuş olarak kullanılan minibüslerle triportörler de aynı şekilde boyanmışlardı. Halkın toplu taşıma araçları bunlardı. Esasen taksi sayısı çok azdı.
Resmi devlet binaları ve büyükelçilikler, artık İslamabad’da bulunuyorlardı. Anayasa caddesi ile buna paralel olan Atatürk Caddesi, başkentin güzide binalarının bulunduğu caddelerdi. Tüm yabancı misyon temsilcilikleri buradaydı. Her ülke, kendi binasını kendisi ve kendi üslûbuna göre inşa etmişti. Yeni okullar, üniversiteler açılmıştı.
Faysal Camii
İslamabad’a egemen Margala Dağının dibindeki Faysal Camii, muhteşem bir yapı olarak dikkati çekiyordu. Bu caminin mimarı, bir süre Ankara Belediye Başkanlığı yapan, Vedat Dalokay’dı. Merhum Dalokay bu projeyi, Ankara Kocatepe Camii için çizmiş, fakat geleneksel Türk cami mimarisini yansıtmadığı için kabul edilmemiş, bunun üzerine proje Pakistan’a aktarılmıştı. Daha doğrusu, Dalokay, açılan yarışmaya katılarak, bu camiyi inşa etme onurunu elde etmişti. Doğrusunu söylemem gerekirse, ben de Selçuklu ve Osmanlı imparatorlukları döneminde inşaa edilen camilerin biçimlerinden sapılmaması gerektiğine inanırım. Suudi Arabistan kralı Faysal’ın adını taşıyan caminin inşaatı için Suudiler, Pakistan’a 40 Milyon ABD Doları vermişler ve bunun 1 Milyon Dolarını Vedat Dalokay almıştı. İnşaat 1976 yılında başlamış ve inşaatın gidişatını takip etmek üzere Dalokay, 40 kez İslamabad’a gelip gitmişti. Caminin açılış törenine Dalokay ve eşi ile, Mehmet Önder ve eşi de katılmışlardı.. Caminin 4 minaresine asansörle çıkılıyordu. Tümüyle modern bir yapı olan bu caminin, dünyada başka bir benzeri bulunmamaktadır… Bu camide 10 bin kişi, aynı anda namaz kılabilecektir. Seccadeler, halılar özel olarak dokunup serilmiş, giriş kısmında da bir havuz yapılmıştır. Caminin tam ortasındaki avize, gökyüzündeki yıldızları sembolize ediyormuş… İlginç olan Mihrap da, sayfaları açılan bir Kur’an’ın andırmaktadır. Açık olan sayfaların solunda Bakara Suresi, sağında ise Fatiha Suresi yer almaktadır… Mihrabın hemen üzerinde, sanatçımız Emin Barın’a ait kûfi yazı yükselmekte ve tüm duvarda bu yazının perspektifleri görülmektedir… Daha sonra caminin içine, bir Ayet-i Kerime tablosu ve bir de saat konulmuştu. Bunların caminin estetiğine uygun olmadıkları muhakkaktır. Esasen Vedat Dalokay, Pakistan’lılarla yaptığı sözleşmede, hiçbir şey konulmamasını şart koşmuştur… Cami içerisinde kadın mahfilinin de bulunduğunu belirtmek isterim.
Bilahare camiye bitişik, “İslâm Üniversitesi” binaları inşaa edilmiş olup bu üniversitede eğitim faaliyeti sürdürülmektedir. Hatta öğretmen ve öğrenciler için lojmanlar ve öğrenci yurtları da bulunmaktadır. Keza cami önündeki geniş bahçe içinde, General Ziya Ül Hak’ın anıt mezarı da vardır. Sevenlerinin olduğu kadar, Ziya’yı sevmeyenlerin olduğunu da Pakistan’da öğrenmiştim.
Uluslararası Konferans
1950’li yıllarda Ankara’da kurulan Türkiye-Pakistan Kültür Derneği’ne üye olduktan sonra, derneğin Genel Sekreterliği görevini üstlenmiştim. Çeşitli derneklerin yönetim kurullarında da görev yaptığım için, Dernekler Kanunu da adeta ezberlemiştim. Bu nedenle, yönetim kurulları, özellikle de başkanlar, benim üstlendiğim görevi sürdürmemi istiyorlardı. Mehmet Önder ağabeyimizin, başkanlığında, görev yaparken, bir gün, Pakistan’ın’ Ankara Büyükelçisi bizi büyükelçiliğe davet etmiş ve Pakistan’a gidip gidemeyeceğimizi sormuştu. Bu davet, benim beklediğim bir çağrıydı…
Pakistan’da, zamanın başbakanı Benazir Butto’nun direktifiyle kurulan ve benim de üyesi olduğum “Uluslararası Yazarlar ve Aydınlar Birliği”, 30 Kasım – 03 Aralık 1995 tarihlerinde, başkent İslâmabad’da, “Uluslararası Yazarlar ve Aydınlar Konferansı” düzenlemişti. Mehmet Önder ve benimle birlikte Büyükelçi Ömer Lütem de bu toplantıya davet edilmiş ve üçümüz, anılan konferansta ülkemizi temsil etmiştik.
Konferans, Başbakan Mohtarma Benazir Butto’nun açış konuşmasıyla başlamıştı. Onun konuşmasından önce, çok güzel sesli bir hafız, Kur’an’ı Kerim’den bir ayet okumuştu. Protokol konuşmalarından sonra da, bildirilerin sunulmasına geçilmişti.
Akademi Başkanı Fakhar Zaman’ın başkanlığında oluşturulan Düzenleme ve Yürütme Kurulunun gerçekten mükemmel organize ettiği konferansta sunulan bildirilerin, üç ana konusu vardı. Bunlar edebiyat, kültür ve demokrasi idi. Özellikle hoşgörü konulu bildiriler istenmişti. Zira, UNESCO 1995 yılını “Dünya hoşgörü yılı” ilân etmişti. Bu nedenle Mehmet Önder ve ben de, bu konuya ağırlık veren bildiriler hazırlamıştık. Mehmet Önder’in konusu “Allame Muhammed İkbal ve Mevlana”, benim konum ise, “Yunus Emre’den Atatürk’e Türk Hoşgörüsü” idi. “Hoşgörü denilince, Türk Milletinin söyleyeceği çok sözü, dünyaya sunabileceği çok sayıda büyük insanı vardır…” diyerek başlayan bildirimde, Milletimizin yetiştirmiş olduğu fikir adamlarının hepsine değinmiş ve örnekler vermiştim.
100’e yakın ülkeden, yaklaşık 500 kişinin katıldığı, Uluslararası Yazarlar ve Aydınlar Konferansına Özbekistan, Türkmenistan, Kazakistan ve Kırgızistan’dan kalabalık delegasyonlar gelmişti. İsmail Bozkurt, dünyanın henüz tanımadığı KKTC’ni temsilen gelmişti. Ünlü Avar şairi Resul Hamzatov, çok iyi Türkçe konuşan eşiyle birlikte gelmiş ve Rusya Federasyonu delegasyonu arasında, Dağıstan Cumhuriyeti’ni temsil ediyordu. Tacikistan’dan gelen dört kişiden üçü, Norveçli bir doğubilimci ile Hollanda’dan gelen bir Güney Azerbaycanlı Türk, Bosna-Hersek Cumhuriyetini temsilen gelen bir Boşnak, konferansın resmi dillerinden birinin Türkçe olmasını gerektiriyorlardı. Fakat ne yazık ki, konferansta İngilizce, İspanyolca, Fransızca ve Rusça resmi diller arasındaydı. Oysa, konferansta Türkçe konuşanların sayıları İspanyolca ve Fransızca konuşanlardan daha fazlaydı. UNESCO’nun, dünyada en çok konuşulan 5. Büyük dilin Türkçe olduğunu tescil etmiş olmasına rağmen, uluslararası platformda, bu hususta bir şeyler yapmamıştık!… Çeşitli mekanlarda söylediğimiz ve yazdığımız bu hususu bir kez daha burada kaydetmek isterim: Mademki Türkçe, dünyada 5. Dildir. O halde, Birleşmiş Milletler Teşkilatı, dilimizi hâlâ layık olduğu yere oturtmalıdır..Acaba ülkemizin akademik kuruluşlarımızın ve hatta hükümetimizin, bu konuyu uluslararası platformda ele alma vakti gelmedi mi?…
Türk Milletinin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin, yeryüzündeki en candan dostu Pakistan halkı ve devletidir. Pakistan’da bulunduğum süre içinde, Pakistan halkının bizi ne denli sevmekte olduğunu görmüştüm.

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti