Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
İrfan Ünver NASRATTINOĞLU

KAPI KOMŞUMUZ İRAN (3)

TÜRK TÜRK’LE SAVAŞIYORDU!..

Kim kiminle savaşıyordu? Ölen kimdi, öldüren kim? İran’ın küçük bir bölümü Irak’ın olsa ne olurdu, Irak’tan küçük bir toprağı İran kullansa, ne çıkardı?… Müslüman Müslümanı öldürürken; farkında olmadan Türk Türk’ü vuruyordu! Zira İran ordusunda da, Irak ordusunda da çok sayıda Türk kökenli askerler vardı. İran-Irak savaşı sırasında bizim medyaya da intikal eden bir olay vardı… İran cephesinde savaşan Türk kökenli askerler kendi aralarında konuşurlarken, karşı cephedeki Iraklı askerler arasında bulunan Türkmenler, bu konuşmaları işitince şaşırıp, soruyorlar:

-“Gardaş siz Türksünüz, yoksa yok?…

İran tarafından yanıt geliyor:

-“Beli Türküz, ya siz?”

-“Biz de Türküz…”

İki cephedeki askerler kalkıp birbirleriyle kucaklaşmışlardı… Ne hazin tablo değil mi? Yüce Allah, Müslümanı Müslümana, Türkü Türke kırdıran şerefsiz gafilleri kahretsin…Başka ne diyelim?…

Muhammara, 100 bin nüfuslu, fakat çok geniş bir alana yayılmış olan bir şehirdi.  Burada sokak sokak değil, ev ev çatışmalar olmuş; Fars kökenliler şehri terkederken, Arap kökenli olanlar evlerinde kalmışlardı. Kuşkusuz, Fars kökenliler şehri terkedince, evleri talan edilmiş, yükte hafif bahada ağır ne varsa alıp götürülmüştü.

Muhammara’da Iraklı bir Türkmen askerle

 

Her kentte olduğu gibi, Muhammara’da da mutena semtler vardı. Bunlardan birisine gitmiş ve bir süre mola vermiştik. Kimi arkadaşlar Karun köprüsüne gitmek istiyorlar, fakat ikaz edilerek daha fazla ilerleyemiyorlardı. Zira sürekli silah sesleri geliyordu. Kimi arkadaşlarımız da askerlerle fotoğraf çektiriyorlardı. O esnada güler yüzlü, sempatik, sarışın, tombul yüzlü bir asker yanıma gelmişti. Ona çok susadığımı söyleyip, bana su bulmasını istemiştim. “Gel” dedi ve önünde durduğumuz eve yöneldi. Önünde bahçesi olan tek katlı  evin kapısı açıktı. Bir limonata bardağı ile getirdiği suyu içtikten sonra, evin odalarını  ve mutfağını gezip görmüştük. Yemek odasında bir masa ve sandalyeler; masanın üzerinde de bir tencere duruyordu.   Küçük çocukları olan bir ailenin eviydi, burası. Bahçede, ve evin içerisinde, çocuğa ait oyuncaklar, giysiler vardı.  Yere düşmüş olan bir kitabın sayfalarını karıştırırken, üst katta kütüphane olduğunu söyleyen askerle birlikte yukarıya çıkınca, muhteşem bir kütüphane ile karşılaşmıştım. Heyecanla raflardaki kitapları incelemeye başlamıştım. Kütüphanedeki masanın üzerinde bir de daktilo makinası bulunuyordu…Tarifsiz duygular  içindeydim. Evin sahibi yazar mı, bilim adamı mıydı? Acaba şimdi nerede, ne yapıyordu? Iraklı asker, muhtemelen Türkmen’di, ama sorduğunda Arap olduğunu söylemişti. Kendi kendime sarışın Arap olur mu diye düşünmüştüm. Ben kitapları karıştırırken bana, geçen yıl Ankara, İstanbul ve İzmir’e gittiğini söylüyor; Türkiye’yi, yeni düzeni, anarşiyi, terörü falan soruyordu.  Ama benim onu dinleyecek halim kalmamıştı. Merdivenlerden aşağıya inerken yerde bir oyuncak bebek görüyor, elime alarak okşuyordum. Sonra evin arka bahçesine çıkmış,  küçük bir havuzun yanındaki çocuk arabasını görmüştüm. Arabanın içerisinde de bir oyuncak bebek vardı ve arabadan aşağıya sarkan bir şal… Eşimin “İran’ın şalları ünlüdür” dediğini hatırlamıştım. Tekrar evin içine girince yerde tozlanmış bir albüm görmüştüm. İçinden düşen fotoğraflar vardı. Bunlardan birkaçını elime alıp bakıyorum. Gelinlik giymiş, gelin adayları ve damat adaylarının mutluluk tabloları… Peki nerede bu mutlu insanlar, şimdi?…

Kütüphanede gördüğüm bir tomar zarf üzerinde şu adresi okumuştum: International Colleges Advisory Center, No.76, 7th Street, North, Amir Abbad, Tehran-İran”

Savaşın son derece kötü bir eylem olduğunu bir kez daha anlamış ve Irak-İran savaşının bir an önce bitmesini temenni etmiştim. Ne yazık ki bitmemiş ve on yıl devam etmişti. Peki kim kazanmıştı savaşı?… Hiç kimse. Ölenler öldükleriyle kalmış, savaş edenler ise, utanmadan sıkılmadan halklarının başına bela olmaya devam etmişlerdi…

Ben Muhammara şehrini adım adım gezerken, bizim gazeteci arkadaşlar, cephenin ilerisindeki olayları ve askerleri görüntüleyebilme çabası içindeydiler!

Öğle saatlerinde Basra’ya, otele dönmüştük. Ama yemek yoktu!… Bir şey bulup alabilmek için otelden dışarıya çıkmıştım ki, arkamdan şoför İbrahim’in geldiğini görmüş, merak etmiştim. Kim, neden göndermiştim, öğrenemedim… Bizim gazeteci arkadaşlar yemek meselesinden dolayı, Haşim’e ağır sitemler edince, Haşim “sandviç almak üzere birisini gönderdiğini” söyleyince, Savaş Ay’ın şu ilginç sözünü hemen kaydetmiştim: “Yahu burada sandviç yiye yiye sandviç olduk!…”

Bazı gazeteci arkadaşlar ısrarla Abadan’a gitmek istiyorlardı. Haşim ise, “bu kadar kalabalık gidilmez, aranızdan 3-4 kişi seçin onları götürelim” demiş, fakat daha sonra sayıyı 3’e indirmişti. Peki bu 3 kişi kimler olacaktı? Bir ara Savaş Ay ile Sadettin Peksoy kapışmışlar ve Savaş, Sadettin’e vuracak iken araya girip durdurmuşlardı. Savaş, grubun efesi gibiydi. Anlaşma olmayınca Abadan’a sadece Ergin Konuksever’in gitmesi kararlaştırılmıştı. Ertesi sabah çok erken saatlerde Haşim Şebib ile Ergin cephe ilerisine giderek fotoğraf çekimini yapacaklardı.

O sabah çok erken saatlerde Heşim’le Ergin Abadan’a gitmişlerdi. Ötekiler ise, bir yolunu bulup, Türkiye’yle dönerek haberlerini iletme peşindelerdi. Ben de Basra’da dolaşmaya çıkmıştım. O gün Basra’nın pazarıydı ve halk ellerinde file file, sepet sepet gıda ürünleri taşıyordu. Çin, Japon vb.malları da satılıyordu. Sigara sıkıntısı vardı ve kaçak sigara satanlar görülüyordu. Hurma kenti olmasına rağmen bu meyvenin fiyatının pahalı olmasını yadırgamıştım.

Bağdat’a döneceğimiz sırada, bazı gazetecilerin, çoktan gitmiş oldukları anlaşılmıştı. Basra’dan Bağdat’a tam 7,5 saatte ulaşabilmiştik. Burç Bağdat oteline girdiğimizde saat 19.15 olmuştu…

Sadettin Teksoy’un çoktan İstanbul’a ulaştığını öğrenen Erhan Akyıldız ve Erbil Tuşalp bir taksi kiralayıp, Diyarbakır üzerinden İstanbul’a gitmeyi planlamışlardı.

Artık yurda dönme zamanı gelmişti. Kalan 9 gazeteci için bir otobüs kiralanmıştı. 15 Kasım 1980 gece yarısı saat 23.00’de Bağdat’dan hareket etmiştik. Saat 04.00’de ulaştığımız Musul’da bir lokantada paça ve çay içip yola devam etmiş, 07.30’da Zaho’ya gelmiş, 16 Kasım sabahı 08.45’de Türkiye’ye girmiştik…

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti