Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR

“BEN” DİYEN İNSAN ALLAH’TAN NE İSTİYOR?

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 4 Kasım 2017 Cumartesi 12:39:21
 

– 18 –
İslamiyet’te tek tespit, tek cümle vardı: Kelime-i Tevhid; La ilahe İllallah. Paylaşımlarımıza böyle başlamıştık. Bu tek cümle, başka bir şey yok. Hatta o cümle nihayet öyle bir yere geliyor ki; nokta. Hz. Ali radıyallahu anh’ın buyurduğu gibi aslında ilim bir nokta. O nokta çoğaltılıp genişletilince bu tek cümleye dönüşüyor: La ilahe İllallah. Bu cümle iyi fark edilmişse, her şey onunla çok ilişkili olduğu için, hayatı onun üstüne bina etmek kolaylaşır. O cümleyi fark etmemişse, inanın insan hep teferruatla uğraşır. Bu yüzden, hep o tek cümleyi fark etmeye, hep onu anlamaya çalışıyoruz. O cümleyi fark etmeden bu hayattan gitmemiz dilense, mümkündü. Ama Rabbim fark etmemizi diledi. Aksi halde insan kendisini çok dindar zannedip hep teferruatla uğraşırdı. Bu yüzden o cümle, hep o cümle…
Manzarayı ortaya koymaya çalışıyoruz
Bu paylaşımları okuyanlardan tasavvuf bilgisi çok yüksek olanlar olabilir. Bu yüksek tasavvuf bilgisi nedeniyle, konuları ele alışımızı Vahidiyet noktasında görmek isteyebilir, o seviyeden bir değerlendirme arzu edebilirler. Hatta bu yazıları sanki Vahidiyet Bilgisi’ne tersmiş gibi hissedince zihinlerinde çeşitli sorular da oluşabilir. Cümlelerimiz sanki Vahidiyet noktasındaki tekliğe tersmiş sanılırsa, çok doğal olarak bazı sorular da oluşur. Ama unutmamak lazım, konuların hepsini Vahidiyet Bilimi’ni yansıtacak şekilde anlatmak mümkün değil. Eğer her şey öyle olsaydı şu anki hayat olmazdı. Şu an mevcut manzaraya baktığımızda manzara Vahidiyet Birliği’ni değil, kesreti gösteriyor. Bunu dikkate alarak yazmak ve okumak lazım ki zihinler ikileme yol açacak soruları üretmesin. Bu yüzden, anlatılacak konuları üç kategoride toplayacağız, paylaşımlarımızda sırası geldikçe o başlıkları ele almaya çalışacağız. 1) Manzara yani görünen hal nedir? 2) Hikmeti nedir? 3) Hakk yolda Hakk idrakla yaşamak için yöntemler nelerdir? Ama biz şimdi öncelikle, sanki dışarıdan seyreden birisinin gördüğü bir manzara var da o manzarayı anlamaya çalışacakmışız gibi bir yaklaşım sergileyeceğiz, gözlemleyen birisinin tarif edişi gibi bu manzarayı analiz edeceğiz. Çünkü bakan gördüğü manzarayı tarif eder. Manzaranın içinde olmadığı için Vahidiyet’i değil de gördüğü manzarayı ortaya koyar. Bu yüzden biz şimdilik özellikle manzarayı ortaya koymaya çalışacağız. Manzaraya bakarken, yani henüz manzarayı ortaya koymaya çalışırken işin hikmeti önemsenir ve düşünülürse Vahidiyet devreye girer ki Vahidiyet’e vaktinden önce kapı açılmış olur; “acaba neden böyle?” gibi sorular sizi esas konuyu kavramaktan uzaklaştırabilir. Bu yüzden, önce manzaraya odaklanıp onu ortaya koyalım. Sonra neden öyle deyip hikmetini tefekkür edelim. Daha sonra da yöntemleri ele alalım. Devam edecek müfredatımız ana hatlarıyla böyle inşaAllah.
Manzaraya Kelime-i Tevhid penceresinden bakalım
Manzarayı var olan hikmet çerçevesinde nasıl bir yöntemle değerlendireceğimizi anlamaya çalışmadan önce, bizim bu manzarayı net ve aynı pencereden bakar şekilde görebilmemiz lazım. O pencere Kelime-i Tevhid penceresidir, “La ilahe İllallah” penceresidir. Manzaraya bu pencereden aynı şeklide bakıyor hale gelmeliyiz. O zaman sonraki konuları paylaşmak daha kolay olacaktır.
Bu yolda insanı motive edecek önemli şey, esas telaş cehennem korkusudur. “Cehennem herkesin güzergâhı üzerindedir” diyen ayeti görmüştük. “La ilahe illallah” ile ifade edilen tek cümlelik hakikatin anlaşılması ve yaşanması çerçevesinde alınacak tedbirleri, konulacak hedefleri belirleyecek şey, o yolda kişiyi motive edip canlı tutacak önemli şey CEHENNEM KORKUSU’dur. Bu önemi nedeniyle bunu hep ele alacağız. Bu işe, bu yola başlarken kişideki cehennem korkusu çok önemlidir. İşe başlayabilmek için cehennem duygusu, korkusu ve telaşı çok önemlidir. Eğer cehennem korkusu ve telaşı yoksa iş kolay başarılamayacaktır, belki de hiç başarılamayacaktır. Bunu çok önemsemek gerekiyor. Bu noktada akla şöyle bir soru gelebilir: Eğer kişide o korku yoksa onun imanı yoktur denilebilir mi? Bir başkası için “imanı yoktur” demek çok kolay değil, onu birisi için söylemek hiç kolay değil, büyük iddia olur. Cehennem korkusu taşımadığını düşündüğümüz birisine  “senin imanın zayıf” demek kolay değil, ama insan bu cümleyi kendisine söyleyebilir. İnsan bunu kendisine rahatlıkla diyebilir ki; ben kendime öyle söylüyorum: Demek ki cehenneme yeterince inanmıyorsun! Böyle diyerek sorguluyorum kendimi. Bu, öyle sorgulayarak ulaştığım bir nokta zaten. KORKMAK gerekiyor. Ama bu korku çok farklı ve önemli!
Başlangıç cehenneme imanla ilgilidir
Kur’an-ı Kerim’in bahsettiği Allah Korkusu’ndaki “korku”dan korkmayın. Hatta onu sevin, o korkuyu sevmek çok önemlidir. Bir noktaya gelebilmek için başlangıç cehennem korkusudur. Bunun için ise önce CEHENNEME İMAN etmek gerekiyor. Cehenneme gerçekten iman edeceksin ki “ben cehennemin varlığına yeterince inanmıyor muyum?” diye kendini sorgulayabilesin. Kişi kendisine “Başıma geleceklere yeterince inanmıyor muyum yoksa?” diye sorarsa, işte o sorunun getireceği korku, o korkunun getireceği MÜTTAKİ olma ve müttakilikte ileri gidilirse oluşacak MUKARREBUN olma yolu ona o zaman açılır. Ama başlangıç cehenneme imanla ilgilidir; o korkuyla, o korkunun getireceği müttakilik ile ilgilidir. O zaman bunu çok önemsemek gerekiyor…
Şimdi biraz insana dönelim, çünkü ona biraz farklı bakmaya çalışacağız. İNSAN halifetullahtır ve bir Esma’ül Hüsna kompozisyonudur. Halifetullah ve Esma’ül Hüsna kompozisyonu oluşu nedeniyle de onun bir özelliği vardır: Onda bir Rab vardır, Rab gücü yani Rab nuru vardır. İnsandaki Esma’ül Hüsna kompozisyonunun patronu RAB’dır. O Esma’ül Hüsna kompozisyonunu hâkimiyeti altına almış bir şemsiye var, Rab şemsiyesi. İnsanda böyle bir yapı var. Bir de evrene bakalım, evrenin yapısı nasıl? Evrene, kâinata yani ef’al âlemine baktığınız zaman da tamamen esma’ül hüsna. Ve o esma’ül hüsna da Rububiyet şemsiyesi altında, Rab yönetimi altında. İnsanda da evrendeki gibi ama küçültülmüş, çok küçültülmüş, hatta insanlara göre de miktarları değiştirilmiş, öyle bir esma’ül hüsna kompozisyonu var. Çünkü farklı insanlar çıkacak.
Kişinin Allah’a koştuğu en önemli
eş ve ortak kendisidir
İnsanda bir Esma’ül Hüsna kompozisyonu ve o Esma’ül Hüsna kompozisyonunda da o kişiye ait bir Rab var. Kişi kendisini tanımaya başladığında bu Rabb’ın özelliklerine sahip çıkıp “BEN” diyor. Burası çok önemli: Bir Esma’ül Hüsna kompozisyonu ve bir de bu kompozisyonun yöneticisi, patronu, o kompozisyonu şemsiyesi altında tutan Rab, Rab gücü var. İnsan bunu hissettiğinde bu güce sahip çıkarak kendisini takdim ediyor: Ben görüyorum, ben duyuyorum, ben söylüyorum, ben biliyorum diyerek o kompozisyona ve oradaki Rab’ba sahip çıkıyor, kendindeki Rab Gücü’nü suiistimal ediyor. İşte, terkibindeki Rab gücünü suiistimal etmesi TANRILIK İDDİASI’dır.
Kişi bu gücü hissedip “BEN” dediğinde karşımızda iki “BEN” vardır, bu iki “BEN”i karıştırmamak gerekiyor. Bu iki “BEN” karıştırılırsa bu yolda işin içinden çıkmak hiç kolay olmaz. Birinci “BEN” kişinin kendisini anlatırken onda bulunan Rab’ba, Rab gücüne sahip çıkarak ona “BEN” demesidir: “BEN de müstakilen varım. Benim müstakil aklım, müstakil iradem ve kendime ait bir gücüm var” deyip onlara sahip çıkması, tanrılığı ilan etmesidir. Aslında “La ilahe” denilerek reddedilmesi gereken TANRILIK işte budur. Buraya çok dikkat edelim. Kişi “La ilahe” derken, esma’ül hüsna kompozisyonuna ve onun Rabbı’na, ondaki Rab gücüne sahip çıkan bir idrak ve halle çevresindeki putlara “La ilahe” diyorsa bunun çok bir anlamı yoktur, bu marifet değildir. Bu belki başlangıçtır. Neden marifet değildir? Çünkü dışarıdaki putların tamamı, “BEN de varım” diyerek kendindeki Rab gücüne sahip çıkan esas tanrının oyuncaklarıdır. Kişi kendisi ASIL TANRI olarak ortada dururken oyuncaklar olsa ne olur, olmasa ne olur? Eğer “La ilahe” derken kendi tanrılığına değil de, tanrının oyuncaklarına dönüp “ben bunları Allah’a eş ve ortak koşmuyorum” diyorsa bunun ne önemi var? Kişinin Allah’a koştuğu en önemli eş ve ortak kendisidir, Allah’ın özelliklerine sahip çıkan halidir ki biz buna “A” Takdim Formu “BEN” demiştik. Tanrı kişinin kendisidir! Kendisi derken kast edilen iki hal vardır. Bir, Rabb’a sahip çıkıp “BEN” diyen kendisi! “BEN” de varım, bu benim gücüm” diyen ve onu suiistimal eden kendisi. Bu idrakın Allah’la ilişkisi nasıldır biliyor musunuz? Özellikle “Allah’la ilişkisi” dedim ki bizi de içine alsın, bizi de kapsasın diye. “Tanrıyla ilişkisi” dediğimde “tanrı ve tanrılık” sanki bizden uzakmış gibi düşünüp kendimizi onun dışında tutabiliyoruz. Halbuki değiliz! İşte onun Allah’la ilişkisi nasıl, bir bakalım:
O, gücü yettiği şeyleri yaparken hiç Allah’ı hatırlamaz. Ama gücünün yetmediği, bunaldığı yerde hemen Allah aklına gelir ve işi ona havale eder. Fark ettiniz mi, ne kadar büyük bir suiistimal var. Demek ki gücü hep yetse hiç Allah’ı hatırlamayacak. Ne zaman gücü yetmedi, o zaman aklına Allah ve yardım istemek geliyor, yani o zaman Allah’tan istiyor. İstiyor ama nasıl? Sipariş vererek! Kendisi istediği halde gücü neye yetmiyorsa onu tarif ederek sipariş verir. “Buraya kadar ben yaptım, sonrasına gücüm yetmiyor, onu senden istiyorum, şöyle ver, şunu ver” diye tarif ediyor. Kendince bir üst tanrı gibi gördüğü Allah’tan o konuda yardım istiyor ve buna da “dua” diyor. Bunu dua diye yapanın tanrılığını ilan eden yapı olduğunu, gücü yetse o siparişi de vermeyeceğini, o duayı bile yapmayacağını fark ettiniz mi?

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti