Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR

“FATİHA İLE FETİH” YAZILARI – 38

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 31 Temmuz 2018 Salı 13:33:40
 

Dünyadaki en zor hallerden birisi bir insanla beraber birlikte yaşamaktır, onunla birçok şeyi paylaşmaktır. Hele de eşler! “Sizi birbirinize düşman olarak yeryüzüne gönderdim” âyetinden anlayın. Tabi bu düşmanlık dünyada bildiğimiz düşmanlık değildir. “Siz öyle şeylere kapılacaksınız ki birbirinize Allah’ı unutturacaksınız” manasında bir düşmanlıktır. Kur’ân’a göre düşman yalnızca Allah’ı unutturan şeydir. Düşmanımız bize Allah’ı unutturan şeydir, onun bir diğer ismi günahtır. Günahın tek tarifi vardır ama anlaşılsın diye o tarif çoğaltılmıştır. Tariflerin hepsini birleştirip tek cümle yaparsak günah şudur: Allah’ı unutturan şey günahtır. Size ne unutturuyorsa o! Ne yapınca unutuyorsanız o an günahtasınız. Size Allah’ı unutturanları yazsanız liste uzar, ciltlerle kitap çıkar. Ama “Bana Allah’ı ne unutturuyorsa günah odur” derseniz, ciltlerce kitabı okuyup gereğini yerine getiriyor olursunuz. Bu durumda günahı anlamak, bu bilgiyi uygulamak çok kolaylaşır.
Yakın yıllarda vefat etmiş mübarek bilinen bir zata (inşâAllah Rabbim rahmetiyle muamele eder) gusül abdestiyle ilgili bir soru sorulduğunda “Biz Allah’ı unutunca gusül alırız” diyor. “Biz” diyor ama bunu kendisi için söylüyor, kendi hukuku öyle. Bir kişi cünüpse ona kimse git gusül abdesti al der mi? Demez, çünkü kimse onun cünüp olduğunu bilmez, kendisi rahatsız olur. Zaten rahatsız olursa gusül abdesti alır ve ferahlar. Kişi cünüp olduğunda nasıl rahatsız oluyorsa, bu zat da Allah’ı unuttuğunda öyle rahatsız olup yıkanma ihtiyacı duyuyor. Bu o zatın kendi hukuku. Bunu bir başkasına öneremez, kimseye “böyle yapın” diyemez. O algı olarak o noktaya geldiği için işi öyle.
İnsanlarla beraber olmanın çok zor olduğunu anlamak için insanlarla olduğunuz anlarınızı bir düşünün. Kıyas yapmayı sağlayacağı için bir örnek vereyim, çünkü beynin anlayabilmesi için kıyas tek yöntemdir. Kıyas yapabilmemiz ve öğrenebilmemiz için Rabbim her şeyi bize merhametiyle vermiş elhamdülillah; tanıyalım diye. Çünkü Allah ilimle bulunur, sihirle değil. Şu olayı hatırlayalım, çünkü yeri geldi. Musa aleyhisselam, firavuna tebliğ yaparken kendisine “Âsânı at ya Mûsa” dendi. Attı ve âsâ bir anda Rabbimin emriyle ejderhaya dönüşerek sihirbazların sihirle oluşturduğu şeyleri yuttu. Bu olayda bir yaratma var, o olay Allah’ın birden yaratmasıdır. Bu yüzden birçok insanın aklı bunları almıyor. Akıları almıyor diye Allah’ı da noksan yapıyorlar. Allah dilerse birden de yaratır. Anlamadın diye, “öyle şey olur mu?” dedin diye Allah niye noksan olsun? Dilerse birden yaratır. Dikkat edin, eğer her şey böyle birden yaratılsaydı bilim olmazdı, biz ilim, araştırma yapamazdık. Dünya birden yaratılmış olsa, insanlar birden ortaya çıkmış olsalar, Hz. Mûsa’nın âsasındaki gibi herşey birden olsa ilim mümkün olmazdı. İlim yapabilmek için bir süreç lazım. Süreç araştırma demektir. Araştırma, bir şeyleri bulmak, eklemek, çıkarmak, analiz ve sentezle bilgiye ulaşmaktır. Bizler araştırma yapabilelim diye semâvat ve arz “altı gün”de yaratılmış. Altı gün bizim günlerimiz değil. O bir süreç; gün süreç demektir, semâvat ve arz altı süreçte yaratılmıştır, o yüzden araştırma yapabiliyoruz. O ilk patlamadan günümüze kadarki on dört milyar yıllık zaman, “kozmik yıl” adıyla bir takvime çevrilmiştir ki bu bile bir araştırmadır. İlme devam edebilmek, anlayabilmek için kıyas gerekir. Ama ilim Allah için olmalı, çünkü Allah araştırma ve ilimle bulunur. Rabbim diyor ki her şeyi zıddıyla yarattık. Zıddıyla olmasa kıyas yapamazsınız. Aydınlık-karanlık olmasa bilemezsiniz, siyah-beyaz olmasa kıyas yapamaz, öğrenemezsiniz. Kıyasla öğreniyoruz ve bu öğrenmek bizi Allah’a götürüyor.
Örnek veriyorduk, ona dönelim. Gün denilen gezmelerden birine gittiniz, oturuyorsunuz. Neler konuşuluyor, nelere dikkat ediliyor, neler önemli bir izleyin ve yanlışların nasıl normalleştiğini görün. Mesela ev sahibi mutfağa gider gitmez hakkında konuşma başlayabilir, gelince susulabilir. Kurabiyenin şekerinden, çayın deminden, bir komşudan, çocuğundan, kocasından, kayınvalideden yakınılan, şikâyet edilen geniş bir gündemle oturulur. İsmine gezme derler, rahatlarlar. Allah muhafaza etsin, hiç yanlış yaparak rahatlanabilir mi? Gündeki kişi ara verip “namaz kılmam lazım” diye seccâdeye de gider ama onu çok yerine getiremeyebilir. Çünkü ikisi aynı yerde olmaz, biri birine uymaz. Seccadedekini yerine getiriyorsanız “gün” dediğinizden rahatsız olmanız lazım. Günü çok iyi yerine getiriyorsanız, bu sefer seccadedeki yerine gelmeyebilir. Devam edelim. Sizi ertesi gün bir başka gezmeye çağırdılar, o da Mevlid gezmesi. Gittiniz, aynı kişilerlesiniz. Dikkat edin, bu sefer biraz farklısınızdır. Mevlid olduğu için dün yaptıklarınızı bugün çok yapmazsınız. Biraz fırsat bulunca azıcık olsa da, salâvattı, âyetti, mevliddi derken olmaz. Hatta titiz bir hanım sizi “şişşt, susun, günah, bugün mevliddeyiz” diye uyarabilir. Ama dün olurdu! Demek ki, insanlarla beraber olmak, yan yana olmak kolay bir iş değil. Mevlid bile zor onarıyor.  
İşte cemaat öyle bir şey ki insanlarla beraber olmayı öğretir. Mesela, günümüzde önemli bir rütbede olanla olmayanı omuz omuza getirir. Bakan salât ikâme edecektir, işçi ile yan yana durur. Onları dışarıda hiç yan yana göremeyiz. Orada rütbe yoktur, rütbenin kalkması gerekir. Zaten İmam Efendi dönüp “saf olun, saflarınıza dikkat edin” dediğinde iki şeyi birden söyler: Saflarınıza, hizalarınıza dikkat edin, şeklen tek bir kişi gibi durun. Bu uyarı beden eğitimi dersinde öğretmenin “aynı hizada durun” demesi gibi değil tabi. Safta “bir kişiliğinizi” bozmayacak şekilde yan yana durabilmek şeklen önemlidir. Birisi öne çıkarsa safta bir kişi gibi duramazsınız, onu görürsünüz. Bir de saftakileri mânen müstakil birer varlık görmemek gerekiyor, yani saflaşmak gerekiyor. Öyle görmezsek de saf olmayız. Aşureye birçok şey karıştırılır, onların hepsi tek tektir, müstakildir. Saf olmak için tek cins olmak lazım. Mesela halis zeytinyağı içinde başka şey olmayandır, saf süt içine su karışmayandır. İmam efendi diyor ki “durduğunuz çizgide saf olun, tek tek kişiler olmasın.”
Saftakiler ne rütbeleri ne isimleri ne kendileri “müstakilen VAR” varlıklar değildirler. Bunu fark eden demiş ki “canlar, gelin bir olalım”. Bu, İmam efendinin “saf olun” çağrısıyla aynı mânâdır; cemaatin birliğidir, birliğini anlamaya ve oluşturmaya davettir. O zaman zaten “canlar” kalmaz, hepsi birden “can” olur, yan yana gelenler “cem” olur yani “cemaat” olur. İşte BİZ böyle bir şeydir.
Dışarıdaki hayatta çok fazla yapılan ve bu yüzden normal hale gelmiş bir şey var: DİDİŞMEK. İnsanların didişiyor olması normal hayat zannediliyor. Hikâyeleri, romanları, filmleri, dizileri, duyguları dâhil her şeylerini didişme üzerine oturtuyorlar. Müslüman didişmez! Müslümanın evinde didişme olmaz. Didişme varsa orada İslâm kenara çekilir, didişme gitsin de geleyim diye bekler. Hem didişme hem İslâm olmaz! Didişmeyi hayat tarzı zannetmek cehenneme alışmaktır. Buna alışan kişi ahiretteki yerine hazırlanıyor, gidince zorlanmayacak demektir. Allah muhafaza etsin.
Dönelim “BİZ” kelimesine. Onu anlayan kurtuluş dallarından birini yakalamış olur. Kur’ân’ın neye “BİZ” dediğini anlamak için bir örnek verelim. Başarılı bir basketbol oyuncusuna karşılaşma sonrası görüşü sorulduğunda “iyi oynadık” der. Belki en fazla sayıyı o yapmıştır, yine de “iyi oynadım” demez, işin bir takım oyunu olduğunu bilir. Takım oyunu oynarsanız kazanırsınız kuralını unutmaz. Cemaat de Hakk yolda bir takım oyunudur, onu iyi başarabilmek lazım. Teslimiyet bir takım oyunudur ve şöyledir: Önce ferdî teslimiyet vardır, kişi ferden Allah’a teslim olur. Bunun çok yüksek olması lazım. Ferdî teslimiyet ne kadar yüksekse, yan yana gelip cemaat oluşturduklarında cemaatteki takım teslimiyeti de o kadar yüksektir. Hatta bazıları ferden öyle yüksek bir teslimiyet nuru toplar ki cemaatte bulunduğunda nurundan birçok kişi yararlanır ve hepsi o nurda birleşir. Diğerlerinin nurlarıyla onun biriktirmiş olduğu yüksek teslimiyet nuru birleşir ve herkes için faydalı hale gelir. Bu yüzden ferdî teslimiyetlerin, birey olarak yaptıklarımızın, yaşarken hayat tarzımızla oluşturduğumuz hallerin sevap adına oluşturacakları nur ve Allah’a teslimiyetimiz öyle bir hale gelmeli ki bir mü’min kardeşimizle yan yana gelip cemaat oluşturduğumuzda takım teslimiyetinden hep beraber yararlanabilelim. Takım teslimiyeti sinerji etkilidir. Bu yüzden, iki mü’min yan yana geldiği zaman nurları katlanarak artar, nurlar birbirlerini tetikler. Dikkat edin, narlar da böyledir, onlar da birbirini tetikler. Allah muhafaza etsin. Meyhaneye gitme planı olmayan bir yanlış adam, yolda bir arkadaşıyla karşılaşır. İki nar birbirini tetikler, çoğaltır, arkadaşı ona “gel bir uğrayalım” der, beraberce katlanmış narı yüklenirler. Aynı sinerji mü’min için de geçerlidir. Güzel nuru olan kişinin bir telâşı vardır, bir yerden hızlıca geçiyordur ki bir mü’min arkadaşıyla karşılaşır. Tam o anda ezan okunuyorsa arkadaşı; “ikindi salâtını ikâme edelim de öyle git” der, “Mü’min kardeşimin söylediği Rabbimin söylediğidir, beni onun ağzıyla uyardı” diye düşünür “pekiyi” der. Bunlar da nurların sinerji etkisiyle nur üstüne nur kazanırlar. Ferdî teslimiyetler bir kişinin oyuna hazırlanırken tek başına antrenman yapması gibidir. Ferdî antrenman ne kadar çok yapılıyorsa bir araya gelip cemaat olduklarında antrenmanlar o kadar işe yarar ve takım kazanır, ferdî antrenmanlardan bütün takım yararlanır. Peki, ferdî teslimiyet nasıl sağlanır? Eğer kişide dûniHİ algı varsa mümkün değil sağlanmaz. DûniHİ algı nar üretir, ne işle meşgul olursanız olun. Salât hariç! O algıyla namaz kılanın nar sayacı o anda durur ama salât bitince tekrar çalışır. DûniHİ algıyla nur üretilemez. O algıyla sevap sayacı çalışmaz. DûniHİ algıyı çok önemseyin. Aşağıların Aşağısı yazıları sırf bu algıyı âyetlerle öğreten paylaşımlardı.
“BİZ” kelimesine zâhiren bakalım: Hadisten öğreniyoruz ki salât Fâtiha’dır. Cemaat bu Fâtiha’yı okur, böylece en azından zâhiri mânâda “BİZ” der; “Sadece sana kulluk ediyoruz, sadece senden yardım istiyoruz” diye sığınır. “BİZ” kelimesinde bir adım ilerlersek, görürüz ki, ferdî teslimiyetlerin dayandığı yer “Allahım sana teslimim” cümlesidir. Bunun ilhamını İnsan Suresi 29. ayetten alırız. Birçok âyet var ama temsilen İnsan-29: “Dileyen Rabbine erdiren bir yol tutar.” Demek ki insan dileyebilir. Diyor ki “size Kur’ân’da anlatıldı, işte anlatılıyor. Artık dileyen Rabbine erdiren bir yol tutar.” Bu ayeti duyan kul ne der? “Rabbim, ben sana erdiren yolu tutmaya talibim, sana teslim oldum.” Dikkat edin “BEN” diyor.
“BEN” demenin sakıncalı ve tehlikeli olmadığını, hatta Allah’ın lûtfettiği bir şeref olduğunu ayetlerden öğrenmiştik. Bunu uzak doğu felsefeleri bilmez, onlar başka işlerle meşguller. Onların o uğraşları İslâm’a karıştığı için, kimi müslümanlar da “BEN” demeyi yanlış ve tehlikeli zannedip o zann üzerine anlatımlar bina ediyorlar. “BEN” demek Allah’ındır ve Allah bize o şereften vermiştir, bir yetki ve izinle insan da “BEN” der. Allah adına, Allah’ın verdiği yetkiyle Halifetullah olarak “BEN” demek çok önemli ve başka bir şeydir. Tehlikeli olan “müstakilen BEN” demektir. DûniHİ algıyla, müstakil olarak “BEN” demek âsi olmaktır. Bu, Allah’ın verdiği yetkiyle Allah’a hücum etmektir. Kişi Allah’a inanıyor olsa bile böyledir. Allah’a “Ben de varım, ben müstakil bir varlığım” demek bir isyandır. Bu manada “BEN” demek isyandır, onu söyleyen Âsi’dir.

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti