Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR
e-posta: YAZARIN TÜM YAZILARI

“FATİHA İLE FETİH” YAZILARI – 63

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 3 Eylül 2018 Pazartesi 13:21:19
 

“BİZ VELİ MİYİZ Kİ?”
Düşüncede genellikle şöyle bir yanlışlık yapılır, “biz veli miyiz ki?” gibi düşünülür. Bazı dereceler vardır, yani dereceler farklıdır, o ayrı iş, ama veli olmayan müslüman yoktur. Doğru îman ediyorsa ve sâlih amelle meşgulse müslüman veli sınıfındadır, en azından ‘veli gibi’dir. “Biz veli olamayız, o iş bizim harcımız değil” gibi yaklaşımlarla kendimizi perdelemeyelim. Tanımlanan bazı dereceler var, biz ayet ve hadislerde anlatılanları yalnızca onlara ait zannediyoruz. Öyle değil. Kur’ân’ı inceleyin, veli yani dost tanımlaması tüm müslümanlar/inananlar için geçerlidir. Tüm inananlar için Allah “ben, ancak ben, yalnızca ben, sizin velinizim” der.
ÖYLE BİR KÖY DÜŞÜNÜN Kİ!
Önceki yazımızda sinema örneği vermiştik, sinemadaki hali film başlamadan önceki hal ve bir de film başladıktan sonraki hal olarak ele almıştık. Dünyaya sinema örneğindeki gibi bakmak ve halimizin hangisine benzediğine karar vermek zorundayız; yaşarken film başlamadan önceki halde miyiz, yoksa film başlamış haldeki gibi mi? Bu hâli önemseyip hayata böyle bakan için bir başka örnek vereceğim, sonra da onu sinema örneğine monte edeceğiz. Şimdi vereceğim bu örnekteki manayı önemseyip anlamaya çalışalım. Küçük bir yaşantı alanı hayal edin, bu bir köy olabilir. Bu köyde birisi var ki bütün mallar ona ait, köy de onun. Olmayacak bir şey değil, günümüzde böyle örnekler var. Ona göre köylüler de onun. O mal sahibi mallarını tasnif etmiş ve malın cinsine uygun olarak köydeki kişilere malları dağıtmış. Herkese bir şey vermiş ama “kendi namınıza kullanın” diye değil emaneten vermiş, yani onlar görevli. Şekerleri birine, pirinçleri birine, ilaçları birine, yapısına göre hangi mal kime uygunsa onu ona emanet etmiş. Bu insanların görevi, kimin bir mala ihtiyacı varsa ona onu vermek. Bu kadar. Birinde ilaç var, diğerinde şeker var, o şekerin emanetçisi. Kendisinde ilaç olan kişiye şeker lazım olduğunda gidip şekeri o emanetçiden alıyor. Dikkat edin, bu kişiler muhtar değil, yalnızca emanetçi. Ve öyle bir irtibat var ki, şeker almak isteyene ne kadar şeker verileceğini mal sahibi şeker emanet edilene söylüyor, emanetçi kendisi karar vermiyor, şekeri mal sahibinin talimatı doğrultusunda veriyor. Hatta kendisine bile şeker lazım olunca, emanetçi olduğu halde alamıyor. İsteyen pozisyonuna girdiği için, şeker alacak mı veya ne kadar şeker alacak, talimatını mal sahibi veriyor. Muhtar olan mal sahibi! Emanetçiler ihtiyacı olana malı kendilerine gelen bilgi kapsamında veriyor. Hüküm vermiyor, yalnızca görev yapıyor. Bu tabloyu da zihnimizde oluşturduysak bir kaç soru soralım. Siz o köydesiniz ve mutlaka şeker almanız gerekiyor. Bunun için bir müracaatta, bir talepte bulunacaksınız. Siz “bana şeker lazım, şeker ver” diye emanetçiye mi gidersiniz? Mal sahibine değil mi? Hatta ulaşamıyorsanız aracı bulursunuz, “şeker almaya gideceğim, söylesin de alayım” dersiniz. Birincisi bu. Sormaya devam ediyoruz, sonra soruları birleştireceğiz. Köydeki herkesin bu kadar malı olduğu halde bir kişi çıkıp “benim şunum var” diyebilir mi? Komik olur. Herkeste bir şey var ama hiçbiri onların değil. Kim “bu mal benim” diye malıyla öğünebilir? Olmaz. Peki, o kişiler birbirlerine bu mallar yüzünden farklı bakabilirler mi? Birisinde şeker var, birisinde tuz var, birisinde altın var. Altını olan daha mı önemli? Onun değil ki! Bu manzarayı izah edebildim mi? Bir gün bu köye bu işleyişi bilmeyen bir yabancı girdi, ortama henüz adapte olamadı, şekere de ihtiyacı var, ne yapar? Sahibini bilmediği için emanetçiyi önemser. Şekere, altına, neye ihtiyacı varsa onun emanetçisini önemser, “Köyde ne kadar önemli insan var” der. Şekere ihtiyacı olduğunda alabilmek için emanetçiye kim bilir neler yapar? İşi öğreninceye kadar! Mal sahibi o emanetçilere talimat vermiş, yabancı biri gelir de bu işi tam kavramazsa, işi öğreninceye kadar onu oyuncağa çevirin de iyi öğrensin demiş. O nedenle, şekerci sanki şeker sahibiymiş gibi onunla oynar durur. O da ona iltifatlarla boşu boşuna uğraşır durur. İşi öğreninceye kadar böyle gider. Öğrenirse iyi öğrenmiş olur, öğrenemezse iyi kaybetmiş olur. Öğrenemezse köyün delisi olur, çünkü insanlar emanetçiler, muhtar değiller, sıkılıyorlar,  bu yüzden o yabancıyla oyalanır dururlar.
HERKES EMANETÇİ,
KİMSE HÜKÜM SAHİBİ DEĞİL
Bir önceki yazıda sinema örneğiyle şimdi de köy örneğiyle dünyaya ilişkin bir bakış oluşturduk. Köydeki bu örneği köyden alıp dünyaya bakışımıza koyalım. Mal sahibi olarak Allah’ı düşünün, “Mülk benim” diyor. Gerçekten mülk Allah’ın! İnsanların tüm yetenekleri ve ellerinde bulunanlarla beraber emanetçi olduklarını görün, aynı köydeki gibi. Köydeki birisi şekeri olana gidip şeker istediğinde kimden istemiş oluyor? Elinde şeker olandan mı, mal sahibinden mi? Bunu tüm yaşantınızda böyle uygularsanız değil, onun zaten böyle olduğunu görürseniz, kuldan bir şey istemek diye bir şey olabilir mi? Olamaz. Yok ki öyle bir şey! Herkes emanetçi, kimse hüküm sahibi değil. Bu durumda siz emanetçi birinden değil mal sahibinden istersiniz. Bir şeyi mal sahibinden istiyorsunuz ama emanetçiden alıyorsunuz, işte dünyadaki böyledir. Bir doktorun şifa yetenekleri ve bilgisi Allah’ın emanetidir. Siz doktora gidip tedavi istediğiniz zaman sınavdasınız. Eğer siz mal sahibini unutmadan doktora giderseniz olur. Köyde şekerciye giden önce mal sahibini arıyor, “şekerciye gideceğim, söyle de bana şeker versin, temiz yerinden versin, dikkatli versin, beni bekletmesin” diyor. Sağlık işinin emanetçisi olan doktora giden de “ya Rabbi, bu işi emanet ettiğin kuluna gidiyorum, emir buyur da benimle ilgilensin, şifan için bana yardımcı olsun, hayrlısıysa şifa bulayım” der. Siz de böyle yaparsanız kuldan değil daima Allah’tan istemiş olursunuz. Onu emanet ettiği kuldan bir bilgi, bir şifa, bir mal veya bir işinizle ilgili destek alırsınız. Bu emanet veliyullahta bulunabilir, ondan alacağınız farklıdır; bir doktordur, bir öğretmendir, bir avukattır veya bir başka malın sahibidir veya bir işi yaptırma gücü olan birisidir. Sizin sebeplere müracaat etmeniz, yani mal almak için köydeki emanetçi kişiye müracaat etmeniz ağanın onurudur. Siz o kişilere gitmezseniz, ağa “Ben bu malları emanetçilere dağıttım, onun hiç umurunda değil. Ne kadar mütekebbir, gelip almıyor bile” der. Kullara emanetler verdi, gidip almazsanız olmaz, emaneti verene karşı iyi bir edeb olmaz. Almanın edebini anlatıyoruz. Siz o kişiye “Müstakilen VAR ve Muhtar” muamelesi yaparsanız da olmaz! Yûsuf Suresi 42. ayette olduğu gibi, “Rabbini unutmuş” muamelesi görürsünüz. Köye gelen bir yabancı kuralları bilmediği için emanetçiye mal onunmuş gibi muamele ederse ve köyden birisinin o yabancıyı tasdik ettiğini mal sahibi duyarsa o tasdik edene ne der? “Nasıl anlaştık, sözünü niye unutuyorsun, verdiğim emanete niye böyle yapıyorsun?” demez mi?
TEKÂSÜR SÛRESİ “İLERİDE SİZE
YARAMAYACAK İŞLERLE MEŞGULSÜNÜZ” DİYOR
Ehad ve Samed isimlerini biz İhlâs Suresi’yle öğrenmeden önce “Samed” Arapların kullandığı bir kelime. Samed’i bir tüccar vasfı olarak kullanıyorlar. Neredeyse başka mala ihtiyacı olmayan büyük mal sahibi tüccara o dönemde “samed” diyorlar. Öyle fazla malı, deposu var ki küçük tüccarlara ve insanlara hep o veriyor. Holding gibi, büyük tüccar gibi bir manada o kişiye samed demişler. Köyde de biz insanların anlayabilmesi için bir tüccar gibi tarifledik. Ama Allah’a tüccar gibi bakmayın, mana anlaşılınca örnek biter. Kuldan isterken nasıl isteyeceğimizi biraz fark edebildik mi? Hayatı sinemada film başlamadan önceki hal gibi yaşayan kişi bunu hiç başaramaz. Çünkü dünyayı olduğu gibi göremez, salonda film başlamadan birbiriyle meşgul olanlar gibi görür. Kur’ân ona “tekasür” diyor, tekasürle yani boş işlerle meşgul, filmle değil! “Boş iş” ileride işinize yaramayacak iş demektir. Tekâsür Sûresi “ileride size yaramayacak işlerle meşgulsünüz” diyor. Değilse, edebiyle bir kuldan yararlanmak, doğru olmak kaydıyla yararlanmayı düşünmek bile sevaptır. Hatta emanetçi olduğunu o kul bilmiyor olabilir. “Öyle davranacağım ama kişi emanetçi olduğunu bilmiyor” diyemezsiniz, bilip bilmemesi fark etmez. Köydeki emanetçilerin bazıları mal sahibine küsüp işlerini sanki mal sahibi yokmuş gibi yapıyor olmaları işi değiştirmez. Çünkü gizlice (fark etmeden) emri almaya devam ediyorlar. Yine gelene emaneti talimat gereği veriyor ama o küslük nedeniyle sanki mal sahibi yokmuş gibi bir tavırla. Dünyadaki inkârcılar böyledir, onların hali sanki küsmüş muamelesi gibidir. Ama sistem aynı! Ondaki de emanettir, kime nasıl vereceğinin emrini ona da Allah verir. Fakat o küstüğü için işin aslını görmüyor, görmemeye çalışıyor. Onun küsmesi sizin doğru yapmanızı engellememelidir. Ve bir de onun tavrını tasdik etmemeliyiz.
SÜREKLİ ALLAH’TAN İSTEME
KULVARINDA DURMAK LAZIM
Hz. Mûsa aleyhisselam’ın çok şiddetli dişi ağrır, Rabbiyle dost olduğu için “Ya Rabbi, ağrıya dayanamıyorum” der. Rabbi ona bir ot tarif eder. Gider alır, dişine koyar ve ağrısı geçer. Bu örneği anlamak günümüzde biraz zor olabilir, çünkü ağrı kesiciler, antibiyotikler ve benzerleri nedeniyle “hemen hallederiz” sınıfında bir iş. Ama o zaman öyle değil. Sonra ilerleyen zamanlarda tekrar dişi ağrır. Öğrendiği için, Hz. Mûsa aleyhisselam gider o otu alır, dişine koyar ama geçmez. “Ya Rabbi, böyle yapmıştım geçmişti, şimdi geçmiyor.” diye seslenir. “Ya Mûsa, o zaman benden istemiştin, şimdi ottan istedin” cevabını alır. Bu bir Rasûl’e ait örnek. Bu örnekte öğreneceğimiz bir şey daha var. Bir kişi bu kıssaya bakıp “Mûsa aleyhisselam öyle yapmış olabilir ama ben ağrı kesiciyi alıyorum, ağrı geçiyor, hiç kimseye sormuyorum, susadığımda kimseye sormadan suyu içiyorum, susuzluğum geçiyor” diyebilir. Ama o bakıştaki kişi Mülk Sûresi son ayeti okuyunca hiç etkilenmez. Dünyaya köy örneğindeki gibi bakmadığı için o ayetten etkilenmez, “Suyu içiyorum, susuzluğum geçiyor” der. Mülk Sûresi son âyet diyor ki; söyle onlara, suları çekilirse kim verecek? Gaflette olana bu âyet ona tesir etmez. Korkmaz ki gafil. Peki, olabilir mi? Yani ağrı kesiciyi kimseye sormadan alıp içip, ağrımız da geçiyor olabilir mi? Olur, geçer. Ama dikkat edin, Rasûl o otu tekrar kullandı ve geçmedi. Rasûl’e olan büyük merhamet nedeniyle özel korumada olduğu için yanlışa müsaade edilmedi, defterine yanlış yazılmadı. Benzer olaylar sizin de hayatınızda olur. Bir işten sonra başımıza bir şey gelir, Rabbimizin ders verdiğini anlarız. Korkun titreyin ama merhameti de anlayın. “Kulum, senin yanlış yapmana müsaade etmiyorum, seni koruyorum. Sen işleri yürüyor zannediyorsun, seni kendi haline bıraksam defterin yanlışlarla dolacak. İşler yürür, çünkü ben emanetçilere söyledim, “beni bilmeyebilirler, bana küsmüş olabilirler, siz gelenin haline bakmayın size gelince verin” dedim. Bu yüzden, ilacı kullanırsınız iyi gelir. Ama O’ndan isterseniz başka! İstemeseniz de tesir eder. İkisi farklı… Bu sizi yanıltmasın. Mesele, istediğiniz zaman bir şeyi elde etmek, ona sahip olmak değildir. Sonuç önemli, varacağınız yer önemli. Yani o işle, o olayla elde ettiğiniz şey neyin bileti; cehennemin mi, cennetin mi? “Şöyle yaptım, şöyle kazandım” diyenin kazandığı ne, nerenin bileti? Aynı olay için “Rabbim lütfetti, şöyle bir iş imkânı nasib etti, şöyle bir kazanç verdi” demek başka bir şeydir, diğeri başka bir şeydir. Dolayısıyla, Allah’tan istemek ne demektir, bunu iyi anlamak ve ondan uzak kalmamak lazım, buna gayret etmek lazım, sürekli Allah’tan isteme kulvarında durmak lazım. Kendimize bir çember çizip o çemberi elektrikli telle çevirmeli, ona yaklaştığımızda bizi uyaracak kendimize ait bir şeyler bulmalıyız ki o çemberden çıkmayalım. Bunu iyi fark etmiş olan sahabe Vera Sistemi’ni geliştirmiştir. Helallerle bir çember çizmiş, o çemberden çıkmamak için kendisine bir uyarı sistemi olarak verayı oluşturmuş, o elektrikli tel sistemine “vera” demiştir. “Vera” ayrı, önemli ve uzun bir konu, meraklanın da araştırın diye bu kadarla geçiyorum ama şu notla: Vera sahipleri Allah tarafından övülmüştür. Yani kendine bir çember çizip etrafını elektrikli telle çevirenler Allah tarafından övülmüştür.

“FATİHA İLE FETİH” YAZILARI – 63-

YAZARLAR

TÜMÜ

SON HABERLER