Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR

NEFSE, DİDİKLEMEYE VE ŞİKAYETLERE DİKKAT

– 53-
Halifetullah olan insanın Kul Zat’ını dün tanımlamıştık.
Kendisindeki Kul Zat’ı Allah’tan müstakil ilan eden, Allah’ın verdiği hissetmeyi Allah’tan ayrı ve müstakil ilan eden, “O benim hissetmem” diyen kişideki Kendinde Kendine Göre Var olan yaşantıyla oluşan bu (duniHİ, esfele safiliyn) idrak yüzünden o kişi nefsine zulmetmektedir. Zulüm anlaşıldı mı?
Nefsim O’ndadır, O’nundur,
O’nun yönetimindedir
Nefse zulüm iki şeyle ilgilidir. Öncelikle hak yemektir, hakkını vermemektir. Hak vermeyen zalim olur. İnansın inanmasın, birisinin, bir şeyin hakkını yemek zulümdür. Hak hususunda îman gözetilmez. Îman Rahiym ismiyle ilgilidir, hak konusu Rahmân ismiyle ilgilidir. Buna dikkat etmeyende Rahmân ismi açılmaz, Rahiym hiç açılmaz. Hak gözetmek, hak yememek bu yüzden çok önemlidir. Hak yiyene, hak vermeyene zalim denir, yaptığı işin ismi de zulümdür. Dolayısıyla, bu işin esasını, bu yani hak yemenin ve nankör olmanın zulüm olduğunu ve böyle olunmaması gerektiğini bilen, ilk gelen Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’dur. Kişinin o statüsü Kul Zat’tır, toplam olarak Nefs dediğimizdir ki işin esasını bilir. Biz o “Kendinde Kendine Göre Var” olandan sıyrılıp, onu unutup “Birbirlerine Göre Var” olanın (tekasürün, gözümüzle gördüklerimizin) tuzağına düşünce Kendinde Kendine Göre Var olan eliyle nefse zulmetmiş oluyoruz. Niye? Nefsin hakikatini bildiği doğruya, onun bildiği hakikate göre davranmadık, böylece hakkını vermedik. Nefs kendisinin müstakil olmadığını biliyor ama biz onun müstakilliğini ilan ettik. Böylece onun bildiği hakikate göre davranmayarak nankörlük de yaptık. Bize o ilk gelen, kendisinin müstakil olmadığını ve ne olduğunu biliyor, ama biz ona müstakillik ilan ediyoruz, böylece ona zulmediyoruz. Bu hakkının yenmesi onun ağırına gidiyor. Efendimiz (SAV)’in bir sözünden alıntıyla söyleyelim: Böylece kişi nefsini kudret elinde tutan Allah’a asi olmuş olur.
Efendimiz (SAV) bazı hadislerinde “Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki” diyor. O yemine dikkat edin, “Nefsimi” diyor. Yani bendeki Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nu, “BEN” diyerek oluşturduğum Kendimde Kendime Göre Var olan halimi. Neredendi o? Allah’tan. “Nefsimi kudret elinde tutan Allah” yemini şunu da vurguluyor; Nefsim O’ndadır, O’nundur, O’nun yönetimindedir.
Nefsin şerrinden korunmak
Kaldığımız yere dönelim. Bu iddiasıyla kişi nefsine asi olmuş oldu ve onun vasfı zâlim oldu. Kur’ân’ın “zâlim” dediği budur. Böylece, Kur’ân’ın kime “fâsık” dediğini, kime “kâfir” dediğini, kime “zâlim” dediğini ve kime “âsi” dediğini gördük. Nefsin hakikatine yapılan bu hıyanet, ki Kur’ân’a göre hıyanet yalnızca budur, nefsin şerri tercih etmesi olduğundan, bu hale “şerri tercih eden nefs” mânâsında NEFSİN ŞERRİ denilmektedir.
Nefs bir hıyanet yaptı. Neye? Hakikatine. Tuzağa düştü ve hakikatine hıyanet etti. Peki, bu hıyanete yol açan nedir, neden bu hıyanet oldu? “Tercih” yetkisi yüzünden! Nefs tercih yetkisiyle şerri tercih etti. Ve tercih yetkisiyle şerri tercih eden mânâsına bir isimle anıldı, onun etiketi “Nefsin Şerri” oldu. Bütün bunlar hep Fâsık’ın özellikleri. Tehlike arttıkça onlar da artıyor. O elindeki tercih yetkisiyle Allah’ı tercih etmedi, “hayr ve şer” konusunda hayrı tercih etmedi. Hayr ne idi? Allah yolu! Ama o şerri yani Allah’a karşı olan yolu tercih etti. Bu tercihi Allah’ın verdiği yetkiyle yaptı; ona verdiği his, duygu ve BEN’le yaptı. Böylece o nefs kendine verilen tercih yetkisiyle Allah’a karşı olanı yani şerri tercih eden nefs oldu, Allah’ın verdiği tercih yetkisiyle Allah’a hücum eden oldu. Efendimiz (SAV)’in öğrettiği “Allahım beni nefsimin şerrinden koru” duası işte bu halden korunmak içindir. “Allahım beni koru da nefsim sana karşı işleri tercih etmesin, onun sana karşı işleri tercih etmesinden beni koruyuver, böylece o senin yolunu tercih etsin” duasıdır bu.
BEN ile ilgili paylaştıklarımızı şimdi “nefsin şerri”ne monte edelim. Nefsin Şerri Allah adına “BEN” demez, kendi adına “BEN” der. Çünkü o kendi adına “BEN” demeyi seçti. Halbuki nefs o kula gelirken Allah adına “BEN” diyerek geldi. O Ahseni Takviym iken ilk “BEN” deyişi, ilk “BEN” hissi Allah adınadır. İşte o, Allah adına “BEN” derken Allah’a şahid oldu ve “Evet, Rabbimiz sensin. İşittik ve şahit olduk” dedi. O BEN’di o. Biliyordu çünkü. Ve bu bilgi, bu şahitlik ona işlendi. Dolayısıyla buraya o bilgiyle geldi. Fakat sonra onu unuttu, onu dikkate almadı ve tercihini Allah’a karşı kullandı, böylece ŞER oldu. Yani Allah’a, hayra karşı şerri tercih etti. Böylece “Ben müstakilen BEN derim, ben kendi adıma BEN derim, birisi adına BEN demem” dedi. Oysa biz Allah adına “BEN” deriz, çünkü BEN O’nundur, O’ndandır. O’nadır. Nefsin şerri ne diyor? “Hayır, ben kendi adıma BEN derim.”
Böylece ne oldu bakın: Kendisine verilen yetkilerin gücüyle haddi aşan Kul Zat, bu vasfıyla bir hayat tarzı oluşturdu. Statüsü Kul Zat’tı ama kendisine verilen yetkilerle haddi aştı, müstakillik ilan etti, o etiketi yapıştırdı; Müstakil olarak “BEN” dedi. Dikkat edin, o kul bu hayat tarzıyla tanrılar şirketinin ortağı oldu. Niye? Bunu diyen kişi ilahlığını ilan etti değil mi? Ve âyetlerden öğrendik, insanların çoğu böyle değil mi? İlah, ilah, ilah, ilah… Bu ilahlar ne halde? Şirk’te. Şirk ortaklık demektir. Şirkin ortakları, o tanrı, bu tanrı, şu tanrı ne kadar tanrı varsa hepsi birden tanrılar şirketini oluşturuyor. Firavun, “Sizin Rabbiniz Benim, siz bana bağlı ortaklarsınız” diyerek, onların bu ortaklıklarını iptal edip kendine yönlendirmeye çalışan bir insandı. Günümüz dünyasında onların her biri birer müstakil tanrı, tek tek tanrılıklarını ilan etmişler, tek tek şirkteler, yani her biri birer ortak. “Müstakilen varım ve muhtarım” iddiasında olanların ortaklığı olan bu şirketin adı tanrılar şirketidir. Diyoruz ki; “Müstakilen VAR ve Muhtar ancak Allah’tır. Başka Müstakilen VAR ve Muhtar YOKTUR.” Hakikat bu! Onların şirketleri sahte, kendileri de sahte ilah. Çünkü ancak Allah ilahtır. O’nun “dışı” kavramı yoktur. Bu yüzden başka ilah olmaz. Ama onlar halleri ve yaşantıları ile “Allah’ın dışında biz de varız” diyor. Demek ki sahteler. Kime karşı? Allah’a karşı! Sahte ortaklar oldular. İşte bu vasıflarından dolayı isimleri MÜŞRİK’tir. Kur’ân’ın “müşrikler” dediği bunlardır. Müşrik kendisini Allah’a ortak yapmış tanrılar şirketinin ortağının adıdır. Müşrik bu şirketin ortağıdır. Şirketin faaliyeti nedir? Lütfen dikkat edin, yine önemli bir derse geldik. Onun bir faaliyet raporu var, ona bakalım. Bu şirketin en önemli ve en prestijli faaliyeti ortakların birbirlerini didiklemeleridir. Mecbur! Tanrılığın özelliği bu! İlerleyen yazılarımızda paylaşacağız, Allah Kur’ân’da buyuruyor ki; ‘’Ey, düşünmeyi seven kullarım, ey aklını kullanmak isteyenler. Eğer birden fazla İlah/Allah olsaydı kavga ederlerdi.’’ Anlıyoruz ki birden fazla ilah olursa kavga çıkıyor, kavganın sebebi budur. Demek ki kavga tanrı olmanın delilidir. Bunu anlayan müslüman kavga etmez. Kavga tanrılık yüzündendir, kendini tanrı ilan edene aittir. Şimdi anladık mı, neden tanrılar şirketinin en önemli ve en prestijli faaliyeti birbirlerini didiklemek?
“Didiklemek”ten vazgeçelim
Yaptığımız şehâdete rağmen eğer hayatımızda bunlar varsa biz de o şirketin gizli ortaklarıyız demektir: Sahte ve gizli ortak! Çok kötü! Hep diyoruz ki bu bir hayat tarzıdır, yirmi dört saat izleyeceğiz ve korkacağız. Allah’ı düşünmek böyle olur, korkacağız. Bu yüzden, dedikodu, gıybet vb. tamamen şirkle, doğrudan esas şirkle ilişkilendirilmiştir. Ve Kur’ân’da “Bir ölü kardeşinizin etini yer misiniz? Tiksindiniz değil mi?’’ diye bize önemli bir benzetme yapılmıştır. Benzetme böyle: Birbirini yemek! Tanrılar birbirlerini yerler, yerler. Öyleyse didiklemekten korkun. “Hiç mi bir şeyi eleştirmeyeceğiz?’’ demeyi bırakın da önce bir korkun. Önce kork! Sonra? Sonra yine kork!
Bu yolda şu çok önemlidir. Âyet ve hadisler bize “Öfkelenmeyin” deyince kişi soruyor, hiç mi öfkelenmeyeceğiz? Şöyle: Eleştireceksin de, kızacaksın da. Ama nasıl? Bir çizgi var, onu geçince! DûniHİ algı ve Billâhi algı arasında bir çizgi var. Sen dûniHİ algıdan Billâhi algıya geri dönüşsüz geçinceye kadar, önce dûniHİ yaptıklarını terk edeceksin. Eleştirmekmiş, kızmakmış, öfkelenmekmiş ne varsa onları bir terk et ve Billâhi algıya geç. Bu tarafa geçtiğin zaman Billâhi algıda öfkelenmek ayrı bir şeydir, kızmak ayrı bir şeydir, eleştiri de öyle. Bunların yerleri ve tarifleri vardır, hatta sevaptır, ibadettir. Bizim şimdi eleştiri, öfke, kavga dediğimiz şeyler küfür alanına ait. Önce orayı tümden silmek gerekiyor. Yenisini yapmak için Billâhi tarafına atlamak gerekiyor. Bu tarafa atlamadan yenisini inşa etmek olmaz. Çünkü tanrılar şirketinin en önemli faaliyeti didiklemek ve o şirk ve çok tehlikeli. Kendimizi bu faaliyetten mutlaka kurtarmalıyız. Birbirimizi Allah rızası için uyarmalıyız, “Yapmayalım” diye.
Buraya küçücük bir not ekleyelim, belki konu d��şı gibi ama önemli. Şimdi vereceğimiz örnek bayanlarla ilgili fakat yalnız bayanlar için değil, herkesi kapsar. Hadiste “Ailesine hayrlı olan, onu memnun eden erkek” önemseniyor ve öneriliyor. Bu hadisi duyan bir hanımefendi kocasına diyor ki; sen hayrlı bir mü’min değilsin. Niye? Benim her şeyime karışıyorsun, beni hiç memnun etmiyorsun. Veya erkek eşine diyor: Sen hayrlı bir kadın değilsin, bana şöyle şöyle davranıyorsun.” Lütfen dikkat edin, hadisteki “hayrlı olma” ölçüsü dünyalı bakışa ait değil, işe böyle bakmayın. Sen küfür dünyasına ait taleplerde bulun, kocan karşı çıkınca kötü adam olsun, olmaz öyle şey. Seni memnun etmesi için senin cehenneme hızlı gitmeni mi çabuklaştırması lazım? Sen ona mı iyi adam diyorsun, hayrlı adam o mu? Kur’ân’ın ve hadislerin dediği o değil. Eğer bir eş, bahsettiğimiz hayat tarzıyla veya ibadetlerle ilgili telkinlerde bulunuyorsa, eşini teşvik ediyorsa hayrlı olan odur, eşler olarak biribirimize böyle bakmamız gerekiyor. Kendi heva ve heveslerimize göre “hayrlı insan” tespit edemeyiz. Hep Kur’ân’a göre olacak. Ayetler ve hadisler “Âmentü Billâhi ve Rasûlihi” diyenler için değil mi? O zaman öyle tanımlayacağız.
Şikayet etmek ve Şaki olmak
Tanrının o en prestijli işine dönelim. Didiklemede ne var, didikleme ne getirir? Didiklemede lezzet var, karşılıklı lezzet alış var. Adına sohbet derler, birlikte saatlerce bu işi yaparlar. Bunu iyi yapanlara “sosyal adam” derler. Dikkat edin bu işin içinde bir sürü dûniHİ (kişiyi esfele safiliyne sabitleyen) tuzak vardır. Bir kişiyi, bir şeyi didikliyor olmak sonuçta bir dil oluşturuyor, şikâyet dili! Bu kişi her şeyden şikâyet eder; ufak tefek, büyük küçük ama sürekli şikâyet. Ve bu işi şirket ortaklarının hepsi yaptığı için şikâyet artık göze batmaz, onlara göre şikâyet normal bir şeydir. Hatta birisi şikâyet etmiyorsa onlara göre o bir şey anlamayan bir salaktır, “Zaten vurdumduymaz, bir şey anlamıyor, niye şikâyet etsin?” diye düşünürler. Oysa şikâyet Şakî olanın dilinin ismidir. Böylece Kur’ân’ın “Şakî” dediğini de öğrendik mi? Tanrılar şirketinin ortaklarının dili şikâyettir, onu yapana da Kur’ân ŞAKÎ der. Eğer şikâyet, îman ve sâlih amel ilişkisine bakacak olursanız, şikâyetin aslında Âmentü Billâhi ve Rasûlihi îmanına uymadığını net görürsünüz. Sâlih amel açıkladığımız Billahi îmana uygun davranışların adıdır. Böyle bir îmanı deklare ettikten sonra birilerinin üzerinden Allah’ı şikâyet etmek olur mu? İyi baktığınızda görürsünüz ki her şikâyetin hedefi Allah’tır. Ne yazık ki, bunu yalnızca inananlar fark etmez; imanlarıyla perdelendikleri için. İnanmayan Allah’a nefreti yüzünden bunu açıkça söyler; “Allah’ı eleştiriyoruz, nefretimiz Allah’a” der. Aynı didiklemeyi, aynı şikâyeti mü’min de yapmasına rağmen farkında değildir. Bir mü’min olarak sen bir şakînin yaptığını yapıyorsan olmaz. Anlaşmıştık, Muhammedî’nin yaptığını başkası yapamaz. O zaman onun yaptığını da Muhammedî yapamaz. O çok açık söylüyor; ben Allah’a ve inananlara kızgınım, şikâyetim onlardan. Şikâyet etmekle inanan da bu işi yapar ama îmanıyla perdelenir, durmadan Allah’ı didiklediğini, onu şikâyet ettiğini fark etmez. Ama Kur’ân ona şakî der.
Bu saydığımız vasıfların temelindeki sebebi nedir? Onu bize Kur’ân öğretir. Âmentü Billâhi ve Rasûlihi îman prensiplerine ve buna uygun hayat tarzı olan sâlih amel yaşantısına uymamak ile ortaya çıkan bu vasıflar için bizi uyaran âyetler Mâide Sûresi’nin çok iyi bildiğimiz âyetleridir. İnşaAllah yarın o ayetlerle başlayalım.

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti