Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Muharrem Günay
e-posta: YAZARIN TÜM YAZILARI

ZEKÂT FAKİRİN DOĞAL HAKKIDIR – Kocatepe Gazetesi

Muharrem Günay 11 Mayıs 2016 Çarşamba 13:52:58
 

Zekât, İslam’ın beş şartından biridir. Farziyeti kitap, sünnet ve icma ile sabit olmuştur. O bakımdan inkârı küfür, terki büyük günahtır.
Zekât’ın Hicri ikinci yılda veya Ramazan Orucu’nun farziyetinden sonra farz kılındığı belirtilmektedir. “İkinci yılında farz kılınmıştır” diyenler ise, çoğunluktadır.
İslâm’ın beş temel esasından birisi olan Zekât, sözlükte; bereket, temizlik, üreme, çoğalma ve övme anlamına gelir. Bir fıkıh terimi olarak şöyle tanımlanır: Para, altın ve gümüş ile belli mal çeşitlerinin belirli bir bölümünü, Allah Teâlâ’nın belirlediği bir kısım Müslümanlara zekât niyetiyle mülk olarak vermektir.
Kur’an-ı Kerim’de Mü’minin özellikleri anlatılırken şöyle buyurulur: “ Onlar (o müminler) ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı kılar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler…” (Hac 22/41)
“Allah’a ve peygamberine iman edin! Ve sizi ha¬lef kıldığı mallardan Allah yolunda harcayın!” (Hadîd:7)
Allah’ın bizi halef kılması; birinin arkasından bir başkasının ge¬lip sahip olması demektir. Bugün birinin cebindeki para, dün bir baş¬kasının cebindeydi. Bugün birinin tohum attığın tarlaya, dün bir baş¬kası tohum atıyordu. Bugün birinin bindiği araba, dün bir başkasına aitti, yarın da bir başkasına ait olacaktır. Bugün size yağmur gönderen bulut dün başkalarına hizmet ediyordu. Bugün size süt veren inek dün başkalarına hizmet ediyordu.
Bir zamanlar sultan iken İbrahim Ethem hazretlerinin sarayının önüne bir derviş gelir ve başlar saray nöbetçileri ile “İllâki ben bu handa bu gün misafir olacağım” diye münakaşa etmeye, münakaşayı duyan İbrahim Ethem Hazretleri dervişi çağırır ve:
—Ey Adam! Buranın bir han değil bir saray olduğunu görmezmisin? Der. Derviş sorar:
Bu sarayda sizden önce kim kalıyordu? Sultan cevap verir:
—Babam.
—Ondan önce kim kalıyordu?
—Dedem. Ondan da önce?
—Onun da babası. Bu cevaplar üzerine derviş derki:
—Bu kadar insanın konup geçtiği bu yer han değil de nedir?
Mevlâna Dünyanın Gerçek Yüzünü Şöyle İfade Eder:
”Bu dünya hayatı, rüyâda define bulmaya benzer. Sabah kalkınca ne define kalır, ne de başka şey!.. Ölümle daldığı uykudan uyanmış bulunan insanoğlu da hakikat ile rüyayı birbirinden ayırır ama nâfile!.. Elde bir şey kalmamıştır”.
Mesnevî’de, bu dünyaya dalanların boş hayal ve hülyalarla, paha biçilemez ömürlerini nasıl heder ettikleri de şöyle tasvir edilmektedir:
”Dünyaya gönül verenler, tıpkı gölge avlayan avcıya benzerler. Gölge nasıl onların malı olabilir? Nitekim budala bir avcı, kuşun gölgesini kuş zannetti de onu yakalamak istedi. Fakat dalın üzerindeki kuş bile bu ahmağa şaştı kaldı.”
Ya Mallar Bizi Terk Edecek Ya da Biz Onları Terk Etmek Zorunda Kalacağız
Bu gün sahibi olduğumuz mallar dün bir başkasına aitti. Dedelerimizindi; onlara da babalarından kalmıştı. İstesek de istemesek de, versek de vermesek de bilelim ki; bir gün ya o mallar bizi terk edecek, ya da biz onları terk etmek zorunda kalacağız. Ya bir iflasla, bir felâketle o mallar bizi terk edecek, ya da bir ölümle biz onları bırakıp gideceğiz. Bu iki seçenekten başka bir imkânımız yoktur.
Yukarıda meali verilen Hadid suresi 7. ayetteki İnfakın anahtarı istihlaf kelimesidir. İstihlaf, Hulf, halife kelimelerinden meydana gelir. Yeryüzünde bizi kendi halifesi olarak yaratan Allah, Bizden halifesi ve vekili olarak, yarattıklarından infak etmemizi emrediyor. Bu nedenledir ki; yeryüzünde tüm mahlûkata karşı, özellikle de insanlara karşı tam manasıyla ilahi sıfatların temsilcisi gibi hareket etme durumundayız. Sanki bir müessesenin vekil harcı gibi çevremizdeki herkesin ihtiyacını gidermekle yükümlüyüz. Böyle olmasaydı Allah “ İnfakı, size verdiğim nimetlerden verin.” Emrini bu tarzda açıklamazdı. Kur’an’da: “Size ne oluyor ki Allah yolunda malları harcamı¬yor¬sunuz! Göklerin ve yerin mîrası zaten Al¬lah’ın değil midir? Sonunda hepsi O’na kalmayacak mıdır?”deniliyor.(Hadîd suresi: 10) Allah’ın yarattığı ve bize emanet olarak verdiği nimetlerden gerektiği gibi infak etmezsek, halifelik görevini yerine getirmemiş oluruz.
Zekâta, müminlerin Yüce Allah’ın emirlerine uymadaki sadakatlerinden dolayı “sadaka” da denilmiştir. Bununla birlikte sadaka kelimesi zekâttan daha geniş anlamlı olup, vacip ve nafile kabilinden olan bağışları da kapsamına alır. Zekâtın tarım ürünlerinden alınan çeşidine “öşür” denir.  İslâm’da zekât, asla devlete ödenmesi gereken bir vergi değil, İslâm’ın öngördüğü bir “Sosyal güvenlik” ve “Sosyal adalet” kurumudur. Bizzat toplumun, fakru zaruret içinde bulunan insanların hayat ve yaşayışını teminat altına alması demektir. Zekât, yegâne mal ve mülk sahibi olan Allah’ın bazı insanlara emanet olarak verdiği mallardan ayırıp vermek zorunda oldukları fakirlerin en doğal hakkıdır.
Bela Sadakanın Önüne Geçemez
Diğer bir hadis-i Şerifte ise: “Sadakanın en değerlisi; fakirin gücü nispetinde gizlice başka bir fakire verdiği sadakadır” buyrulmuştur.“İnanan insanın zekât ve sadaka vermede acele etmesi gerekir, zira bela sadakanın önüne geçemez.” (Feyz’ül Kadir, 3/195)
Yeterki sadaka sadaka olsun. Verilen sadakaya gösteriş ve riya karışmasın, Allah Rızası için verilmiş olsun, helal maldan verilmiş olsun, sol elin verdiğini sağ el görmesin. İşte böyle bir sadakanın önüne belanın geçmesi mümkün değildir.
 Sevgili Peygamberimiz: “Başka bir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde Allah Teâlâ yedi insanı Arşın gölgesinde barındıracaktır. (Bunlardan biri de), sağ elinin verdiğini, sol elinin bilmeyeceği kadar sadaka veren kimsedir.” (Buhari, Ezan 36, Zekât 16; Müslim, Zekat 91)

YAZARLAR

TÜMÜ

SON HABERLER