Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Hasan ÖZPINAR

YUNAN BAŞKOMUTANI TRİKOPİS AFYONKARAHİSAR’DA NASIL TAŞLANDI?

Afyonkarahisar’ın Milli Mücadele ve işgal yıllarından çekilen acılara ve sonrasında Taarruz günlerine dair geçtiğimiz yıllarda “Anılar ve Fotoğraflarla İşgal Günlerinde Afyonkarahisar” isimli kitabımızda pek çok fotoğraf ve anıya yer vermiştik. Büyük Zafer’in 100. yıldönümünün yaşandığı bugünlerde esir Yunan Başkomutanı Trikopis’e dair bir yazı yazalım istedik.
2 Eylül 1922 günü Uşak yakınlarında Göğem Köyü civarında Afyonlu Ahmet Çavuş tarafından esir edilen Yunan Başkomutanı General Trikopis’in esir edilmesi önce Uşak’ta Gazi Mustafa Kemal’in huzuruna çıkartılır daha sonra Afyonkarahisar üzerinden Ankara’ya nakledilir ve oradan da 1 yıl boyunca kalacağı Kırşehir esir kampına nakledilir.
Trikopis’in bu aktarmalı yolculuğuna dair birkaç hatıratta aşağıda aktaracağım bilgilere rastladım. Kaynaklar bizzat olayı yaşayan kişiler oldukları için dikkate değer.
Trikopis’in Uşak’ta esir edildikten sonra Afyon’a nakline dair bir başka hatıra da o dönemde ordumuzda sayıca çok az olan kamyonlarda şöförlük yapan bir askerimizin anılarıdır. Akşehirli er Ömer Şarlak Konya’da yayımlanan Yeni Meram Gazetesi’nin 7 Eylül 1955 tarihli sayısında ‘Yunan Kumandanı Trikopis’i Afyon’da Türk Karargâhına Teslim Ettim’ başlığıyla bu konuda hatıralarını aktarmıştır.
1898 doğumlu Ömer Çavuş (Şarlak) 1 Nisan 1987’de vefat etmiştir. Bakalım Ömer Çavuş Büyük Taarruz’da neler yaşamış,Trikopis’i Afyon’a nasıl getirmiş?
Akşehirli Bir Askerin (Ömer Şarlak) Trikopis’le Anıları
Askere Gidiş
Aradan tam otuz beş yıl geçmesine rağmen, daha dün gibi hatırımda. Bir bahar sabahıydı. Askeri törenle ilk defa sılaya çıktım. Tam yüz yirmi arkadaştık. Bıyıkları yeni terleyen bazılarının sakalına ustura bile değmemiş, filinta gibi yüz yirmi delikanlı. Ortalığı çınlatan alkış tufanı arasında, tekbir sesleri içinde trenimiz ağır ağır kalktı. Bu anda bando çalıyor, nişanlım mendil sallıyor, garip anam ağlıyor, babam ise mütevekkil bir çehre ile:
-‘Uğurlu olsun oğlum! İnşallah, sağlıkla gidersin, sağlıkla gelirsin!’ dualarını sıralıyor, yaşlarla dolu gözlerini benden kaçırıyordu. İşte bu şekilde bir şekilde kederli bıraktığımız sevdiklerimizi düşünmeyerek, düşmanla göğüs göğse dövüşmek, öldürmek ve icap ederse kahramanca ölmek üzere ana yurdum Akşehir’den ayrılarak askere gittim.
Aradan daha bir gün geçmemişdi ki, bütün ümitlerim havası kaçan balon gibi pörsüdü, gitti. Evet! Benim okuma- yazma bilişim, düşmanla dövüşmek saadetinden beni mahrum etti. Konya’ da arkadaşlarımdan ayrıldım. Konya’da Askeri Tetkikatı Hesabat Kalemi’ne verildim.
Kederli idim, cepheye gitmediğim için kederli idim. Zaten o günlerde, bütün memleket kederinden ağlıyordu. Yüzlerde neşe görünmüyor, kahkaha sesleri duyulmuyordu. Konya Askeri Tetkikatı Hesabat Kalemi’nde geçirdiğim günler, bana asırlar gibi geliyordu. Çünkü ben kâfirle, düşmanla dövüşmek için gelmiştim, buraya. Her akşam cepheye gidebilmek için Allah’a yalvarıyordum.
Askeri Şoför Mektebi Günleri
Çok geçmeden dualarım kabul oldu, ancak cephe yerine Konya Şoför Mektebi’ne gönderildim. Orada onbaşı oldum. Mektepte arkadaşlarım arasında devamlı ilerliyordum. Herkes beni severdi. Aradan altı ay geçmemişti ki, beni hem çavuş yaptılar, hem de, mektepde kumandan hoca muavini unvanını verdiler. Çavuşluğu bilmem, ama onbaşılık çok hoşuma gitmişti benim. Artık şoförlüğümden, hoca muavini oluşumdan ve arkadaşlar arasında sevilmemden dolayı bütün mektepte sayılıyordum. Haftalar ve aylar bir sinema şeridi gibi geçiyordu.
İlk Ciddi Görevlendirme:
Bir Perşembe günü idi. Talimden dönmüş, tatile girmiştik. Malum o zamanlar Cuma günleri her taraf tatildi. Talim yapılmazdı o gün. Beni kumandanlıktan çağırdılar. O zaman kumandanımız Yarbay Tahsin Bey’di. Fakat kendisi hasta olduğu için yerine Yüzbaşı Recep Bey bakıyordu. Kumandanın odasına gittiğimde üç arkadaşım daha vardı odada. Yüzbaşımız kısa bir mukaddemeden sonra vazifemizi bildirdi. Buna göre üç arkadaşla Mersin’e gidecek, orada bizleri bekleyen dört Berliet marka tenezzüh otomobili Çay Tren İstasyonu’na götüreceğiz. Bu arabalardan biri Mustafa Kemal Paşa, birisi İsmet, biri Kazım Karabekir Paşa’nın. Son araba ise Garp Cephesi Kumandanlığı Erkan-ı Harp Reisi Kaymakam Osman Zati Bey’in emrine verilecek. Bu son arabanın şoförü de ben olacağım. Yanımızda sekiz zabitle memleket türküleri söyleyerek trene bindik. Hatırımda kalmadı, ama iki ya da, üç günde Mersin’e geldik.
On dört yaşındaki bir kız güzelliğindeydi, bu Berliet marka Fransız arabaları. Pırıl pırıl yanıyor, insan bakmaya kıyamıyordu. Bu arabalar o zaman saatte 80 mil süratle giderdi. Arabaları trene yükleyerek tekrar yola düzüldük. Bu yeni arabalar içinde kendimizden o kadar geçiyorduk ki, trenin içinde çıkıp motorlarını çalıştırıp, sesini dinliyorduk.
Akşehir ve Çay’a Dair
Kaç gün geçti aradan, bilmiyorum, tren, Akşehir’e geldi. Akşehir’de birkaç gün kaldık. Ben arabaya bir şey olur diye geceleri istasyonda geçirdim. Nişanlımı, anamı, babamı görmeye gitmedim. Onlar duymuşlar, geldiler, konuştuk. Bana azık getirmişler. Ertesi gün tekrar yola çıktık.
İşte! Şimdi Çay’dayız; millet heyecanlı ve sevinçli. Herkes bayram ediyor. Afyon alınmış ve kahbe Yunan silahlarını atarak kaçıyormuş. Arkadaşlarla buradan ayrılıyoruz. Yusuf ve Ahmet Çavuş’la Memiş onbaşı Çay’da kaldılar.
Afyon’la İlgili İzlenimler:
Ben hareket ettim. Arabamda iki zabit var. Bunlar da, mülazım. Gece çıktık yola, altımdaki araba gelin gibi süzülüyor, kâfirin malı. Afyon’ a yaklaşıyoruz.
Bizi Afyon yangınının alevleri karşılıyor. Ortalık gündüz gibi aydınlık. Kahpe düşman, Afyon’u yakmış da, kaçıyor. İstasyonda sabun yüklü vagonlardan çıkan alevler gökyüzünü sarıyor. Her taraf su içinde. Bir taraftan itfaiye yangını söndürmeye çalışıyor, bir Yunan tayyaresi yanıyor. Düşman götürmeye fırsat bulamadığı tayyaresini bizim elimize geçmesin diye yakıp gitmiş.
Biz kumandanımız Osman Zati Bey’i aradık. Kendisi Dumlupınar’a gitmiş ve arabasını oraya getirilmesini emretmiş.
-‘Başüstüne kumandanım!’ dedik ve Mülazım Celil ve Müslim Efendilerle Kaymakam Osman Zati Bey’in arabası ile yola koyulduk.
Yol iki taraflı olmak üzere sebilhane bardakları gibi birbirinin üzerine sıralanmış olan Yunan askerlerinin taaffün etmiş cesetleri ile kaplı. Tüfek, cephane, ne istersen alabildiğine bol. Fakat kim yüzüne bakar, bunların.
Harp Ortasında Muziplik:
Mülazım Celil Efendi direksiyonu kendisine bırakmamı istiyor. Gerçi onun da, şoförlüğü var, ama araba bana teslim. Versen olmaz, vermesen emre karşı gelirsin. Direksiyonu mecburen verdik. Verdik ama ne oldu bilmem. Bir taş geldi aman zaman demeye vakit kalmadan zınk diye araba durdu. İndik, baktık. Taşa vuruşla yağ devr-i daimi kırılmış. Neyse ki Dumlupınar’a üç kilometre mesafedeyiz. Mülazım Celil Efendi’nin yüzü kül gibi oldu:
-‘Kabahat benim, Ömer!’ dedi.
-‘Sağlık olsun, Kumandanım!’ diye cevap verdim. Mülazımlar Dumlupınar’a gittiler. Derken dört silahlı nefer geldi:
‘Çavuşum, biz arabayı teslim alıp beklemeye geldik. Parçası gelip takılıncaya kadar sizi koruyacağız.
Ve Dumlupınar:
Ben Dumlupınar’a gittim. Orası da aynen Afyon gibi. Bir taraftan insan leşleri, tabii bütün bunlar düşman. Türkler’in kayıpları yok, ortalıkta. Öbür yandan Dumlupınar bir harabe halinde. O kadar içerledim ki, kendi kendime; şu keferelerden birini vurmayı nasip etmedi, Allah. Eğer elimde bir kuvvet olsa, bu kefereleri diriltir, ellerine silahlarını da verir ve sonra alçaklar, işte böyle Dumlupınar işgal edilir diye bir kere daha öldürürdüm, onları. Fakat heyhey! Bunlar, bu alçaklar, öbür dünyada bile dirilmeyeceklerdir. Ölüye de silah atamam ya. Burada da, bayram var. Kederli yüzler gülüyor, artık. Horon tepiyor, zafer şarkıları söylüyor, millet! Asker, milletin gözbebeği. Birçok da yaralı var. Arabalar, hayvanlar, durmadan yaralı taşıyorlar.
Ve Trikopis’le Karşı Karşıya:
Kulaklara fısıldıyorlar, Trikopis esir edilmiş. Dumlupınar’a getirtiliyormuş. Hey Allahım! Ne olursun, şu Trikopis’in bana yüzünü göster, suratına tüküreyim. Dilek kapıları açıkmış galiba. Keşke başka bir şey dilemiş olsaydım. Ya Rabbi! Şu pis düşmanı, palikaryaların şu pis neslini kurut da, bir daha dünyanın huzurunu bozmasınlar deseymişim, herhalde daha isabetli olacakmış. Aradan çok geçmedi, bir kaynaşma oldu. Sekiz neferle birlikte kumandanlığa çağrıldık. Üç tane de zabit vardı. Binbaşı Salahaddin Bey şu emri verdi:
-‘Sekiz tane esir var. Bunları alıp bu mektupla birlikte Afyon Sevk Kumandanlığı’na götüreceksiniz. Sakın kendilerine yolda fena muamele yapmayın. Yolda istirahat etmek isterlerse bırakın dinlensinler. Ekmek, su verin. Haydi çocuklar! Yolunuz açık olsun.’
Esirler sekiz kişi idiler. Hiçbirinin ismini bilmiyorduk. Yola düzüldük. Bu esirlerin önünde biri vardı ki, diğerlerinden farklı idi. Diğerleri bu adama hürmet ediyorlardı. Meğer bu adam Allah’ıma, yüzüne tükürmek için yalvardığım Trikopis’miş.
Şanlı Yunan orduları başkumandanı şanlı General Trikopis. Sevsinler böyle adamı. Bu adamın Trikopis olduğunu öğrendikten sonra irkildim ve bir acıma hissi duydum. Herifin yüzüne tükürmekten vazgeçtim. Çünkü bu adam bir başka devletin ordularının başkumandanından ziyade bir gemi miçosuna daha çok benziyordu. Yüzüne bir türlü tüküremedim. Bu Trikopis kırksekiz- elli yaşlarında, uzun boylu, zayıf vücutlu, çakır gözlü, kesik bıyıklı, uzun yüzlü ve sarışın bir insandı.
Ayaklarında pırıl pırıl yanan bir çizmesi, pelerini sol kolunda, başında şapkası ile bir sirk palyaçosuna benziyordu. Dayanamadım, herife yaklaştım:
-‘Sen Trikopis’misin’ dedim. Herif cevap vermedi. Sanki ağlayacak gibi idi. Zordur, tabii. Bir başkumandanın esir edilerek bir çavuş tarafından istiskal edilmesi tabii zordur. Fakat Trikopis bu hareketi çoktan hak etmişti. Herif hiç konuşmak istemedi. İstirahat etmek de istemedi. Ekmek yemedi. Sonradan öğrendiğime göre, birinci noktadan, ikinci nokta yani Dumlupınar’a getirilirken de, aynı şekilde hiç konuşmamış, yemek yememiş ve su içmemiş. Tabii ki kederinden. Dünyadır bu, etme bulursun dünyası. Onlar muzaffer oldukları zaman da, mağluplar aynı şekilde kederlenmişlerdi. Trikopis, bizimle tam on saat yürüdü. Biz yorulduk, o kâfir, yorulmadı. Belki de yorulduğunu bir başkumandan olduğu için söylemedi. Yolda kendisine ekmek verdik, su verdik, kabul etmedi.
Trikopis’le Yangın Yerine Dönen Afyon Sokaklarında
Bu şekilde Trikopis’i Afyon’a getirdik. Şimdi yangını henüz sönmüş Afyon sokaklarındayız ve Afyon’u yakıp- yıkan bir başkumandanı da beraber getiriyoruz. Millet nereden öğrenmiş, bilmiyorum. Daha henüz Afyon’a girmiştik ki birdenbire elektrikleşti. Bağrışmalar ve taş yağmuru başladı. Afyonlular makineli tüfek gibi bizi taş yağmuruna tuttular. Muhafız zabitlerden üçü de yaralandı. Taş yağmurundan iki nefer de yaralandı. Nerede ise ben de yaralanıyordum. Fakat Allah esirgedi. Kendi adamlarımız nerede ise bizi öldürüyorlardı. Zabitler daha fazla gidemediler. Mektubu ben aldım. Artık kumandan bendim. Tabanca elimde, Trikopis önümde diğer taraftan elleri bağlı yedi tane esir rütbelerini bilmiyorum, ama hepsi de Yunan zabiti idi.
Altı Türk askerinin nezaretinde Afyon sokaklarında adeta koşarak ilerliyorduk. Bu arada Trikopis heyecanlandı, sağımızdan, solumuzdan vızlayarak gelen taşlarla yaralanacağını, kimbilir belki de öleceğini sanıyordu. Afyon’u ateşe veren suçlu kumandan, Afyonluların gazabından, kendisini linç edeceklerinden korkuyordu. Fakat korktuğu başına gelmedi. Sağdan, soldan askeri kuvvetler geldi, halk dağıtıldı ve Trikopis’le arkadaşlarını sağ salim askeri kuvvet sevk kumandanlığına teslim ettim. Mektubu da kumandana verdim. Kumandan:
-‘Aferin, çavuş!’ diye arkamı sıvazladı. Ben ayrıldım. Sonradan öğrendiğime göre, Askeri Sevk Kumandanlığı, Trikopis’i gece törenle Sivas’a göndermiş.
Tekrar Dumlupınar’a Dönüş
Altı nefer arkadaşımla birlikte ertesi günü biz tekrar Dumlupınar’a döndük. Yunanlılar kaçmış, kaçamayanlar ise öldürülmüşlerdi. Bir kısmı çalılıkların arkasına saklanarak pusuya düşürdükleri askerlerimizi öldürüyorlardı. Afyon’dan döndükten sonra bizi bunların tenkiline memur ettiler.
Tenkil Harekâtına Katılış
Çok şükür Allah’a ki, hiç olmazsa bu şekilde muradıma erdim. Çete muharebesi yaptık. Ben iki ay devam eden bu çete harbinde yedi tane Yunan askeri öldürdüm. Bir çatışmada, sol bacağımdan yaralandım. Yaramı bir defa doktor sardı. Ondan sonra ben kendim tedavi ettim. Arabanın yağ devri daimi takıldı. O arabayı alıp Afyon’a kumandanımla beraber geldik.
Derken beni tekrar Konya’ya gönderdiler. Şoför mektebine geldim, şahadetnamemi aldım. Derken harp bitti, terhis oldum. Akşehir’e geldim.
Ve Sonrası…
O zaman İstiklal Madalyası’nı kazanmıştım. Zaten beratım vardı. Şimdiye kadar madalyamı vermediler. İşte bu sene kısmetmiş. İstiklal Harbi’nden otuz üç sene sonra benim İstiklal Madalyam geldi ve 30 Ağustos’ta askeri bir merasimle bu madalyayı bana verdiler.
Şimdi kendi halinde yaşayan mütevazı bir aile babasıyım. Dört çocuğum var. Çocuklarımdan Sami ve Sedat Şarlak, bana yardımcıdırlar. Kızlarım daha küçüktürler. Büyük oğlum Sami evlidir, bir de çocuğu var. Gördüğünüz gibi baba vatanım olan Akşehir’de hububat tüccarlığı yapıyorum. Şimdi elli yedi yaşında dinç bir dedeyim. Şoförlüğü hala bırakmış değilim. Kendi arabamı kullanıyorum. Şoförlüğü oğullarım Sami ve Sedat’a da öğrettim.
Düşmandan dost olur mu, hiç? Afyon’dan Dumlupınar’a kadar olan yollardaki Yunan ölülerinin feci vaziyeti hala gözümün önünden gitmiyor. Onların yaptıklarını da unutamayız. Onların meşhur Trikopisleri de unutamaz. Türk-Yunan dostluğu bir laftan ibarettir. Son zamanlar Kıbrıs’taki Yunan tahriklerini ve Londra Konferansı’ndaki hareketleri benim canım sıktı. Biz daha ölmedik beyim. Sonra, o zaman bir kişi idim. Şimdi evvel Allah üç kişi olduk. Vallahi hiç dinlemez gideriz, beyim. Kıbrıs’a da gideriz, Rodos’a da. Zaten bizi onlar çok iyi bilirler.’’
Trikopis’e dair bir diğer anı 1.Dünya Savaşı ve Milli Mücadele döneminde yedeksubay olarak çeşitli cephelerde orduya hizmet eden Rifat Erdal isminde eski bir askere ait.1960’lı ve 1970’li yıllarda tarih alanında önemli bir yayın olan ‘’Hayat Tarih Mecmuası’’nın 1 Ekim 1971 tarihli 9.sayısında sayfa 75-77’de yayınlanmış.
RiFAT ERDAL-BİR
YEDEKSUBAYIN HATIRALARI
Dumlupınar Meydan Muharebesi’nde Yunan ordusu tamamen dağılmıştı.Uşak civarında Yunan ordusu Başkomutanı General Trikopis,Kolordu Komutanı General Diyenis,8.Tümen komutanı ve 220 kadar da yarbaydan teğmene varıncaya kadar subay esir edilmişti. Bunların bizim tabura teslim edilerek Ankara’ya götürülmelerine memur edildik. Tren güzergahı haricinde kumanda heyetinden olanların arabalarla,yarbay ve daha aşağı rütbede olanların yaya olarak sevkleri emrediliyordu.
Bolvadin’liler Esir Yunanlı Subayları Taşlıyor
“Uşak’ta hazırlanan bir trenle bunları Afyon’a getirip biraz yiyecek tedarik ettikten sonra,Çay istasyonunda tirenden indirip veya kafileyi bölük kumandanlarının nezareti altında yola çıkardık.Bolvadin Kaymakamlığına bir tel çekerek beş araba istedik.Kumanda heyetini tabur kumandanım ile ben,30 silahlı er muhafazasında götürüyorduk.Gece yarısı arabalar geldi.Kumandanları bindirip sabaha karşı Bolvadin’e girdik.
Sabahleyin yine yaya ,kafileyi yola çıkarıp kumandanları arabalara bindirirken,Bolvadin halkı meydanlıkta toplanmış kumandanları seyrediyorlardı.Bir çocuğun taş atması üzerine bütün halk,esir kumandanları taşlamaya başladı.Bizim muhafız erlerin ve mahalli jandarmanın yardımıyla halkı teskin edip kasabanın haricine çıktığımız zaman Tirikopis, Türkçe bilen yaveri Yunan yüzbaşı vasıtasıyla kafileyi durdurmamızı rica etti ve arabadan inip asabi bir şekilde yaverine bir şeyler söylemeye başladı. Yaver tercüme etti. Kumandan “Zaferi kazanan bir milletin taşkınlık hakkıdır, fakat hakaret hakkı değildir, bize hakaret edilmiştir dedi..” demiş.
Bunun üzerine tabur kumandanım, buna muvafık bir cevap vermemi emretti. Ben de yavere “Papulas’ın ordu kumandanlığı zamanında Afyon’la beraber buraları da işgal etmiştiniz, sonra geri çekilmek zorunda kaldınız. O zaman halka iyi muamele etmiş olsaydınız bu akıbete uğramazdınız” dedim. Bunu Trikopis’e tercüme edince, Yunan başkumandanı hiç bir şey söylemeyerek arabasına bindi, yolumuza devam ettik.
Akşam üzeri Emirdağı’na geldik. Burada Belediye esir komutanlara bir akşam yemeği verdi; yemekte kaza kaymakamı, savcı, askerlik şubesi başkanı ve jandarma komutanı vardı. Yemek esnasında tabur kumandanım Binbaşı Ali Bey, Trikopis’e yaveri aracılığıyla şunu sordu;
Biz Umumi Harp’ten mağlup çıkmış, bütün memleketimiz yer yer işgale uğramış, ordumuz dağılmış, bütün kaynaklarımız tükenmişti. Siz İzmir’e çıktınız, elinizde düzenli bir ordu, arkanızda kuvvetli bir hükümet vardı. Bütün harp malzemenizi bu hükümet veriyordu, hemen hemen bütün Yunanistan kadar bir arazi işgal ettiniz, bütün propaganda ve casusluk sizin hesabınıza işliyordu, bu büyük hezimetin sebebi nedir?
Bu soru Trikopis’e tercüme edilince epeyce düşündü ve şöyle bir cevap verdi;
“Harbin devamı müddetince bizim başkumandan (General Hacı Anesti) İzmir’den bir adım ileri atmadı, orduyu İzmir’den idare etmeye çalıştı. Halbuki ben esir olduktan bir saat sonra kendimi Mustafa Kemal Paşa’nın huzurunda buldum. Büyüklerinin idaresi altında bulunan bir ordu daima muzaffer olur.
Ertesi gün Sivrihisar’a geldik. Dördüncü günde Biçer İstasyonu’ndan kumanda heyetini trenle Ankara’ya götürüp Sarı kışla’ya teslim ettik. Bizden iki gün sonra yaya kafile geldi. Ankara Merkez Kumandanlığı’ndan aldığımız bir miktar asker ve bizim erler arasında yaya kafileyi istasyondan alıp 1. Meclis Binası’nın önünden geçirip binayı selamlattık ve onları da Sarıkışla’ya götürdük.’’

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti