Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Muharrem Günay
e-posta: YAZARIN TÜM YAZILARI

BİRBİRİNDEN AYRILMAYAN İKİ İBADET NAMAZ VE ZEKAT-1

Muharrem Günay 30 Ocak 2017 Pazartesi 12:32:53
 

Yüce kitabımızda geçen ayetlerde sık sık ikisi bir arada geçen iki kavram…Birisi namaz, diğeri zekattır. “Egımıssalat ve etüzzekat” Namazı ikame et ve zekatı ver….
Namazın tam manasıyla ikâme edilmiş olması için, zekâtın verilmiş olması gerekir. Çünkü zekât yoksulun bizim emanetimizde olan maldaki hissesidir. Bu hissensin hak sahibine verilmeyişi:
1. Emanete hıyanettir. Emanete hıyanet etmek ise münafıklığın en büyük göstergesidir.
2. Fakirin hakkını gasb etmektir. Kul hakkı yemektir.
İslam âlimlerinin çoğuna göre zekâtını vermeyen müminin namazı kabul edilmez. Çünkü zekâtını vermeyen mü’min fakirin hakkını yemiş ve gasp etmiştir.
 Namaz dinin direği olduğu gibi, zekât da İslâm’ın köprüsüdür. Birisi dini, diğer, sosyal barışı ve huzuru muhafaza eden iki ilahi esastır. Bunun için namaz ve zekât birbirlerine bağlanmışlardır. Namazla zekâtın birlikteliği/ayrılmazlığı, insanın toplumla olan ilişkisinden ileri gelmektedir. İnsan için namazın önemi ne ise, toplum için de zekâtın önemi odur Namazla insan nefsini kötülüklerden arındırırken, zekât ile de toplum kendisini kötülüklerden arındırıp, toplumsal barışa ve huzura kavuşacaktır. Yani namaz insanı zekât ise toplumu ıslah edecektir.
Her toplum birbirinden oldukça farklı olan insan gruplarını içerisinde barındırmaktadır.
Özellikle zengin ve yoksul gruplar/tabakalar hemen hemen her toplumda var olmuştur. Her toplumda söz ve itibar sahibi olan zengin insanlar mutlaka vardır. Bunlar, genellikle o toplumun ileri gelenleri olarak görülür. Bu ileri gelenler, servetlerini korumak ve çıkarlarını garanti altına almak için güç elde etme ihtiyacını hissetmişlerdir. Bunun için ya mevcut yönetimlerle işbirliği içine girmişler ya da yönetimleri kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmişler yahut da yönetimi tamamen ele geçirip mutlak güç ve iktidar sahibi olmuşlardır. Ancak, elde ettikleri bu gücü ve iktidarı hak ve adaleti hâkim kılmak için kullanmamışlar; tam tersine hak ve adaleti kendi çıkarlarına uyarlayıp menfaat elde etme yoluna gitmişlerdir. “Hak haklınındır” ilkesi yerine “Hak kuvvetlinindir” ilkesini benimseyip bir hayat felsefesi haline getirmişlerdir. Bunun sonucunda, tarihte efendi-köle, ezen-ezilen, yöneten-yönetilen vb. Gibi zıt ve çatışan kutuplar ortaya çıkmıştır. Mesela, firavunlar zamanındaki Mısır’da yönetim firavunların elindeydi; bunların yardımcıları ve vezirler ise o toplumun ileri gelenleri olarak tabir edilen zengin kişilerden oluşuyordu. Sözgelişi, Karun böyle zengin birisiydi ve aynı zamanda da firavunun başdanışmanıydı. Karun o kadar zengindi ki, sadece hazinelerinin anahtarlarını taşımak bile bir topluluğa ağır gelmişti. Bununla beraber, aynı toplumu oluşturan halk ise köle olarak yaşıyordu. Bir tarafta aşırı zenginlik vardı, diğer tarafta ise açlık, sefalet ve zulüm hüküm sürüyordu. Bundan anlaşılıyor ki, o toplumdaki zenginlik toplumsal tabakalar arasında paylaşılmamış, tabakalar arasındaki dengeleri sağlayan zekât gibi sosyal ve iktisadî kurumlar vücuda getirilememiştir. Bu yüzden, o toplum farkında olmadan kendi sonunu da hazırlamış oluyordu. Bırakınız zenginliği paylaşmak, zenginliğin köleler ve ezilen sınıfların sırtları üzerinde kazanıldığını söylemek daha doğru olur. Çünkü Hz. Musa, kardeşi Harun ile birlikte firavun ve ileri gelenlerine gidip, İsrail oğullarını bizimle beraber gönderin dediği zaman, onlar şu karşılığı vermişlerdi: “(Sen) bize, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyden bizi döndüresin de yeryüzünde saltanat sadece ikinizin olsun diye mi geldin? Biz, ikinize de inanacak kimseler değiliz.” (Yunus 10: 78).
Bir millet sadece milli kimliğinden uzaklaşmakla değil aynı zamanda haktan, adaletten ayrılmak, zulme seyirci kalmak ve alkışlamakla, zalim devletlerle işbirliği yapmak ve onların zulmüne destek olmakla da tarih sahnesinden silinir gider.
“Bir millet, şaref-i İslâm ile müşerref olmuş olsa dahi, eğer zulüm ve haksızlık yollarına sapar, zalime yardımcı olur ve ahlaksızlığı alkışlarsa, o millet mutlaka cezasını görür ve asla beka bulamaz. (yani yaşayamaz) Buna karşılık, kâfir bile olsa hak ve adaletle milletini sevk ve idare ederse, payidar olur. Çünkü birincisi kavlen yâni sözde Müslüman’dır. İkincisi ise fiilen yani icraatıyla müslümanadır. Bunun içindir ki, kavlen Müslüman olan yıkılır, fiilen Müslüman olan beka bulur.”(Envârul Kulub cilt 2, s. 274, Elhac Muzaffer Ozak)
Buna benzer sözleri Siyasetnamesinde ünlü Selçuklu veziri Nizamül Mülk söylüyor:
            (Devamı Yarın)

YAZARLAR

TÜMÜ

SON HABERLER