Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR
e-posta: YAZARIN TÜM YAZILARI

“FATİHA İLE FETİH” YAZILARI – 114

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 1 Kasım 2018 Perşembe 13:30:15
 

DÜNYA, AHRETİN LABORATUARI,
LABORATUARA FAZLA BAĞLANMAYIN
Bu dünya yaşantısında kulun önce beyanı, sonra bu beyana uygun kazanımı ve o kazanıma uygun değişimi dilenmiştir. Bu kazanım zorlanan emirle değil kuldaki tasarruf ile sağlanabilir. Bu kural da Allah’ın hükmünün içinde çok önemlidir. Dünya imtihanında kulun arzu, gayret, kazanım ve değişimi dilenmiş. Allah dilese “böyle olacaksın” diyerek zorla da değiştirir. Ancak imtihanın kuralı içerisinde değişim kulun tasarruf sahibi olmasına bağlanmıştır. Anlamamız gereken önemli nokta budur: Kişinin kazanımı ve değişimi onun tasarruf sahibi olmasıyla ilişkilidir; tasarruf sahibi olduğu şeyi infak etmesiyle veya onu cimrice tutmasıyla ilgilidir. Değişim bunun üstüne bina oluyor. Ahiretteki hayat öyle farklı bir şey ki, oraya ancak hür değişimle oluşmuş sûretler gidebilir. Bir kere bizim dünyadaki hâlimiz hür değişimle oluşmuş sûret değil, ayrıca biz doğrudan âhiret hayatına başlayabilirdik. Ancak âhiretin kuralları, imkânları, hâli, mükâfatı ve cezası öyle bir şey ki; orada yaşayacak varlığın o hayata uygun değişimi ancak onun hür tasarrufuyla sağlanabilir. Oysa dünya hayatı farklı, bu hayata hür tasarrufumuzla başlamadık. Başlatıldık, hatta dûniHİ algı ve zannıyla başlatıldık. İmtihan için böyle gerekli. Ama âhirete hür davranışımızla yapacağımız kazanım ve değişimlerle gidiliyor, oraya öyle bir sûret lazım. Dünya bu yüzden oranın laboratuvarıdır. Bilenler; “Laboratuvara gereksiz yatırım yapmayın, bağlanmayın, zor ölürsünüz. Oraya mıknatısa bağlanır gibi yapışırsanız Azrail sizi çekince hemen gelemezsiniz. Bağınızı gevşek tutun ki kolay gelesiniz” diyorlar. Bu çerçevede birkaç âyete bakalım.
“Allah, semâvatı ve arzı Bil-Hakk ve onlara zulmedilmeksizin, her nefs kazandığı ile cezalansın diye yarattı.” (Câsiye-22)
Her nefs kazandığı ile cezalansın diye! Yani her nefs kazandığının karşılığını alsın, kazandığına göre değişim yaşasın, imkan bulsun diye bütün bunlar Bil-Hakk yaratıldı.
“O (Allah’tır) ki, semâvat ve arzı altı gün içinde halk etmiştir. Ve O’nun Arş’ı da su üzerinde idi. Sizin hanginizin amel olarak daha güzel olduğunu denemek (belirlemek) için.” (Hûd-7)
Âyetin ilk kısmı başka bir alan, oraya girmeyelim. Bütün bunlar niye, niye bu laboratuvar? Âyetlerden öğrendik: Hanginizin amel olarak daha güzel olduğunu denemek için. Güzelin Kur’ân’a göre olduğunu, insanî bir tabir olmadığını artık biliyoruz.
“Elif, Lâm, Mîm. İnsanlar fitneye düşürülmeksizin (imtihan edilmeksizin) ‘Îman ettik’ demeleriyle bırakılıverileceklerini mi sandılar? Andolsun ki onlardan öncekileri de fitne etmişizdir. Allah elbette sâdıkları bilecek ve elbette yalancıları da bilecektir.” (Ankebût; 1-3)
“Ve elbette sizi korku ve açlıktan, mallardan, canlardan, ürünlerden noksanlaştırma şeklinde bir şeylerle muhakkak deneyeceğiz. Müjdele o sabredenleri. Onlar ki kendilerine bir musibet isabet ettiği zaman ‘İnna lillahi ve inna ileyhi raciun; doğrusu biz Allah’a aidiz ve O’na dönücüleriz’ derler. İşte bunlar üzerine Rablerinden salâvat ve bir rahmet vardır. Ve işte bunlar hidâyet bulanların ta kendileridir.” (Bakara; 155, 156, 157)
“Andolsun ki biz, sizden Allah yolunda mücâhade edenleri ve sabredenleri bilinceye kadar sizi imtihan edeceğiz. Ve haberlerinizi de duyuracağız.” (Muhammed-31)
“Mücrimlerin yolu açığa çıksın diye âyetleri işte böylece tafsil ediyoruz” (En’am-55)
Şu okuyacağımız üç ayet bir şehâdet üzerinedir:
“İnsan Rabbine karşı elbette çok nankördür. Ve muhakkak ki, o (insan) bu durum üzerine bir şâhittir.” (Âdiyat; 6, 7)
“O gün insanlara takdim ettiği ve tehir ettiği şeyler haber verilir. Bilakis insan kendi nefsi üzerine bir basiret (gözlemci, şâhit)tir.” (Kıyâmet; 13-14)
“Dünya hayatı onları aldattı ve kendilerinin kâfir olduklarına dair nefsleri üzerine şâhitlik ettiler.” (En’âm-130)
“Andolsun ki, (şeytan) sizden pek çok kimseyi saptırdı. Aklınızı kullanmadınız mı?” (Yâ-Sîn; 62)
“AKLINIZI KULLANMADINIZ MI?” ÂYETİNİ İYİ ANLAYAMAZSAK ŞEYTANIN ESİRİ OLURUZ
“Aklınızı kullanmadınız mı?” denilmesini iyi anlamamız lazım. Bir kere şunu fark ve kabul edelim: “Aklınızı kullanmadınız mı?” derken kastedilen şey dûniHİ algıyla zanlar üreten aklî yöntemler değil! DuniHi akletme yöntemleriyle “müstakilen VAR ve Muhtar olan ancak Allah’tır” sonucuna ulaşmak mümkün değildir. İstediğiniz kadar aklınızı kullanın, mümkün değil. Dünyanın en zeki sayılan adamlarından Einstein’ın makalesi var; “tanrı uydurmadır, inançlar uydurmadır” diyor, o akılla bu sonuca ulaşmış! Şimdi ona “niye aklını kullanmadın” diyebilir miyiz? Aklını kullanmakla ünlü bir adam da Stephen Hawking’di, o da her gün fikir değiştirirdi. Son bilgisi “tanrı yoktur” diyeydi. Ona “aklını kullanmadı” diyebilir misiniz? Her ikisi de aklını kullanmakla ünlü. Bu yüzden “aklınızı kullanmadınız mı?” âyetini iyi anlayamazsak şeytanın esiri oluruz. Dünya kurallarıyla ne kadar gayret edersek edelim dûniHİ algı ve zanlarıyla üretilen akıl ile Allah’ı bulamazsınız! Allah’ın Müstakilen VAR ve Muhtar olduğunu, Ehad ve Samed olduğunu düniHİ akılla bulamazsınız. Bu yüzden, kendilerine Rasûl gelmeyen kavimler sorumlu değildir. “Onlar da akıllarını kullansalardı, niye sorumlu tutulmuyorlar?” diyemezsiniz. Ayet var, Rasûl gelmemişse sorumlu tutulmuyorlar, helak edilmiyorlar.
AKIL NURDUR, FİKİR ÜRÜNDÜR.
NUR ASILDIR, FİKİR SONRADIR
“Aklınızı kullanmadınız mı?” uyarısı bize ilk olarak şunu öğretiyor; insan bir tercih yetkisine sahiptir. “Aklınızı kullanmadınız mı?” demek bir tercih var demektir. Birisi bir yerde yanlış bir tercih yapmışsa “Aklını kullanmadın mı, niye şunu tercih etmedin, niye şöyle yapmadın?” dersiniz. “Aklınızı kullanmadınız mı?” sorusunun bir tercih uyarısı var, bize bir tercih olduğunu anlatıyor. Demek ki, o tercihle ilgili aklımızı kullanacak bir tasarruf sahibiyiz. İkinci olarak şöyle bir örnek vereyim, örnekten alacağımız mânâyı buraya taşıyalım. Birinin çok güzel yaptığı bir şey vardır. Onu gören birisi size; “Bunu yapan ne kadar akıllı adammış, şöyle yapmış” dedi. Dersiniz ki, ona aklı ben verdim. O kişi bir şey yaptı ve ona o fikri siz verdiniz. Ama söylerken “O fikri ben verdim” demezsiniz, fikir vermiş olmak size az gelir, hafif gelir. Aslan payını kendinize almak için “Ona o aklı ben verdim” dersiniz. “O fikri ben verdim” çok mütevazi gelir, size yetmez. Bu mânâyı da fark ettiniz mi? O kişi verilen aklı kullandı. Âyet diyor ki, “O senin kendinin halledebileceği bir şey değil, o aklı ben verdim.”
Bir konu olur, gider birinin aklına müracaat edersiniz. O kişiyi önemsiyorsanız “Fikrinize müracaat ediyorum” demezsiniz. Onun size edeceği yardımın önünü açabilmek için akıl kelimesini kullanırsınız; “Aklınıza müracaat ediyorum efendim” dersiniz. Akıl başka bir şey çünkü. Akıl nurdur, fikir üründür. Nur asıldır, fikir sonradır. Bu açıklamalardan sonra âyetten anlayacağımız bir sonuca gelelim: İnsan dûniHİ algı ve zannlarıyla bu doğruyu bulamaz. Akledemeyeceği bir konuda insana Akl-ı Küll akıl verir. Bunu destekleyen bir âyetle devam edelim:
“Eğer üzerinizde Allah’ın fazlı ve O’nun rahmeti olmasaydı sizden hiçbir kimse ebediyyen arınıp terakki edemezdi.” (Nûr-21)
AKL-I KÜLL SANA BULAMAYACAĞIN AKLI VERİR
Haydi aklet. Haydi istediğin kadar aklını kullan, kullandığını zannet dur. Eğer Allah’ın rahmeti ve fazlı sana ulaşmasa, bu konuda seni desteklemese, önünü açmasa, doğruyu göstermese, doğruyu yapman için tercihini oraya yönlendirmese bu küfürden ebediyen temizlenemezsin. Âyetten anlıyoruz ki; Esfele Sâfiliyn elbise giymiş akılla, yani dûniHİ idrak havuzuna düşmüş aklı kullanmakla hidâyeti bulamazsın. Yani sen dûniHİ algı ve zanlarıyla yorum yaparsan, aklını kullanarak ulaşacağın bütün bilgi ve verilere rağmen -Kur’ân’ın diliyle- el Hüsnâ’yı tasdik edemezsin. O zaman “Aklınızı kullanmadınız mı?” diye genele, tüm insanlara yönelik meâl yapamazsınız. Peki, nasıl dersiniz?
Akl-ı Küll insanlara akıl edemeyecekleri bir konuda akıl verir. İnsan, fıtratı gereği bu akla uygun yaratıldığı için o akıl ona yabancı gelmez. Akledemiyor ama derinlerinde o var, çünkü fıtratı o akıl üstüne. Bulunduğu algı ve zannları yüzünden kendisi onu hiçbir zaman bulamaz ve bu gerçeğin üstünü temizleyemez. Ama bu onda var. Bu akıl ona verilince fıtratı o aklın gereğini yapar, verilen aklı kullanır, fıtratı buna uygundur. Öyleyse senin akletmen ancak “Verilen aklı kullanayım” demek kadardır, sınırı budur. Hidâyet konusunda senin aklın ancak o sınıra kadardır. İşte imtihan o tercih üzerine, sen ancak onu yapabilirsin. Akl-ı Küll sana bulamayacağın aklı verir. Sen “Bunu yapayım” diyerek sahip çıkmaya kadar akıl kullanabilirsin. Bu mekanizma nasıldır, onu “İnşirah” kitapçığında lüb, fuad, kalb, sadr organizasyonu adı altında Kur’ân âyetleriyle izaha çalıştık, paylaştık.
“Aklınızı kullanmadınız mı?” demek lüb’ünüzü çalıştırmadınız mı mânâsına gelir. Rabbimiz soruyor: Lüb nurunu çalıştırmadınız mı? Lüb nurundan esinti olan aklı kullanırken siz esfele sâfiliyn yapıyla, dûniHİ algı ve zannlarıyla doğruyu bulamazsınız. Bu yüzden doğru size haber verildi. Buna rağmen aklınızı kullanmadınız mı? Yani size bildirilene sahip çıkarak, o doğrultuda fıtratınızı coşturarak lüb nurunuzu çalıştırmadınız mı, açmadınız mı? İnsandaki Has Akıl Lüb’tür. Burayı biraz anlamamız, biraz derinleştirmemiz gerekiyor. Şu ayet bize bu konuda yardım edecektir:

YAZARLAR

TÜMÜ

SON HABERLER