Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR
e-posta: YAZARIN TÜM YAZILARI

“FATİHA İLE FETİH” YAZILARI – 88

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 2 Ekim 2018 Salı 13:10:35
 

DAHLİNİZ VAR VE BİLLÂHİ’DESİNİZ,
ALLAH’IN DIŞINDA DEĞİLSİNİZ
Anlatımımız içerisinde zorlandığımız bir şey, bize verilen Muhtariyeti Tercih Gücü yetkisini anlayamamak. Anlayacak gibi olan onu müstakil sanıyor, müstakil etiketi yapıştırıyor. Onun müstakil olmadığını kabul eden ise kulun dahlini anlayamıyor. Bu yetkiyi anlamak o kadar önemli ki, iman gerektiren esas nokta burasıdır. Bu yüzden, anlayamazsınız, iman edin buyruluyor. Sizin Muhtariyeti Tercih Gücü yetkiniz var ve o yetki dûniHİ değil, yani o güç müstakilen VAR ve muhtar bir güç değil. Sizde böyle bir yetki var. Kişi kendini hep dûniHİ algıda tuttuğu için, ona “sen müstakilen VAR ve muhtar değilsin” denince kendini yok zannediyor, “ben yoksam neye yararım?” diyor. Oysa anlaması istenen şey, onun ve özelliklerinin dûniHİ (Allah dışında) olmadığıdır. Ama kişi kendini öyle sanıyor. O Billâhi anlamda (dışı olmayan Allah’ta) bir kul. Yani sade vatandaş ama kendini Napolyon zannediyor. “Sen Napolyon değilsin, bu senin zannın” dediğinizde, “öyleyse ben ne işe yararım” diyor. Kişi kendindeki Muhtariyeti Tercih Gücü’nü (cüzi iradeyi) “müstakilen VAR ve muhtar” kabul ettiği zaman olaylara dahlinin olabileceğini düşünüyor, yani müstakil ve muhtar olursa dahli olur sanıyor. Lütfen hayallerimizi, beynimizin resim yapma gücünü Billahi anlamda kuvvetlendirelim, çoğaltalım. Kişiye kendisini dûniHİ tanımlayıp da “Allah’ın dışı kavramı var, sen de oradasın, sana orada Muhtariyeti Tercih Gücü yetkisi verdi” desek, kişi olaylara dahlini hemen anlıyor. Kendisini Allah’ın dışında kabul ettiği yani kendisini ilah kabul ettiği için müdahalesini anlayabiliyor. Algıyı fark ettiniz mi? Onu o algıdan çekip de Billâhi anlama soktuğunuzda dahlin var dediğimizde kabul etmekte zorlanıyor, dahli kayboldu zannediyor. Lütfen fark edin, siz zaten Billâhi anlamdasınız ve sizin dahliniz var. Şu an da Billâhi anlamdasınız ve dahliniz var. Dilediğiniz gibi yapıyorsunuz ve zaten Billâhi anlamdasınız. Sizi dûniHİ bir yerden alıp bir yere getirmeyeceğiz, şu an Billâhi anlamdasınız; canınız isterse su içiyor, isterse içmiyorsunuz, dahlinizin olduğunu görün. Dahliniz var ve Billâhi’desiniz, Allah’ın dışında değilsiniz. Ama sizin bunu anlayabilmeniz için sizi Allah’ın dışında göstermemiz gerekiyor, o zaman mı anlayabiliyorsunuz. Neden? Çünkü hala “müstakilen VARım ve muhtarım” iddianız var. Bu hata Billahi’yi anlayamamaktan kaynaklanıyor, “Billâhi olduğu zaman kulun dahli olmaz” zannından kaynaklanıyor. Ve bu yanlışlar günümüzde de var. Bu konuyu anlatanlar genellikle şöyle yapıyor: Kendi düşüncesini destekleyen âyetleri toplayıp diğer ayetleri bırakıyor, almıyor. İnsanın “Müstakilen VAR ve Muhtar” olduğunu iddia edecekse İnsan-29 gibi âyetleri alıyor. İnsan-30’u, Hadîd 22, 23’ü hiç almıyor. Efendimiz (SAV) ona kızıyor: Siz bir kısım âyetleri bir kısım âyetlerle çarpıştırıyorsunuz diyor. Bu yüzden çarpıştırmak yasaktır. İslamiyet’te çakıştırmak var. Âyetleri çarpıştırmak değil çakıştırmak var. Çarpıştırmak dünya işidir, esfele sâfiliyn prensibidir. Kur’ân âyetleri ve hadislerde mânâları çakıştırmak ve mânâ ayrıştırmak var diye bunun için uyarıyoruz.
ÇOK TEHLİKELİ ŞEYLERDEN BİRİSİ “BANA GÖRE” DEMEKTİR. İSLÂM’DA “BANA GÖRE” YOKTUR
Yönelişte yani imanda sapan dördüncü gruba geldik. Yönelişte sapan dördüncü gruptakilere Mürcie deniyor. Mürcie mânâ olarak “geri bırakan” demektir. Neden geri bırakan (mürcie) denilmiş, bunu anlamaya çalışalım. Mürcie şunu savunuyor: Kâfir kişiye ameli fayda vermeyeceği gibi mü’mine de günahların bir zararı olmayacaktır. Ahiretteki sonuç için îman yeterlidir, amel eksikliğinin bir zararı yoktur. Yani orada amel sorun değil diyorlar. Ahirette muamele ve hesabın amele göre yapıldığını bu yazılara başlarken paylaştık. “FATİHA ile fetih” kitapçığının giriş bölümü de tamamen “amel neden önemli”yi ayetlerle anlatır. Kişide küfür, şirk oldukça taatin ona faydası olmayacağı doğrudur, Nisâ Suresi 48 ve 116. ayetler “şirk işlerseniz amelleriniz boşa gider” der. Onlar bu doğruyu alıp “mü’mine de günahların bir zararı olmayacaktır” kanaati oluşturuyorlar ki yanlıştır. Çok tehlikeli şeylerden birisi “bana göre” demektir. “O öyleyse bana göre bu da böyledir�� deyip hüküm çıkarmak yanlıştır. Hükmüne dayanak olarak ayet ve hadis alıyor gibi ama doğru bir şeyden kendi hüküm çıkarıp yanlış yapıyor. Dayandığı yeri ayet zannedenler o hükmü doğru kabul ediyorlar. Dikkat edin, insan hüküm koyamaz, İslâm’da “bana göre” yoktur. Bunlar “madem küfür ve şirk varken kişinin ibadetleri boşa gidiyor, öyleyse îman varken de günahlar boşa gider” diyerek, kendilerine göre bir hüküm veriyorlar, şirk taati, ibadeti nasıl siliyorsa îman da günahları öyle siler, ahirette günahlarımızla ilgili bir tasaya gerek yok diyorlar. Onlara Mürcie denmesinin bir nedeni de sonucu âhirete tehir etmeleridir. Mürcie idrakında olanlar, delili ayetle olan bir doğrudan, “bana göre” diyerek hiçbir delili olmayan bir hüküm çıkarmışlardır. Onun için, Efendimiz (SAV) bunların bâtıl/sapkın bir fırka olduğunu, İslâm’dan nasiplerinin olmadığını bildirmiştir. İslâm’dan nasipleri yok, çünkü yanlış inanışla meşguller. Sevap kazanamazlar, çünkü İslam’dan nasipleri yok. Konuyu anlamamışlar, ayetlerde mânâları çakıştırma ve mânâ ayrıştırma yapamıyorlar, Allah’a kul olmak ile Allah’a kulluk yapmanın farkını kavrayamamışlar. Onlar “Allah’a kul olduk” deyip bırakmışlar. Oysa Allah diyor ki, bütün yarattıklarım zaten Rahman’a kul olarak gelecek, hepiniz kulsunuz. Ama bir de kulluk yapmak var. Onlar Allah’a kulluk yapmayı reddetmişler, önemi yok demişler. Kulluk yapmak bir hayat tarzıdır. Mürcie idrakında olanların bir hayat tarzı yok mu? Var, bu kaçınılmaz. Ama iki hayat tarzı var: 1) Allah’ın sunduğu hayat tarzı. 2) Esfele sâfiliyn hayat tarzı. Onlar Allah’ın sunduğunu bırakıp esfele sâfiliyn hayat tarzını tercih ederek yaşıyorlar. Dolayısıyla, “Âmentü Billâhi”yi doğru anladıkları şüphelidir! “Ve Rasûluhi”yi ise hiç dememiş oluyorlar. Çünkü Efendimiz (SAV) onlara “benim yaptığım gibi yapmıyorsunuz” diyor. Bu durumda, o kapsamdakiler “La ilahe illallah Muhammeden Rasûlullah” dememiş olur. Mürcie idrakı ile yaşayan böyledir.
KADERİYECİLER NEYİ SAVUNUR?
Yöneliş idrakında (imanda) sapanlar kapsamındaki son gruba geldik ki, belki de günümüzdeki en önemli grup. Ama yeterince incelenmediği ve anlaşılamadığı kanaatindeyiz. Bu grupta olanlar çok olmasına rağmen kimse kendisini bu grupta saymaz, kimse üstüne alınmaz, bu bakımdan da önemlidir. Bunlara Kaderiyeciler denir. Kaderiyeci denilmesi meselenin üstünü örtmüştür. Çünkü Kaderiyeci ismi duyulunca, kadere sıkı sıkıya bağlı oldukları, kaderle çok sıkı arkadaş oldukları için böyle anıldıkları sanılıyor. Oysa onlar, hadiste yasaklananı (kaderi reddeder tarzda münakaşaları) o kadar çok yapmışlar ki, ayet ve hadisleri çarpıştırarak durmadan kaderi tartışırlar manasında onlara “bunlar kaderiyecidir” denilmiştir. Kaderiyeciler neyi savunur? Bu grup, “kulun tam irade sahibi olduğuna inanır” diye tarif edilmektedir. Yani, bunlar Muhtariyeti Tercih Gücü yetkisini kavrayamamış, cüzî irade yetkisini müstakilen VAR ve muhtar ilan etmişlerdir. “Tam irade” denilen budur. Oysa ona “tam irade” denmez, o “müstakil ve muhtar irade” iddiasıdır. Onlar “Biz yaptıklarımızda müstakiliz, fiillerimizde Allah’ın dahli yoktur, tamamını biz hükmederek yaparız” diyorlar. Yani cüzî iradeyi (Muhtariyeti Tercih Gücü’nü) “müstakilen VAR ve muhtar” ilan etmişler, bütün kararlarını “müstakilen VAR ve muhtar” ilan ettikleri o iradeyle vermektedirler. Bu ise tamamen dûniHİ algı ve zanlarıyla oluşan bir bakış tarzıdır.  
MAALESEF KİTAPLARDAKİ BU TARİF EFENDİMİZ (SAV)’İN AÇIKLADIĞI KADERE UYMAMAKTADIR
Rastladığım şeylerden de söyleyeyim. Bu düşüncedeki kişi iradesini müstakilen VAR ve muhtar bir güç olarak ilan etmiş, onu “müstakilen VAR ve Muhtar” olarak damgalamıştır. “Ben kararlarımı bu iradeyle veriyorum, yanlışsa karşılığı cehennemdir, doğruysa cennettir” der. İşi böyle anlarsak bu konuda tartışmazsınız. Efendimiz (SAV) bunu göremedi mi ki insanları ikna etmek için çırpınıyor, hırs gösteriyor. Eğer O; “sizin iradeniz müstakil ve muhtar, onu kendiniz kullanıyorsunuz, Allah’ın dahli yok” deseydi kabul etmeye hazırlar. Efendimiz onlara; “bu yönetmeliğe göre yaparsanız cennete, uymazsanız cehenneme gidersiniz” dese hiç tartışma kalmaz. Peki, neden böyle değil? Çünkü Rabbimizin sözü değil, dünya prensipleri değil. Fark etmemiz gereken bu, bu Allah’ın sözü! Âyetler diyor ki, “Anlayamıyor olsanız bile söyleneni yapın, hedefi on ikiden vurur, hiç yorulmadan kazanırsınız.” Bu iddia ile yaşayan birine tevhid dilindeki âyetleri anlattığınızda “beni kaderiyeci mi yapacaksınız?” der. Oysa kişi zaten kaderiyeciliğin göbeğinde, korktuğu şeyi bir incelese, o tam bizim yaptığın.
Çok önemsediğimiz, fırsatı çıktıkça ele alıp anlamaya çalıştığımız Nisâ Suresi 78 ve 79. âyetleri Kaderiye grubu hiç anlayamamıştır. Bu yüzden hangi meâli elime alırsam hemen Nisâ 78 ve 79’a bakarım. Maalesef hep yetersiz! Bu âyetleri “Aşağıların Aşağısı” yazıları ve kitapçığında, ayrıca “Sen Tanrı mısın?” ve “FATİHA ile fetih” kitapçıklarında çok geniş ele aldık. İleride Kul Zat’ı ele alırken Nisa 78 ve 79’u yine paylaşacağız, çünkü çok önemli iki ayet. İşte onlar bu iki ayetteki mânâyı da hiç anlayamamışlar. Dünya ve âhiret için önemli şu cümleleri de paylaşalım; özellikle Kaderiyeciler şöyle inanır: Kul “müstakilen VAR ve muhtar” iradesiyle yaşantısına hüküm verir. Kendi iddialarıyla söylersek, “insanlar tam irade sahibi olarak karar verirler, ancak Allah, ilmiyle kulun nasıl davranacağını önceden bilmiştir.” Bu söylem de çok karşımıza çıkar, çünkü böyle inanılıyor: “Müstakilen VAR ve Muhtar” ilan ettiği iradesiyle kendi hüküm veriyor, yapıyor, ancak Allah ezelde ilmiyle onun nasıl davranacağını bilmiştir. “Kader” diye bunu tarif ederler. Maalesef kitaplardaki bu tarif Efendimiz (SAV)’in açıkladığı kadere uymamaktadır. Bu konu aslında ayrıca incelenmesi gerekir ama biz “sapmayalım, hata yapmayalım” diye şimdilik ipuçları ile görüyoruz. İş onların anladığı gibi olsaydı, dünya hayatına uygun bir şeyi niye tartışsınlar ki? Efendimiz (SAV) “ayetleri çarpıştırıyorsunuz” diye niye öfkelensin? Demek ki bu tarif Efendimiz (SAV)’in açıkladığı değil.

“FATİHA İLE FETİH” YAZILARI – 88-

YAZARLAR

TÜMÜ

SON HABERLER