Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR

GÖRÜNTÜLER, HİSLER VE ALEMLER – Kocatepe Gazetesi

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 4 Mayıs 2017 Perşembe 12:34:26
 

-91-
Dedik ki: Gözünüzde gören, kulağınızda işiten sizin aslında Kendinde Kendine Göre Var olan haliniz. Gözün görme mekanizması ile gören, kulağın işitme mekanizması ile duyan veya gözün görme mekanizmasıyla görmeye çalışan, kulağın duyma mekanizmasıyla duymaya çalışan, sizin Kendinizde Kendinize Göre Var olan haliniz, yani NEFSiniz! Göz veya kulak fonksiyonunu yitirecek olsa (Rabbim muhafaza buyurur inşâAllah) görmek ve duymak istemeyecek misiniz? Şu yanılgıya düşmemek lazım, çünkü bilimsel açıklamalarda bu yanlış yorumlara rastlıyoruz. Gözün görme mekanizmasını anlatıyorlar ve diyorlar ki “Bu bir beyin oyunudur. Aslında beynin gördüğü bir şey yoktur.” Sonra da buradan Birbirlerine Göre Var olanın yokluğuna ulaşıyorlar. Âyet bize diyor ki; gözün görme mekanizmasının ne olduğu önemli değil, onunla oyalanmayın, tekâsürle oyalanmayın, gözde görene bakın. Fark etmeniz gereken kulağın duyma mekanizması değil, siz kulakta duyana bakın. Böyle uyarılıyoruz. Onlar fonksiyonunu yitirirse görmek istemeyecek misiniz? Hâlâ görmek isteyen biri var, sende. Görme işi bitmedi ki. “Görme işi” fonksiyonunu yitirdi diye “görme” bitmedi ki, içeride görmek isteyen biri var, kulak duyamayınca duymak isteyen biri var. Hatta iyi duyamadığınızda sinirleniyor, rahatsız oluyorsunuz. Bakın, duymak için çırpınan biri var. İşte o Kendinizde Kendine Göre Var olandır ve esas olan odur. Yani bir araba, bir de şoför var. Arabanın detayını bilmek lazım, arabayı tamir etmek için. Ama şoförün eğitimi başka bir şey… Âyet bize “Aradığın şoförde” diyor. Sen arabayla o kadar oyalandın ki; sile sile sile, parlata parlata parlata…  Bir de şoföre bak, şoförün eğitimiyle ilgilen, aradığın şey şoförde.
Görüntüler, ortamın şartına göre
Kesret Nûru ile ilgili bir benzetmeyle devam edelim. Kesret nûrunun tamamını elimdeki şu kaşkol gibi düşünelim. Kesret nûru bu hale gelmeden önce başka bir nurdu. O nur değişim gösterdi ve bilimsel dille ifade edilişe göre soğudu, molekülerleşti, dalgalandı, katılaştı. Yani o nur bir değişim süreci geçirdi ve bir işin kıvamına, formülüne dönüştü. Birbirlerine Göre Var olan hâl işte bu kesret nûrundandır, bunun malzemesindedir. Senin Kendinde Kendine Göre Var olan hâlin bu malzemeden değildir. O kesret nûrunun orijininden, geldiği yerden hiçbir değişikliğe uğramadan doğrudan buraya gelir. Araba ve şoföre benzetecek olursak; bu hamur arabanın malzemesi için oldu, bu hamurdan olan şey arabadır. Şoför bu hamurdan değildir. Şoför kesret nûrunun geldiği yerden, onun geçirdiği değişimleri geçirmeden doğrudan gelir, arabasına biner. Kendinde Kendine Göre Var olanın böyle önemli bir özelliği var. Ama sen arabayla (Birbirlerine Göre Var’la) meşgulsün. Rabbimiz diyor ki, sen tekâsüre/çokluğa geleni incele, asıl oraya bak.
Kendinde Kendine Göre Var olan hal öyle bir şey ki hangi ortamdaysa, o ortam şartları neyse görünebilmek için o şartlara ait bir surete bürünür. Yaşadığı yer dünya ise (dünya şartlarında görünebilmek için bu gerekli olduğundan) bu kılığa bürünür. Başka yerde görünmesi gerekse oranın kılığına bürünür. Meleklerin de Kendinde Kendine Göre Var halleri var. Ama bir de bulundukları şartlara göre Birbirlerine Göre Var halleri var. O şartlar neyse ona göre Birbirlerine Göre Var halleri var. Ehlullah’ın anlattığı Divan Toplantıları’nı okumuş, duymuş olanınız vardır. Divan Toplantısı’na katılanların içinde bu dünyadan olanlar var, âhirete intikal etmiş olanlar da var; yan yana geliyorlar, birbirlerini görüyorlar, bir konuyu konuşuyorlar. Âhirete intikal etmiş olan birisi de oraya elbisesiyle, bir şeyiyle geliyor. Onda da sendeki gibi bir karaciğer, bir beyin var mı? Senin gibi görünüyor diye buradaki beyin onda da mı var? O buradaydı bitti. Buradan gidenin buranın şartları gereği arabası böyle, o mübarek ne haldeyse, onun şartları da öyle. Görünüyor olmak, Kendinde Kendine Göre Var olanın bulunduğu ortamın şartına göre bir görüntü vermesi demektir.
“BEN” demek çok yüksek bir derece,
 yüksek bir ikramdır

Kendinde Kendine Göre Var hal incelenir, yakalanır ve ona göre de bir hayat tarzı oluşturulursa kişiyi tevhide götürür; tevhide götürecek olan odur. Nefs ilerlemesi Kendinde Kendine Göre Var hâl üzerinden yürür. Dolayısıyla, Birbirlerine Göre Var olan hâl, Kendinde Kendine Göre Var olan hâle göre geçici bir görüntü oyunudur. Kendinde Kendine Göre Var hâl sabit yani devam eden bir pozisyondur. Bu sebepten Birbirlerine Göre Var olan haller kaybolabilir, Kendinde Kendine Göre Var hâl kaybolmaz. Allah’ın dilemesi hariç… Emir değiştirirse yine dilediği başka bir şey olur. Ama Kur’ân’ın anlattığı devam edecek olursa; Kendinde Kendine Göre Var olan hâl kaybolmaz. Şu sonuca gelmeye çalışıyorum: Kendinde Kendine Göre Var olan kaybolmayacaksa, “Ben” demek de kaybolmaz. Kendinde Kendine Göre Var olanın kendisine “BEN” deyişi asla kaybolmaz, Allah’ın emri, dilemesi hariç.
“BEN” demek çok yüksek bir derecedir, tahmin edemeyeceğiniz kadar yüksek bir ikramdır. “BEN” Allah’ın dilidir. Allah kendi “BEN” demesinden, dilediği kullara “BEN” deme izni vermiştir. Kul derken yalnız insanı düşünmeyin, Allah’ın yarattığı her ilmî sûret kuldur. Allah dilediği kullara kendi “BEN” demesinden yetki vermiştir, “BEN” dediğimiz zaman Allah’ın verdiği yetkiyle Allah’ın BEN demesini kullanırız. Ve bu kaybolmaz, “BEN” demeyeceğim demekle de kaybolmaz. BEN Bâkî’dir. Ama kişi “BEN” deme yetkisini Birbirlerine Göre Var hâle mahsus kılarsa, Birbirlerine Göre Var olan hâli esas zannedip ona “BEN” derse “Müstakilen VAR ve Muhtar” bir yapı iddiasında bulunmuş ve bu yapıya “BEN” demiş olur. Böylece Kur’ân’a göre HADDİ AŞMIŞ olur, SUİİSTİMAL başlamış olur, o kişi ÂSİ olur, Allah’a ait vasıfları ÖRTEN olur, Kur’ân’a göre KÂFİR olur, MÜTEKEBBİR olur. Çünkü Allah’ın vasıflarını suiistimal edip onlarla “Müstakilen VAR ve Muhtar” bir yapı ilan etti, o vasıfları orada kullanıyor. Oysa Mütekebbir Allah’tır, Kibriya sahibi Allah’tır, Kibriya Allah’a aittir. Allah’a karşı kim “Ben de mütekebbirim” derse, bir “sözde mütekebbir” ortaya çıkmış olur. Kur’ân’ın kınadığı, cehennemle cezalandırılacağını söylediği mütekebbir budur: Allah’a karşı “Ben de varım ve muhtarım” diyen! Allah’a karşı “Ben de mütekebbirim” diyene Enbiya Sûresi 29. âyette “O mütekebbirin yeri cehennemdir” denilmiştir.
Bildiğiniz her şeyin temeli HİS’tir
Şimdi paylaşacaklarımın detayı merak edilirse “Aşağıların Aşağısı” kitapçığında var.
Allah’a karşı “Ben de varım ve muhtarım” diyen kul, Allah’ın ona kendini tanısın ve kendinden yola çıkarak da Allah’ı bilsin, O’na kulluk yapsın diye lutfettiği “Vehim” özelliğini Allah’a karşı kullanmış olur ki buna “Vehmin Zulmeti” denir. Yine o kişi Kendinde Kendine Göre Var olan hâli ile Allah’a ortak olan bir “Nefs” ortaya çıkarır ki bu da “Nefsin Şerri” olur. Bunların detaylarını Aşağıların Aşağısı yazılarımızda uzun uzun işledik, bakabilirsiniz.
Birbirlerine Göre Var hâli açıkladık ve “Esas olan Kendinde Kendine Göre Var haldir” dedik. Onu biraz ilerletelim. İlimde ileri ama pozisyonda geri gibi gidip onu tanımaya çalışalım.
Bildiğiniz her şeyin temeli HİS’tir. Şu an bildiğimiz evren yani kesret âlemi, ef’al âlemi, onun üstünde (bunu şeklen söylüyoruz) mânâ âlemi, teşbih âlemi, daha üstünde tenzih âlemi… neler varsa, neler biliyorsanız hepsinin temeli yalnızca HİS’tir. Her şey yalnızca HİS’tir. Bu kadar basit: Her şey yalnızca His. His’sin şekil değiştirmeleri, His’sin görünmeleri, His’sin hissetmek istemeleri, His’sin hisleri… Esas olan His’tir ve Allah kendisini hisseder. Esas hisseden Allah kendisini kendi bildiği şekilde hisseder. Allah kendi hissetmesinden dilediği kullara hissetme yetkisi vermiştir, hissetmesini dilediği kullar da verilen ölçüde kendisini hisseder. Dolayısıyla bir insan hissetme izni aldığında, ona “Kendini bil” denildiğinde, Rabbi ona kul olarak ne tür sınırlar, ne tür kayıtlar vermişse o kendisini o çerçevede hisseder. Allah kendi hissetmesinden vermiştir, çünkü O’nun hissi her yeri kaplamıştır. Bunu kesret âlemi için söyleyecek olursak; Allah Vâsi’dir, her yeri kaplamıştır, her yeri her şeyiyle, her esmasıyla ve hissiyle kaplamıştır. Dilediği kulları bu HİS’ten pay alır ve ne derece emredilmişse o derece aldığı his izniyle, “kendini bil” dendiğinde o his izni ne çerçevede dilenmişse, onun sınırları neyse o çerçevede kendisini hisseder ve hissettiği varlığına da “BEN” der. Kendisini hissedince “BEN” diyerek kendini takdim eder. Onun “BEN” demesi Allah’tandır, Hissi Allah’tandır, Kendinde Kendine Göre Var olan hâli Allah’tandır.
Rabbimiz ve Âlemler
Konuyu şuraya getirelim. Bir kula kendisini bilmesini Rabbi öğretir. Rab öğretmen demektir. Normal hayatta da mürebbiye vardır, bir çocuğa mürebbiye tutarlar, o ona bir şeyler öğretir. Bizim öğreticimiz Rabbimizdir. Allah’a “Rabbim” diye seslendiğinizde bir bakıma “Öğretenim” diyorsunuz. Bir bakıma da “Bana kendimi bilmeyi öğretenim, benim kendimi nasıl bileceğimi bana öğretenim” diyorsunuz. Allah “Kendini bil” dediğinde Rabbiniz kendinizi bilmeyi size öğretir. Nasıl “BEN” diyeceksin, nasıl hissedeceksin, tüm bunları sana Rabbin öğretir.
Şuna dikkat edin. Hisseden ve bilen her zerre, her kul âlem’dir. Âlem bilendir, kendini bilendir. Allah ona “Kendini bil” dedi, Rabbi ona kendisini bilmeyi, hissetmeyi öğretti, bilmesi için ne lazımsa ona sağladı. İşte o öğrenen âlem olur. Hisseden ve bilen âlemdir, âlem hissederek bilendir; hissederek bilen her zerre âlemdir. Kayıtlarının farklılıkları âlemleri farklı yapar, o zaman da âlemler olur. Farklı birçok âlem… Hepsinin kaydı farklı, sınırı farklı, görevi farklı ama her biri bir âlem… Bütün bu âlemlere hissederek bilmeyi öğretene Rabbül âlemiyn deriz. Bütün âlemlere hissederek bilmeyi öğreten Rabbül âlemiyn’dir.
Şimdi Enbiya Sûresi 107. ayeti hatırlayalım: “Biz seni ancak âlemler için bir rahmet olarak irsal ettik.”
 Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e hitaben buyruluyor: Seni “Âlemler için rahmet” olarak irsal ettik.
Şöyle bir süreç: Rabbül âlemiyn onlara hissederek bilmeyi öğretti ve diyor ki; merhametimizin işareti de sensin, sen onlara bizi tanıt. Kullara bizi tanıtasın diye merhametimizin işareti olarak, bir merhamet olarak seni onlara gönderdik.
Ezan okunurken yapacaklarımıza dikkat!
Bunu fark edince, bu âyeti görünce diyoruz ki; Elhamdü lillahi rabbil âlemiyn. Ya göndermeseydin ne yapardık ya Rabbi, hüsrana uğramışlardan olurduk. Elhamdülillahi rabbil âlemiyn. Bu nokta insanî duyguları ulvî hale getirecek önemli bir şeydir. Özellikle Ezan okunurken, o dâvette! O öyle bir dâvet ki sahibi Allah. O dâvetle ikâme edilen salâtın sahibi de Allah. İşte o böyle bir dâvet. O dâvette bize rahmet olarak gönderilen Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in ismi geçtiğinde, “Eşhedü enne Muhammeden Rasûlallah” denildiğinde bu duyguyla mutlaka duamızı yapmalıyız: “Ya Rasûlallah (SAV) Efendimiz, seninle Biiznillah gözlerimiz nurlandı Elhamdülillah” demeliyiz. Kazanırız. Ama bunu diyebilmek için ezanı takip etmek lazım. Çünkü o zaman diyeceksin. İsmi anıldığında bir hadis gereği hatta şunu da yaparız: Ellerimizin başparmaklarını öpüp gözümüzün üstüne üç defa da süreriz. Böyle yapar ve bu duyguyla; “Ya Rasûlallah (SAV) efendim, seninle gözlerimiz nurlandı Elhamdülillah.” Veya “Allahım Rasûlallah, Nebîullah, Habibullah Efendimiz Muhammed Mustafa (SAV)’le gözlerimizi nurlandırdın Elhamdülillah” dersek, peşine de salâvat ile “İşte O’na salât eyle ya Rabbi, O’na ve âline salât eyle” diyerek duâ edersek çok, çok güzel bir şey yapmış oluruz. O’nun güzelliğinin bir işaretini anlayalım diye Efendimiz (SAV)’in bu buyuruşunu biz Ebu Bekir radıyallahu anh efendimizden öğreniyoruz: “Siz bana böyle bir şahitlik yaparsanız, o zor günde siz şaşkın şaşkın gezerken gelir, sizi tutar, cennete götürürüm.”

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER