Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Muharrem Günay

YA İSTANBUL BENİ ALIR, YA DA BEN İSTANBUL’U

Muharrem Günay 27 Mayıs 2013 Pazartesi 03:00:00
  Sevgili Peygamberimizin; “Kisra ölmüş (demek)tir. Artık kisra (İran Kisrası) öldükten sonra başka kisra yoktur. Bizans Kayseri helak olduğu zaman, ondan sonra Kayser de olmayacaktır. Nefsim elinde bulunan Allah’a yemin ediyorum ki, Kisra ile Kayser’in hazineleri muhakkak ki Allah yolunda sarf olunacaktır.” (Sahih-i Müslim, Hadis no: 2918), “İstanbul mutlaka fetholunacaktır, O’nu fetheden sultan ne güzel sultandır, O’nu fetheden asker ne güzel askerdir” (Ahmet b. Hanbel, Müsned, 4/335) dediği Asya ile Avrupa’nın kesiştiği noktada kurulan İstanbul, hemen hemen her devirde bir köprü vazifesi görmüştür. Avrupa’dan gelenler bu köprü üzerinden geçerek, Hindistan ve Çin’e kadar ulaşmışlardır. Asya’dan gelenler de yine bu köprüden geçerek, Rumeli’ye, Balkanlara, Viyana’ya, Adriyatik sahillerine kadar varmışlardır. İstanbul, işgal ettiği bu stratejik konumu ve coğrafi özellikleri açısından ilk çağlardan beri bütün hükümdarların kalbinde müstesnâ bir yer işgal etmiştir.
Şair Nedim yazdığı bir kasidesinde:
“Bu şehr-i Stanbul ki bî misli bahâdır.
Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedadır.” Diyerek, İstanbul’un değerini veciz bir şekilde ifade etmiştir.
1807 yılında İstanbul’un Ruslar’a bırakılmasını isteyen Çar I. Aleksandr’a Napolyon’un, “İstanbul mu, asla! İstanbul, Dünya imparatorluğu demektir” (Ercüment Kuran,Tarih ve Medeniyet Dergisi s.32, sayı 3, Mayıs 1994) diyerek verdiği cevap İstanbul’un tarihi önemini göstermek açısından yeterlidir.
Emeviler ve Abbasiler zamanında Hz. Peygamberimizin övgüsüne sahip olmak amacıyla 655-782 yılları arasında geçen 127 sene içerisinde İstanbul’u almak amacıyla beş sefer düzenlenmiştir.
Hz. Muaviye, İstanbul’u alarak, Hz. Peygamberin övgüsüne mahzar olmak hem de kendi durumunu güçlendirmek istiyordu. Onun için kısa bir zamanda büyük bir ordu oluşturmuş ve büyük bir kampanya başlatmıştı.
Muaviye ilerlemiş yaşına rağmen Hz. Peygamberin Medine’ye hicretlerinde evlerinde misafir kaldıkları Ebû Eyyûb-el Ensari’nin de bu sefere katılmasını istiyordu. Ebû Eyyûb-el Ensari, Peygamber Efendi’mizden “İstanbul surları önünde mübarek bir zâtın defnedileceğini”(Z.Kitapçı, a.g.e. 2. cilt, s.133) duymuştu. O, bu mübarek şahsın kendisi olmasını istiyordu ve bu sefere büyük bir istekle katıldı. Ebû Eyyûb-el Ensari ve yüce sahabelerin içinde bulunduğu ordu Muaviye’nin oğlu Yezid komutasında İstanbul önlerine geldi. Bu sefer başarısızlıkla sonuçlanmış ve İslâm ordusu bir ok darbesiyle şehit düşen ve surlara yakın bir yere defnedilen Ebû Eyyûb-el Ensari’yi şehit vererek, geri dönmüşlerdir.(699)
TÜRK’ÜN KIZIL ELMASI İSTANBUL
İstanbul, Osmanlı devletinin kuruluşundan itibaren, bütün Türk Sultanlarının bir milli ülküsü “KIZIL ELMASI” olmuştur. Osman Gazi, devletin kurucusu olarak, oğlu Orhan Gazi’ye:
“Osman Ertuğrul oğlusun, Oğuz Karahan neslisin, Hakk’ın bir kemter kulusun, İstanbul’u aç, gülizâr yap” (Z.Kitapçı, Hz. Peyg. Had, Türkler 2. cilt, s.137) diyerek İstanbul’un fethini tıpkı Hz. Peygamberimiz gibi hedef göstermiştir.
Osman Gazi’den Fatih’e kadar bütün Osmanlı sultanları, Kur’an-ı Kerim’de es-Sebe suresi 15. âyette, “Beldetün tayyibetün-Güzel belde-hoş belde” olarak nitelendirilen bu muhteşem bu muhteşem şehri almanın ve Hazreti Peygamberimizin övgüsüne sahip olmanın aşkıyla yanıp tutuşmuşlardır. Kur’an-ı kerim’de, es-Sebe suresi 15. âyette geçen “Beldetün tayyibetün” sözcükleri Ebcet hesabıyla İstanbul’un fetih tarihi olan Hicri 751 tarihini gösterir. Bu da başlı başına bir Kur’an mucizesidir.
1091 yılında, İzmir dolaylarında bir beylik Kuran Türk denizcisi Çaka Bey ile Peçeneklerin İstanbul kuşatmasını saymazsak Türkler tarafından İstanbul’un ilk ciddi kuşatması Yıldırım Bayezid (1389-1402) tarafından gerçekleştirilmiştir. Yıldırım’ın iki kuşatmasından sonra, Fetret Devri’nde, oğlu Süleyman Çelebi’nin İstanbul kuşatmaları bir yana bırakılırsa, Fatih’e kadar II.Murat Gazi’nin giriştiği İstanbul Fethi teşebbüsü çok mühimdir. Bu kuşatmaya başta Emir Sultan olmak üzere bir çok şeyh ve evliya katılmıştır.
Tarihî bir hakikattir ki, Osmanlı Sultanları hep dindar ve din adamlarına hürmetkâr idiler. Padişahlar savaş zamanlarında hep din adamlarını ve evliya türbelerini ziyaret eder, İslâm âlimlerinin hayır dualarını alırlardı. İşte İstanbul’un fatihi ve Sevgili Peygamberimizin övdüğü sultan olan şehzâde Mehmed bu manevi iklim ve havâ içerisinde yetişmiştir. Babası O’nun büyük işler başarmak üzere yetiştirilmesi için çok gayret etmiş, O’nu devrin en büyük âlimlerinin eline teslim etmiştir. O’nun hocalarının başınsa Molla Gürâni, Molla İlyas ve Akşemseddin hazretleri gelmektedir. Çocukluğundan beri İstanbul’un fethi aşkı ile yanan Şehzâde Mehmed’e hocası akşemseddin, Manisa’da şehzâde iken sık sık İstanbul’u fethedeceğini müjdelemiş ve : “Elem çekme beğüm, siz İstanbul’u fethedeceksiniz” (O.Turan, T.C.H.M. 2.cilt, s.49) demiştir.
Osmanlı devletinin kurucusu Osman Gazi’den itibaren bütün Osmanlı Sultanlarının hedefi İstanbul olmuş ve bütün Osmanlı padişahı bu şerefe nâil olmak için can atmışlardır. Fatih’e kadar bu şeref hiç birisine nasip olmamıştır. Çünkü her defasında Bizans’a Avrupa’dan yardım geliyordu. Bunun için yardım yollarını kesmek gerekiyordu. Aslında İstanbul’un muhasarası, Osmanlı Gazilerinin 1356 yılında bir sal ile Çanakkale boğazından geçip Rumeli’ye ayak basmalarıyla başlamıştır.
Fransız Akademi âzâlarından tarihçi Grousset bu noktayı görebilmiş olduğu içindir ki şöyle der:
“Osmanlı fütûhatında hiçbir şey zamansız yapılmamış ve fetihler tesadüfe bırakılmamıştır. Anadolu’ya ilk geldikleri tarih noktasından itibaren Türkler, İstanbul’un fethine niyetlenmişlerdi. Ne var ki, her muhasarada şehrin Batı yardımı ile kurtarıldığını iyi bellemişlerdi. O halde öncelikle yardım yollarını kesmek ve oralara hâkim olmak şarttı. Osmanlı’nın Rumeli’ye sıçrayışından itibaren Niğbolu, Varna ve Kosova meydan savaşları bu sebeple bir strateji dehasının mühürleri gibidir. Osmanlı bir taraftan Gelibolu ile Akdeniz’den gelecek özellikle Ceneviz donanmasının yolunu kapatırken, Avrupa yardım ordularının geçiş coğrafyasına da kilit vurmasını bilmişti. İstanbul aslında Kosova savaşı ile tam bir muhasara altına alınmıştı. Fatih, İç Kale’yi kuşatmış ve yüz yıllık niyetleri gerçekleştirmişti.”(İlhan Bardakçı, Tarih ve Medeniyet Dergisi, sayfa 11, sayı 3, Mayıs 1994)

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti