Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR
e-posta: YAZARIN TÜM YAZILARI

ÖĞRENMEK VE TARTIŞMAK – Kocatepe Gazetesi

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 15 Mart 2017 Çarşamba 13:13:54
 

– 48-
Fatiha Suresi kapsamındaki yazılarımızda Kur’an’ı ders yapmanın önemini fark etmeye çalışıyoruz. Bize Kur’an’ı ders yapmak ve ona uygun hayat tarzı öneriliyor. Kur’ân’ı ders yapmayanların da bir hayat tarzı var ve o tarz Kur’ân’ın istediği gibi değil, yani Allah’ın razı olduğu şekilde değil.
“Bu soruları Rabbimiz bize de sorabilir, hazırlanalım” demiştik. Kalem Sûresi, Kur’ân’ı ders yapmamış olanlara, farklı hayat tarzı oluşturmuş olanlara soruyor:
“Yoksa size ait bir kitap var da ondan mı ders ediniyorsunuz?” (Kalem-37)
Allah’a O’nun razı olduğu kul olmayı tercih etmemiş de başka hayat tarzında olana sesleniyor: Size ait bir kitap var da ondan mı ders ediniyorsunuz? Hayat tarzı, onu anlatan kitap ve ders yapmak yine önemle karşımıza çıktı. Allah’a kul olabilmek için Kur’ân’ı ders yapmak, ders yapmak için Rab’bini, öğretmenini ve kitabını sevmek demek ki çok önemli. Ve mü’minler için şöyle bir hitaba ulaşıyoruz:
“Kitab, sadece bizden önceki iki taifeye (yahudiler ve hristiyanlar üzerine) inzal edildi. Biz ise onların okuyup ders yapmasından elbette gafiller idik” demeyesiniz (diye bu kitabı inzal ettik).”  (En’âm-156)
Efendimiz (SAV)’in zamanındaki inananlara sesleniyor: Sakın şöyle bir bahane uydurmayın: Bizim dilimiz Arapça, biz diğer dilleri bilmiyoruz. Yahudilerin de hristiyanların da kendi dillerinde kitapları var, biz onları nasıl ders yapalım? Böyle demeyesiniz diye sizin dilinizde de size kitap indirdik, En’âm-156’nın inzal olmasının bir sebebi de budur. Ancak biliyoruz ki, hiç bir sebeple âyetler ötelenemez. “Onların dili Arapçaydı, diğer dilleri bilmiyorlardı” hali de bir sebep. O da Kur’ân dersinin hayattaki sebeplerinden birisi, o da Kur’ân dersi oyununun sebeplerinden. Ancak sebebi ne olursa olsun âyetleri ötelemeyeceğiz ve hemen günümüze taşıyacağız; bizim için esas ders nedir diye soracağız?
Kur’an okumayı öğrenmeliyiz,
ama önemli olan anlamak

Hadislerde “en hayrlı olanlarınız, hayrlı olanlarınız” denilerek birçok öğretilen vardır. Birisi de; “En hayrlılarınız Kur’ân öğrenen ve öğretenleriniz” hadisidir. Bunu Türkçe düşündüğünüzde, “Kur’ân’ı okumak için o harflerin, o dilin öğrenilmesi lazım. Öğrenirsek de öğretmemiz lazım” gibi düşünürüz. Hadisi bir de herkesin Arapça konuştuğu bir toplumda düşünün, kime öğretecek? O zaman, onlar zaten hayrlı mı veya hayrlı olamayacak mı? Hayrlı olmak için başka bir dilde mi olmak lazım? İnsanca düşünürseniz mesaj kaybolur, hadisi anlayamazsınız, bu kadarla kalınır. Kur’ân’ı, sadece okumayı öğrenmek veya sadece okumasını öğretmek bile önemli bir hizmet. Kur’ân öğrenmek ve öğretmek, hele de başka bir dildeyseniz bunu nesillere aktarmak, onu hıfzetmek çok önemli. Ama bu kadarla kalırsak hadisi yeterince anlamamış oluruz. Bu, işin birinci basamağıdır, ilk yapılacak olandır. Arapça konuşan bir kavme gidelim, kim Kur’ân’ı eline alsa çok rahat okuyor. Herkes böyleyse kişi Kur’ân’ı kime öğretecek? O zaman burada hizmet olan orada hizmet değilmiş olur. Onlar bu hadis kapsamına giremeyecekler mi, hayrlı mü’min olamayacaklar mı? Demek ki söylenen bu değil, Kur’ân’ı ders yapmak bu kadarcık değil. Bu da çok lazım ama bu kadarla sınırlı değil. Asıl iş Kur’ân’daki mesajı öğrenmek ve öğretmektir. Kur’ân’daki mesaj “Lâ ilâhe illallah” Kelime-i Tevhidi’dir, işte onu öğrenmek ve öğretmek kişiyi hayrlı mü’min yapar. En’âm-156 bize bunu öğretiyor; Kur’ân’ı ders yapmak, ondan “Lâ ilahe illallah” mesajını öğrenmektir, onu öğretmektir. Hal böyleyken, şimdi müslümanlar için şu nazik önerilere bakalım.
“Kur’ân’ı tedebbür etmiyorlar mı?” (Nisâ-82)
“Tedebbür etmiyorlar mı?” seslenişi bizim için!
Tedebbür etmek derinliğine düşünmektir, ne demek istiyor diye gayret sarf etmektir. Tedebbür etmekte bir gayret vardır, düşünme gayreti vardır, beyni zorlama gayreti vardır. Tedebbür beyni zorlama gayretidir ve ferdîdir. “Kur’ân’ı tedebbür edin; yani Rabbimiz bize ne demek istiyor diye beyninizi zorlayın.
“Kur’ân’ı tedebbür etmiyorlar mı? Yoksa kalbleri üzerinde kilit mi var?” (Muhammed-24)
Muhafaza buyur Ya Rabbi. Eğer kişi beynini zorlamıyorsa, beynini zorlamak için bir arzu duymuyorsa, ona o arzuyu duyurtmayan bir kilit mi var kalbinde? Niçin zıddı şeylere arzu duyuyor da buna gayret yok veya zayıf? Allah muhafaza etsin, kişinin öyle bir rahatsızlığı vardır ki dünyanın hiçbir şeyi için gayret sarf edemiyordur, o zaten sorumlu olmaz. Ama dûniHİ herşey için beynini, imkanlarını sonuna kadar zorluyor da Kur’ân’a gelince tedebbür etmiyorsa demek ki kalbinin üzerinde Allah’a karşı bir kilit var! Allah muhafaza etsin.
Önce beyni zorlayacağız,
sonra beyin fırtınası gelecek

Kalb üzerindeki kilidin önemli bir sebebi tedebbür etmekten korkmakla ilgilidir. Müslüman tedebbür ettiği zaman Kur’ân ona mutlaka bir şeyi terk etmeyi önerecektir. Çünkü Kur’ân insanın kalbini yıkar. Kalb yıkamak öyle bir şey ki dünyada bir karşılığı yoktur. DûniHİ düşünce ve felsefeler insanın beynini yıkar, İslam kalbi yıkar. Kalb İslam’la, Kur’ân’la yıkanır. Kur’ân kalbi yavaş yavaş öyle bir yıkar ki orada kir kalmaz. O kirlerin izleri dünya ile ilgilidir. İnsan o kiri sever. Dikkat edin, kişi kalbinin kirini sever, kalbinin kirine âşıktır. Eğer kalbinden kir gidecek diye, terk edecek diye korkarsa tedebbür etmez. Allah muhafaza etsin, bu duyguyu, bu korkuyu mutlaka yenmek lazım.
“(Bu) sana inzal ettiğimiz bir kitaptır, mübarektir. Onun âyetlerini tedebbür etsinler, Lüb sahipleri de tezekkür etsinler.” (Sâd-29)
Şimdi yeni bir öneri var: Tezekkür etsinler.
Tedebbür etmek ferdî bir iştir. Kişinin okuduğu duyduğu zaman beynini, kalbini zorlaması tedebbürdür. Kalb nasıl zorlanır? Önce beynini zorlarsın, tefekkürle bulduğuna kalbini uydurmaya gayret edersin. Bunu yapan Fuad’dır. “İnşirah” kitapçığında bu mekanizmayı paylaştık. Bunu sürekli yaparsan kalbte Lüb canlanmaya başlar, Lüb’ün önündeki engeller açılır ve Lüb nuru yayılmaya başlar, yayılarak kalbi (kalıbı) kaplar ve nihayet sadrı hâkimiyetine alır. İşte onlara Lüb Sahibi denir. Âyet işte onlara sesleniyor; tezekkür etsinler. Tedebbür ferdî bir işti, tezekkür toplu bir iştir. Lüb sahipleri tezekkür etsinler; yani müzakere etsinler. Önce tedebbür etsinler, kendileri derinliğine düşünüp fikir sahibi olsunlar, sonra bir araya gelip beyin fırtınası yapsınlar, beyinlerinin güçlerini cem etsinler.
Beyin cemaati önemli
En önemli cemaat o beyin cemaatidir. Beden cemaati değil, beyin cemaati. Beyin cemaati kalbleri birleştirir, orada kalbler cem olur. Ve ortaya çok önemli, çok kuvvetli bir düşünce ve fikir potansiyeli çıkar. Âyet “Onun için oraya boş gelmeyin” diyor. “Önce tedebbür edin, beyninizi zorlayın bir fikir sahibi olun, sonra fikir sahibi olanlar yan yana gelin tezekkür edin, Kur’ân’ı müzakere edin” buyruluyor.
Fatiha’da “İyyâKE na’budu” ayetindeyiz. “İyyaKE na’budu”yü hakkıyla yapabilmek için Kur’ân’ı ders etmek gerekiyor. Bu yüzden Kur’ân’ın ders yapılması ile ilgili öğütleri ve uyarıları paylaşmaya gayret ediyoruz. “İyi bir insan mı, iyi bir kul mu?” diyerek başlamıştık. Kur’ân’ı ders yapınca kişi fark eder ki insani ilişkiler dünya hayatı tecrübesiyle öğreniliyor. Yani bir kişiyle olan ilişkilerinizi siz yaşayarak tecrübe edersiniz. Birbirinize nasıl davranacağınızın kuralları böylece oluşur. Toplumlar da öyledir, toplumlar da birbirlerine davranışlarıyla bir ilişki tecrübesine ulaşırlar. Bunu tarihe yayınca çeşitli yönetim biçimleri ortaya çıkar. Bu günümüzde öyle bir noktaya ulaştı ki demokrasi bile tartışılır hale geldi. Tüm dünyada daha ileri bir yönetişim, daha ileri bir demokrasi arayışı var. Eğer “bütün bu ilişkileri Kur’ân düzenliyor” derseniz hepsini Kur’an’da bulamazsınız. Kur’ân neyi verir? Dünya hayatında bu tecrübeler nasıl yaşanacak, bu tecrübelerden nasıl ders çıkarılacak, bunun ana kolonlarını belirtir. Bir de, ne yaparsan haddi aşanlardan olursun o belirtilir. Bu, Kur’ân’da her şey var demek değildir. Bizim çocukluk gençlik dönemlerimizde odalar küçük ve sobalıydı. Kışın bir soba yanıyor ve çocuk da odada oynuyor. Ona bir alan belirlersiniz, oynar ama sobaya dokunması yasaktır. Çünkü dokunursa yanar. Yaklaşırsa yanacağını ona öğretirsiniz. Hatta bazıları sobanın etrafına koruyucular koyar ki çocuk yaklaşamasın. İnsan yaşantısı tecrübelerinde de bunun gibi hadler vardır. Rasuller, Allah’ın sistemini bilenler bizi uyarıyor ki geri dönüşsüz hatalara düşmeyelim. Kur’ân bu hadleri belirler ve onlara HududAllah der; Allah’ın Hududu. Der ki: Allah’ın hududuna uyun, haddi aşmayın. Allah’ın önemli bir hududu, hatta en önemli hududu îmanla ilgilidir, yalnız sâlih amel değil. İmanla ilgili o hudut şudur: Eğer kişi “Müstakilen VARIM ve Muhtarım” iddiasında bulunursa haddini aşmış, Allah’ın hududunu geçmiş olur. Allah böyle bir iddiada bulunmanı yasakladı. İşte Kur’ân’da bunun gibi hudutlar vardır. Bir de “Şunu şöyle yapın” diyen ana kolonlar vardır.
Kişinin Allah’la olan ilişkisi
 tecrübeyle anlaşılamaz

İnsanlar ilişkileriyle ilgili sonuçları esasen dünya hayatı tecrübesiyle öğrenirler. Bu yüzden, insani ilişkiler ve yönetim tarzları tarih sürecinde değişikliğe uğrar, gelişerek değişir. Ancak, insan Allah’la olan ilişkisini dünya hayatı tecrübesiyle öğrenemez, bu yüzden Allah ile olan ilişkini dünya hayatı kurallarına göre belirleyemez. Allah’la ilişkinizi dünya yaşantısında insanların oluşturduğu kurallara bakarak, o kurallardan alarak belirleyemezsiniz, “Bana göre böyle” diyemezsiniz. Olmaz, Kur’ân’a göre olmaz. Bu îman işi. Kişinin Allah’la olan ilişkisini dünya hayatında tecrübe ederek belirleme şansı da yoktur, tecrübe de edemez, çünkü dünyaya bir kere gelir. Kur’ân’dan anlıyoruz ki tecrübe ettiğini zanneden insan bunu öldüğü zaman ve hesap günü anlar, bu yüzden yeni bir şans ister; “Ya Rabbi, şimdi tecrübe ettim, öğrendim. Bir şans daha ver de yapamadıklarımı orada bıraktıklarımla yapayım” der. Der ama bu iş dünyada olur.
İnsanın orada bıraktığı neydi? Tercih yetkisi! “Bir şans ver de orada bıraktığımla seni tercih edeyim” der. Kur’ân, “Asla mümkün değil, dünyada bunu tecrübe edemezsin” der. Anlıyoruz ki insanın dünya ve ahiret hayatı için önemli olan tek konusu Allah’a nasıl inanacağı ve nasıl yaşayacağıdır. Ve bunu ona ancak Allah öğretir. Başka öğretecek biri mi var? Öğretmese, O’na “Neden öğretmedin?” diyecek bir merci YOK. Var mı? YOK. Ama Allah diyor ki; Ben Rahmânur Rahıym’im.
Rahmânur Rahıym olduğu için kendisine nasıl yöneleceğimizi, nasıl îman edip nasıl yaşayacağımızı bize öğretiyor. Değilse tecrübeyle mümkün değil öğrenemeyiz.
Allah’ın “Rahmânur Rahıym” oluşu ile ilgili geniş bilgiyi “Bismillahir Rahmânir Rahıym, Elhamdülillahi Rabbil âlemiyn, ErRahmân’ur Rahıym” yazılarımızda açıkladık. O yazılara ve “FATİHA ile fetih” kitapçığımıza bakabilirsiniz.

YAZARLAR

TÜMÜ

SON HABERLER