Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR
e-posta: YAZARIN TÜM YAZILARI

“FATİHA İLE FETİH” YAZILARI – 68

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 8 Eylül 2018 Cumartesi 11:16:25
 

ALLAH’TAN LÜTFUNU İSTEYİN. TÜM İSTEDİKLERİNİZ DE ALLAH İNDİNDEDİR
Nisâ-32: “Allah’ın sizi, birbirinizden üstün kıldığı şeyleri (başkasında olup da sizde olmayanları) hasretle arzu etmeyin. Erkeklerin de kazandıklarından nasipleri var, kadınların da kazandıklarından nasipleri var. Allah’tan lütfunu isteyin. Muhakkak ki Allah, Bi külli şey’in aliym’dir.”
Bu ayetin Ümmü Seleme validemiz radıyallahü anh’ın bir sözü üzerine inmiş olduğu rivayetlerde vardır. “Erkek olsaydık” gibi bir fikir beyan etmiş, “onlar savaşa gidip savaşıp, şehit oluyorlar” diye özenmiş. “Mirastan da iki pay alıyorlar, biz kadın olarak bir pay alıyoruz. Onlar bize göre avantajlı, biz de erkek olsaydık” gibi bir fikir ileri sürmüş ve böyle bir âyetle cevaplanmış. Allah’ın “dünyada” birinizi diğerine göre üstün kıldığı, farklı yaptığı şeylere bakıp “benim de böyle olsa” dediğimiz şeyler varsa, onları hırsla, hasretle arzu etmememiz için uyarılıyoruz: Böyle bir kıyas yapmayın, çünkü erkeklerin de kadınların da kazandıklarından nasipleri var. Şimdi buradaki manayı anlamaya çalışalım. Al’ü İmran 126. ayet ise bize bu konuda doğru yolu gösterir, isteyeceğimiz şeyi belirtir: Allah’tan lütfunu isteyin. Çünkü yardım edecek ve verecek olan yalnız Aziyzül Hâkim olan Allah’tır. Tüm istedikleriniz de Allah indindedir. Bir şeyi istemek aslında bir sorumluluktur, ne istiyorsanız onun size ait olan bir sorumluluğu var. O sorumluluk istemeye başladığınız an başlar. O arzu size ait, istek olarak ondan sorumlusunuz. Bir şey istediğinizde istediğiniz o şeyden Allah indinde sorumlusunuz. Bir şey istediğinizde, istediğiniz şeyle ilgili süreç başlar. Sahip olduysanız ona sahip olma süreci vardır, sonra onun bir de ahiret süreci var. Dolayısıyla, işe bir bütün olarak baktığımızda; süreci ve sonucunda Allah’ın razı olacağı hale tâlip olup, Allah’ın lütfundan istemek gerekiyor. O süreç isterken başladığı için, Allah’ın lütfuna tâlip olan hemen sığınır: Allahım senin razı olacağın arzu ve istekleri bana lütfet, senin razı olmadığın arzu ve isteklerden, heva ve heveslerden sana sığınırım, beni kurtarıver. Böyle sığınarak süreci baştan yanlış başlatmamak gerekir. Arzu ederken, isterken, heveslenirken bile isteğinizle ilgili süreç ve sonucu hakkında Allah’ın rızasına, hoşnutluğuna tâlip olmak gerekir. Bunları umursamadan arzu etmek, olayların üstüne hasretle atlamak ve elde etmek hep sakıncalı olmuştur, insan hep hüsran yaşamıştır. Bu yüzden böyle bir uyarı var. Ayet şöyle bitiyor: Bilesiniz ki Allah Bi külli şey’in Aliym’dir. Meâllerde bu, “Allah her şeyi bilendir” diye yazılır. Ancak başında “Bi” olduğu için onu “Allah her şeyi bilendir” şeklinde meâllendirmeyi yeterli görmedik. Oralarda parantez açmak gerekir: Allah Bi külli şey’in Aliym’dir (bildikleri dışında olmaksızın bilendir). “Allah bilendir” diye yazıldığında, “Allah’ın dışı var, dışında da bir şeyler var, Allah onları biliyor” sanan kişi kendini Allah’ın dışında düşünür, bizim birbirimizi görüp gözetlediğimiz gibi Allah’ın kendisini gözetlediğini zanneder. Değil! Allah’ın bilmesi, dışı olmaksızındır, Allah “dış” kavramı olmaksızın her şeyi bilendir. O’nun bildiği şeyler dışında şeyler değildir. Ama insanın bildiği şeylerin çoğu dışındadır. Kişi “dışı” algısından kurtulamadığı için Allah’ı da öyle düşünür. Ayet “B” ile bizi uyarıyor. Diyor ki: Allah’ın bilmesini dûniHİ düşünme, bu işi dûniHİ algılama. Allah Bi külli şey’in Aliym’dir; bildikleri de bilmesi de dışında değildir.
“LÜTFUNDAN İSTEYİN” UYARISI,
SÜREÇTE VE SONUÇTA ALLAH’IN RAZI
OLACAĞI HALE TÂLİP OLUN DEMEKTİR
Âl-u İmran 126. ayet bize yardımın yalnızca Allah’tan olabileceğini, O’nun indinde olduğunu bildirir. Öyleyse, ihtiyaçlarımız için bir istekte bulunurken veya bunları henüz arzu istek planında sürece sokarken zihnimizde onlarla ilgili “Müstakilen VAR ve Muhtar” güçler oluşturmayalım. Ayet, arzumuz, isteğimiz, talebimiz ve ihtiyacımızla ilgili hangi mercilerle ilişki kuracaksak oraları zihnimizde “Müstakilen Var ve Muhtar” bir güç gibi düşünmemeyi hatırlatıyor, bu konularda da dûniHİ algı ve zannlarından kendimizi sıyırmamız gerektiği hususunda uyarıyor. Allah’ın insanlara verdikleri, özellikle Muhtariyeti Tercih Gücü’nün “Tercih”le ilgili sınavı kapsamında, Lütuf ve Mekr diye kısımlanır. “Lütfundan isteyin” uyarısı, süreçte ve sonuçta Allah’ın razı olacağı hale tâlip olun demektir. Bunu umursamayıp da “nasıl olursa olsun benim olsun” diyenin istediği ona mekr yollu gelirse, bunu fark etmeyip onu mükâfat, ikramiye, rahatlık zannedebilir. Bunu anlamak için bir örnek verelim. Bir otomobilde kişi ailesiyle şarkılı türkülü çok memnun gidiyor. Yolda da devamlı “uçuruma 200 m, uçuruma 100 m, uçuruma 50 m” uyarıları var. Ama onun anladığı dilde değil. Anlamadığı için gidiyor. Yol bittiği zaman her şey biter! Ayet, “işte o hale tâlip olmayın, o mekirdir” diyor. Mekir tuzak demektir. Tuzak ise içerisinde ikilem içeren şey demektir. Tuzakta ikilem vardır, o sizi Allah’a karşı ikileme düşürecek şeydir. Buna tâlip olmayın. Bu tuzak sizi cennetten, cennet amellerinden uzaklaştırır, size yanlışı daha hoş gösterir” diyor. Yanlışı hoş gösteren ne varsa, inanan için tuzak şeylerdir, onlara topluca “mekir yollu” denilmiştir.
SABIR, ALLAH’IN HÜKMÜNÜ
BEKLEME SÜRECİDİR
Allah’tan istemek duadır ve dua ederkenki halimiz önemlidir. Halimizi onarabilmek için âyetlerle ders yapalım. Furkân-77: “De ki; eğer duanız olmasa Rabbim size önem vermez.” Bakara-153: “Ey îman edenler, sabır ve salât ile yardım dileyin. Muhakkak ki Allah, sabredenlerle beraberdir.”
Bize tavsiye edilen sabır, özellikle Asr Sûresi’nde “Onlar Hakkı ve sabrı tavsiye ederler” âyetinden öğrendiğimiz sabır, dünya hayatında kullandığımız ve birbirimize tavsiye ettiğimiz sabır değildir; tahammül içeren, tahammül derecesini ölçen bir sabır değildir. Sabır, Allah’ın hükmünü bekleme sürecidir. Ayet diyor ki, bir konuda talepte bulunduysanız sabır ve salât ile yardım dileyin, yani dualarınızı salât ile yapın, Allah’ın hükmü size ulaşıncaya kadar istikametinizi bozmayın, umudunuzu kaybetmeyin, bekleyin. Çünkü size en uygun zamanda sizin için en uygun neyse onu Rabbiniz size verecektir. Bu umutla, size verilen bu emniyetle, bu rahatlıkla bekleyin. Sabır, Allah size vereceği acılara dayanın demek değildir. Allah kuluna acı vermez. Olayı acı hale getiren, kesret cümlesiyle söylersek, insanın dûniHİ algı ve zann’larıdır. Onun için âyetlerdeki sabr, Allah’ın hükmünü beklemek olarak anlaşılmalıdır. Allah’ın hükmünü beklemenin Allah katında önemli, makbul olduğunu bilmemiz gerekir. Ayetler bize “Allah sabredenlerle beraberdir” der. Allah sabredenlerle beraberdir ayetini, esfele sâfiliyn dünyada yani yanlış döngü içerisinde değerlendirip de, Allah yanlış olaylara tahammül edenlerle beraberdir zanneden yanılır. Allah onları kendi haline bırakmıştır, onlarla beraberlik olmaz. Allah, ancak kendisinden isteyenlerle, “iyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn” diyenlerle, Allah’ın hükmünü bekleyenlerle beraberdir. Öyleyse sabredeni bir kez daha tanımlayalım: Edebli bir şekilde istikametini, îmanını ve amelini bozmaksızın Allah’ın merhametinden ve vereceğinden umudunu kesmeksizin bekleyendir.
KORKARAK VE UMARAK DUÂ EDİN.
SALÂT VE DUA AYNIDIR
“Korkarak ve umarak O’na duâ edin.” (A’râf-56) Ayetlerin gösterdiği tanımlarla bir hal çizmeye, kendimizi bir hâle sokmaya çalışıyoruz. Buyruldu ki; korkarak ve umarak O’na duâ edin. Korku ve umudu daha önce çok paylaştık, yazılarımıza bakabilirsiniz. Korkarak ve umarak O’na duâ edin.
“Rabbinize yalvara yakara ve gizlice duâ edin…” (A’râf 55)
“Sabır ve salât ile yardım isteyin. Muhakkak ki bu, huşû’ edenlerden başkasına ağır gelir.” (Bakara-45) Huşû edenlerden başkasına ağır gelen şey nedir? Sabır ve salâtla yardım istemek! Allah’a karşı huşû edenlerden değilse kişiye bu ağır gelir.
“Gerçekten (şu) mü’minler kurtulmuştur: Onlar ki salâtlarında huşû’dadırlar.” (Mü’minûn; 1, 2)
Aslında duâları salât, salâtları da duâ olarak birleştirmek lazım. Salât için ne tarif ediliyorsa duâ için de o hal geçerlidir, duâ için ne tarif ediliyorsa o salât için de geçerlidir. Salât şekillendirilmiş disiplinli bir duâdır. Dolayısıyla duadaki davranış biçimi salâtta da geçerlidir: Korkarak ve umarak duâ edin; korkarak ve umarak salât ikame edin.
“O huşû edenler, Rablerine mülâki olacaklarını gayet iyi bilirler. Ve (bilirler ki) onlar kesinlikle O’na rücû edecekler.” (Bakara-46)
SALÂTLARINDA HUŞÛDADIRLAR, BÖYLE
OLANLAR KURTULMUŞTUR.
PEKİ HUŞÛ NEDİR?
Huşû çok anlaşılmış bir kelime ve anlaşılmış bir davranış biçimi değildir. Oysa müslüman için öyle önemlidir ki. Mü’minûn 1-2: “Gerçekten şu mü’minler kurtulmuştur” diyor. Kesinlik var. Çünkü “Onlar salâtlarında huşûdadırlar.” Kurtuluş için çok kısa tarifler arayan için, yanına başka şartlar gelmemiş böyle çok kısa tarifler vardır: Salâtlarında huşûdadırlar, böyle olanlar kurtulmuştur. O zaman huşûyu bilmek lazım, huşûya ulaşabilmek için gayret etmek lazım, ona ulaşmak için de zihnimizde huşûyu iyi tanımlamak lazım. Örneğin salâtta huşûda olmak nedir? Dünya işlerinden sıyrılmak, onları düşünmemek veya samimi olmak mı? Değil. Aslında huşû kelimesi yalnızca salât ve duâ için kullanılan bir kelime değildir. Normal hayattaki fiillerimizde de vardır ve orada huşûyu hiç sormadan biliriz. Ama iş Allah’la ilgili olunca “ne yapacağız?” diye sürekli yaptığımız, bildiğimiz şeyleri şaşırırız. Huşû bir sûretin adıdır, bir surettir, özel hale gelmiş bir sûretin ismidir. Sûret şekil demektir, huşû bir şekildir. Düşüncelerinizi atmak, samimi olmak gibi şeyler değildir. Onlar da lazım ama huşû öyle tarif edilmez. Onu hayata göre tarif edersek anlamak daha kolaylaşacaktır. Huşû insanın yaptığı işe bürünmesiyle oluşur. Kişi yaptığı işe öyle bürünür ki siz onu değil işi görürsünüz. Bir gösteriyi seyredenler “işini nasıl huşû içinde yapıyor” der. Bir müzik enstrümanı çalanı dinliyorsanız “ne kadar huşû içinde çaldı” diyorsunuz. Bu huşûda şaşırmıyoruz ama namazda “huşû nasıl olur?” diyoruz. Oysa dünya işlerini hep huşûyla yapıyoruz. İşte bunu hicret ettireceksiniz; bunları dûniHİ’den Billâhi’ye göç ettireceksiniz. Huşunun asıl yeri Allah’ın olduğu, Allah’ın anıldığı yerdir. Allah’ın vasıflarını O’nun anılmadığı yerde bırakamayız, onları taşıyacağız.
HUŞÛYU ÖZELLİKLE SALÂT,
 DUÂ VE ORUÇ İÇİN DÜŞÜNMELİYİZ
Huşû bir surettir dedik. Kişi onu bir işle birlikte gösterir, o işi yaparken oluşturur. İşin ahengi bir şekil oluşturur ve siz o işi yapanı görmezsiniz, yalnız o şekli görürsünüz. Çeşitli gösterilerin jüri üyeleri, imtihan edenleri, not verenleri işte o surete not verirler. Onu başarana “bu sanatı, bu hareketi başardı” diye iyi not verirler. Jüri o aksiyonda o kişiyi ne kadar görürse “yapamadı, kendini veremedi” der. Bir işi ahenkle yapanın bilmeden yaptığı şey, o işin huşûsunu yani sûretini oluşturmaktır. Şimdi bu mânâyı konumuza getirelim: Billâhi anlamla öyle meşgul olacağız ki bizim meşguliyetimizden bir suret oluşacak. Takvâ elbisesi gibi, meşguliyetimizden bir suret oluşacak, işte o suret huşudur. “Bir suret oluşturacağım” demekle onu yapamazsınız. Yapabilmek için kendinizi disiplinize etmeniz şart. Dünya işiyle yapılanların hepsinin kendine ait bir disiplinize formatı nasıl varsa bu iş için de öyle! Genellikle fark şudur: Dünya ile ilgili işlerin disipline olmasında materyal “beden”dir, Allah’ın razı olacağı işlerin disipline olmasında materyal “kalp”tir, “kalıp”tır. O zaman kendinizi (kalbinizi, kalıbınızı) disiplinize etmeniz lazım.
Huşûyu özellikle salât, duâ ve oruç için düşünmeliyiz, çünkü âyetler diyor ki: Onlar huşû ile dua ederler, salâtta huşû içindedirler, huşû ile salât ikâme ederler, işte onlar gerçekten kurtulmuştur. Ama bu sayılan işler Rabbinden huşû duymayana zor gelir, ağır gelir, bu sûreti oluşturamayanlara o işler ağır gelir. Ağır gelen şey bu sûreti oluşturmaktır. Bu sûreti oluşturmak onlara ağır geliyor. Dünya işi ile ilgili bir yeteneğim yoksa, sahnede o işi yaparken onun huşusunu oluşturmak bana ağır gelir. “Onlara bu iş ağır gelir” budur. Tembel de üstüne ağırlık çöküyor değil. Kişi o sûreti oluşturamıyor, o sûreti oluşturmak ona ağır geliyor. İşi iman açısından anlatırsak; dünyaya ait bir sûreti oluşturmak mü’mine nasıl zül gelirse, Allah’la ilgili bir sûreti oluşturmak da inkârcıya zül gelir. O yüzden de bu iş ona ağır gelir.

YAZARLAR

TÜMÜ

SON HABERLER