Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Elif Çaylıoğlu
e-posta: YAZARIN TÜM YAZILARI

ŞEYTAN VE SİSTEMİ (3)

Şeytan ve sistemini anlamaya çalıştığımız bu yazımızda şeytanı kendi ağzından dinleyeceğiz, Efendimiz (SAV) ile şeytan arasında geçen konuşmayı anlamaya çalışacağız. İnananlar için çok önemli bir diyaloğu göreceğiz. Bir tarafta mekanizmanın hidayet yönündeki en yüksek görevlisi Efendimiz (sav)’in soruları, diğer tarafta dalaletle görevli İblis’in cevapları. Efendimiz (sav)’in Tevbe Suresi 128. Ayette öğretilen vasfına uygun olarak, inananlar için yüksek bir merhamet ve koruyuculukla sorduğu bu soruları ve dalaletle (Allah’tan uzaklık, Allah hakikatini örtme ile) görevli İblisin verdiği cevapları herhalde bir mümin olarak çok önemser, merak eder ve dalalet kapsamından kurtulmayı, hidayet kapsamına dahil olmayı şiddetle arzu ederiz. Dolayısıyla bu hadisimiz, Allah’ın bu sistemini, bu mekanizmasını tanımak, korunmak, kurtulmak ve Hak yolda ileri bir idrak ve yaşantı sürmek isteyen için müthiş bir ikram olarak görülmelidir. Bu hadisi İbn-i Abbas (ra)’den naklen Muaz bin Cebel (ra) rivayet ediyor. Hadise konu olay, ortam ve konuşmalar şöyle anlatılmaktadır:
Bir gün Rasulullah (SAV) ile Ensar’dan birinin evinde toplanmış ve tam bir cemaat olmuştuk. Bu esnada evin dış kapısından; “İçeridekiler, eve girmem için bana izin verir misiniz? Sizden bir dileğim ve sizinle görülecek bir işim var…” diye seslenildi. Bunun üzerine herkes Rasulullah (SAV) Efendimize bakmaya başladı. Rasulullah (SAV) Efendimiz “Bu seslenen kimdir, biliyor musunuz?” buyurdu. Biz bir ağızdan “En iyi bilen Allah ve Rasulü (SAV)’dir” dedik. Bunun üzerine Rasulullah (SAV) Efendimiz, “O lâin iblistir (şeytandır), Allah’ın laneti onun üzerine olsun” buyurdu. Bunu duyan Hz. Ömer (ra), “Ya Rasulullah (SAV), bana izin verin onu öldüreyim” dedi. Rasulullah (SAV) Efendimiz bu izni vermedi ve “Hayır, Ya Ömer! Bilmiyor musun ki ona belli vakte kadar mühlet verilmiştir. Kapıyı ona açın gelsin. O buraya gelmek için emir almıştır. Diyeceklerini anlamaya çalışın, size anlatacaklarını iyi dinleyin” buyurdu. Kapıyı ona açtılar. İçeri girdi ve bize göründü. İhtiyar, şaşı ve köse birisiydi. Çenesinde altı veya yedi kadar kıl sallanıyordu ve at kılı gibiydi. Gözleri yukarı doğru açılmış ve kafası büyük bir fil kafası gibi, dudakları ise manda dudağına benziyordu. Şöyle bir selam verdi: Selam sana ya Muhammed! Selam size ey cemaat-i müslimin. Onun bu selamına Rasulullah (SAV) Efendimiz “Selam Allah’ındır ya lâin” diyerek cevap verdi ve sonra şöyle buyurdu: Bir iş için geldiğini duydum; nedir o iş?
Şeytan şöyle anlattı: Benim buraya gelişim kendi arzum değildir, mecburen geldim. İzzet sahibi Rabbin katından bir melek geldi ve dedi ki “Allah sana emir veriyor. Muhammed’e gideceksin, ama gidişin düşük ve zelil bir halde ve tevazu ile olsun. Âdemoğullarının nasıl kandırıldığını anlatacaksın, ne sorulursa doğru cevap vereceksin.” Sonra Allah buyurdu ki: “Söylediklerine bir yalan katar, doğruyu söylemezsen seni kül ederim, rüzgâr savurur. Düşmanların önünde seni rezil rüsva ederim.
Bunun üzerine Rasulullah (SAV) Efendimiz şeytana sordu: “Mademki sözünde doğru olacaksın, o halde bana anlat; halk arasında en çok sevmediğin kimdir?”
Şeytan şu cevabı verdi: “Sensin ya Muhammed. Allah’ın yarattıkları arasında senden daha çok sevmediğim kimse yoktur. Senin gibi kim olabilir ki?”
Rasulullah (SAV) Efendimiz sordu: “Benden sonra en çok kimlere buğzlusun ve sevmezsin?”
Şeytan anlattı: “Muttaki bir gence ki varlığını Allah yoluna adamıştır.”
Rasulullah Efendimiz (SAV) yine sordu: “Sonra kimi sevmezsin?”
Şeytan “Kendisini sabırlı bildiğim, şüpheli şeylerden sakınan âlimi” dedi.
Efendimiz (SAV)’in şeytan (İblis) ile konuşmasından oluşan hadisinin devamı var, hadisin tümünü görmek isteyenler Yılmaz Dündar Hocamın “Şeytanın Avukatı” veya Muhyiddin Arabi’nin “Şeytanın Hileleri” kitapçıklarına müracaat edebilirler. Şimdi hadisimize bu noktada bir virgül koyup buraya kadarki kısmı “Şeytanın Avukatı” kitapçığından yararlanarak birlikte müzakere edelim.
Efendimiz (sav) şeytana “en çok kimi sevmediğini”, sonra, kimi, sonra kimi sevmediğini soruyor, demek ki şeytanın bir insanı sevmesi veya sevmemesinin bilimsel ölçüleri, kriterleri var! Biz inananlardan, şeytanlığın “sevme veya sevmemesi” için asıl kriterin ne olduğunu merak etmemiz, fark etmemiz isteniyor. Zaten şeytan İblisin verdiği cevaplar da bunu gösteriyor.
İblisin ve her dönemdeki şeytaniyetin “en sevmediği” ilk kişi Efendimiz (sav)’dir. Bu bir karakteri, kişiliği temsil etmektedir ki O’nun idrakıdır, Risaletidir, Nübüvvetidir, O’nun hali, yaşantısı, şeriatıdır, yani Allah’ı tanıyışı ve bu tanıyışın getirdiği haşyet ve edeple uygulamalarıdır; duygu, düşünce, karar, fikir, konuşma ve davranışlarıdır.
Anlıyoruz ki şeytanın bir insanı sevip sevmemesi doğrudan o insandaki “müstakillik” iddiasıyla yani “ilahlık” hissiyatıyla ilişkilidir; kişinin “müstakilen varım ve muhtarım” iddiasına ve ilahlık hissiyatına sahip çıkması ya da bu iddia ve hissiyatı reddetmesi ile alakalıdır. Şeytan ve sistemi (İblis ve taifesi, insan şeytanlar ve nefsin şerri) bu iddiayı reddedenleri, bu iddiaya ve ilahlık hissiyatına sırtını dönenleri sevmez. Şeytaniyete göre, müstakillik iddiasıyla ve ilahlık hissiyatıyla yaşayanlar, bu iddia ve hissiyata sahip çıkanlar dostturlar. Dolayısıyla, şeytanın “en çok sevmediğinin, en çok buğuz ettiğinin” Efendimiz (sav) olması, tamamen Efendimiz (sav)’in bu iddiayı ve ilahlık hissiyatını reddetmesi, terk etmesi, bu ret ve terke en uygun hayat tarzını en güzel biçimde yaşıyor olması sebebiyledir. Günümüzde ve her dönemde O’nun yolunda olanlar, hiç sapmadan O’nun izinde yürüyenler de böyledir, “en sevmedikleri” listesinde liste başıdırlar…
Şeytan ve sisteminin en sevmedikleri sıralamasında ikinci sırada “muttaki gençler” gelmektedir. Dünyada dikkat ederseniz neredeyse bütün hesaplar gençler üzerinden yapılmakta, şeytan ve sistemi özellikle gençleri “dostları” sınıfına almaya çalışmaktadır. Ama muttaki gençler öyle değil. Neden? Yaş itibariyle gençlik hormonlar, arzular, nefsani isteklerin en yüksek seviyelerde olduğu bir ömür dilimidir. Bu potansiyelini dünyadaki güçlü akıntı olan esfele safilin yönünde, dunihi algı ve zanları istikametinde değil de “müstakilen varım ve muhtarım” iddiasına ve ilahlık hissiyatlarına sırtını dönerek kullanma gayretine giren, Rabbinin razı olduğu bir kul olmuş gençler, işte bu sebeple, şeytanın “en sevmediği” kullar olarak Efendimiz (sav)’den hemen sonra ikinci sıraya yükselmektedir. Bu nasıl güzel bir müjdedir, böyle gençler için. Yani bu gençler Efendimiz (sav)’e nasıl da bu kadar yakınlar, nasıl da O’nun bu kadar yakınındalar…
Şeytanın “en sevmediği” kullar arasında üçüncü sırada “sabırlı bilinen ve şüpheli şeylerden sakınan alimleri” görüyoruz. Demek ki “sabrı ve sabırlı olmayı” çok iyi anlamalı, “şüpheli şeylerden sakınmayı” çok iyi öğrenmeli ve “böyle yaşayan bir alim” olmayı hedef haline getirmemiz gerekiyor…
Sabır hali… Şüpheli şeylerden sakınma… Alimlik… Bütün bunları önce doğru tanımlamamız, sonra da tefekkür etmemiz daha sonra da bu kapsamlara girmemiz gerekiyor demek ki…
Bir kere “sabır” sanıldığı gibi, herhangi bir konuya, bir olaya tahammül etmek değildir. Özellikle dunihi algı ile yaşarken bir şeye tahammül etmenin İslam’ın önerdiği ve önemsediği sabırla hiç ilişkisi yoktur. Örneğin eşler arasında yaşanan sıkıntılı durumları çözmek adına hiçbir girişimde bulunmadan, yani hak yolda bir gayrete girmeden sadece dert yanmak, sızlanmak, mağdur hissi oluşturarak etraftan destek beklemek, bu senada da “bu da geçer ya Hu” demek bir sabır hali değildir. Eşlerin birbirlerine karşı duniHİ algı içerisinde gösterdikleri bu tutum aslında bir çaresizlik hissi sebebiyle yaşanan tahammüldür; Billahi bir teslimiyet ve razılık haline dayalı sabır değildir. Tahammül ve sabır arasındaki en büyük fark, tahammülün dunihi algı temelli, sabrın ise Billahi idrak temelli olmasıdır. Bu sebeple tahammül sözlüklerde “olumsuz, zor, kötü” durumlara dayanabilme, bu koşulları kaldırma, bu şartlara katlanma olarak tanımlanarak dunihi algı içerisinde belirli bir sebebe bağlanmıştır. Örneğin “kişi eşinin, çocuğunun ona kötü davranmasına tahammül etmesi gerektiğini düşünür, çünkü ya gidecek başka kapısı yoktur veya çocuğunu göndereceği başka kapı yoktur. İlişkilerine böyle bakan bir eş veya bir ebeveyn Hak yolda tanımlanan sabır halinde değildir. Halbuki billahi algıda olan bir kul için bu durumlar hak yolda bir gayret ve hak bir teslimiyet içerisinde bulunmayı gerektirir. Sonuçta, sadece Rabbinin razılığını umarak, eşiyle veya çocuğuyla arasındaki sıkıntıları gidermek adına adım atmaya, gayret göstermeye başlayan billahi idrakteki kul hiçbir zaman kendisini yalnız kimsesiz, sahipsiz ve çaresiz hissetmez, kötü bir durumda olduğunu düşünmez. Hak yolda elinden gelen gayreti gösterir ve Rabbinden gelecek hükmü bekler. O konuyla ilgili hükmü görünce de hükümle didişmeden hükme (Hükmün Sahibine) razı olur. Bu durumda, billahi anlamda sabır göstermenin adımları şöyle sıralanabilir ki bu mekanizma hayatımız ve ahiretimiz için önemli bir ilaç, önemli bir şifa reçetesi, önemli bir mutluluk yöntemidir.
• Yöneliş çerçevesinde dua (Yani müstakilen varım ve muhtarım iddiasından sıyrılmış billahi anlamda cümlelerle konuyu dile getirmek).
• İlişkiler çerçevesinde girişim (Yani muhtariyeti tercih gücü yetkimiz ile konuyu ilgilendiren sebeplere müracaat etmek).
• Allah’ın konuyla ilgili hükmünü edep ile beklemek (Teslimiyet).
• Allah’ın konuyla ilgili hükmü ulaşınca bu hükümle didişmemek, onu sevmek, hükümden razı olmak. (Dündar Y., Şeytanın Avukatı)
Allahım, bize merhamet ediver de şeytaniyetin şerrinden bizi daim koruyuver, kurtarıver. Şeytanın bizdeki nasibi olan duniHi algı ve zanlarından, müstakillik iddialarından ve ilahlık hissiyatlarından bizi tamamen ve geri dönüşsüz şekilde temizleyiver, hadisimizde önerilen vasıflarla hallendiriver (âmin).

YAZARLAR

TÜMÜ

SON HABERLER