Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR
e-posta: YAZARIN TÜM YAZILARI

VECH, HANÎF, İSLÂM, MUHSİN

-79-
Önceli yazımızı bu ayetlerle tamamladık:
“Muhakkak ki; Allah indinde Dîn İSLÂM’dır.” (Âl-û İmrân; 19)
“Size dîn olarak İslâm’ı uygun gördüm.” (Mâide-3)
“Kim dîn olarak İslâm’dan başkasına yönelirse, bu ondan kabul edilmeyecektir.” (Âl-û İmrân; 85)
Dîn’in ne olduğunu öğrendik, din bir sistem demektir. Dünya hayatında insanlar için birçok sistem var. Allah’ın sistemleri çok ama konumuzu işaret eden din hayat tarzı demektir. Dolayısıyla, âyette; “Şu hayat tarzına hanîf olarak doğrulun” önerisi var. Ama o hangi hayat tarzı? İşte onu öğrendik, Allah indinde makbul bir hayat tarzı vardır; İslâm. “Size hayat tarzı olarak İslâm’ı uygun gördüm” âyeti var. Bu üç âyetten bir prensip çıkardık: Size dîn olarak İslâm’ı uygun gördüm. İslâm kelimesini zihnimizde hemen bir mânâya açabilmek için onun yalın karşılığına bakarsak; İslâm teslim demektir. İslâm teslimdir. Teslim olan Müslüman’dır. Kime teslim? Elbette ki Rabbül Âlemiyn’e teslim. Bu teslimiyet nasıl olacak? Yani ne olursa, ne yaparsak Allah’a teslim olmuş oluruz? Eğer bunu somut tanımlayamazsak amele çeviremeyiz, yöneliş olarak da gereğini yapamayız. Yönelişimizi, imanımızı anlayıp uygulayabileceğimiz bir tanıma çevirmek için bu kelimelerle prensipler oluşturup sonra onları tanımlamaya çalışıyoruz. Âyette hanîf, vech ve dîn geçti. Hanîfi tanımladık, Allah indinde dîni öğrendik; İslâm. İslâm kelimesinin teslim manasına geldiğini de öğrendik. Şimdi bu teslimi âyetlerle açalım, o ne demektir, nasıl teslim olacağız?
İnanmayanla iman tartışılır mı?
“De ki: Muhakkak ki; Rabbim beni sırât-ı müstakıym’e, dosdoğru dîne, hanîf olan İbrahim’in dîni’ne hidayet etti. O müşriklerden değildi.” (En’âm-161)
“Muhsin olarak vechini Allah’a teslim edenden ve hanîf olarak İbrahim’in dîni’ne tabi olandan dîn olarak daha güzel kimdir?” (Nisâ-125)
“Kim muhsin olarak vechini Allah’a teslim ederse, gerçekten en sağlam Kulb’a tutunmuştur. İşlerin âkıbeti Allah’a (döner).” (Lukman-22)
“Rabbi O’na (İbrahim’e); ‘Eslim (teslim ol, müslim ol)’ demişti, o da ‘Eslemtü li Rabbil Âlemiyn (Âlemlerin Rabbine teslim oldum)’ demişti.” (Bakara-131)
“Ey iman edenler, hepiniz toptan Silm’e (teslimiyetle gelen barışa) girin. Şeytanın adımlarına tâbi olmayın. Muhakkak ki; o sizin için apaçık bir düşmandır.” (Bakara-208)
“Rabbinize yönelin (O’na kulluk edin) ve size azap gelmeden önce O’na teslim olun. Sonra yardım olunmazsınız.” (Zümer-54)
“(Rasûlüm) seninle münâzaraya girerlerse, de ki; ‘Eslemtü vechiye lillahi (vechimi Allah’a teslim ettim) ve bana tâbi olanlar da.” (Âl-û İmrân; 20)
Bize Bakara-112. âyetle özetlenen bir prensibe daha ulaştık. Ama önce amacımızı hatırlayalım.
Âl-û İmrân-20’de; “Rasûlüm seninle münâzaraya girerlerse” deniyor. Yani “Sana dîninle ilgili cevaplar verirlerse onların anlayacağı şekilde cevap vermen mümkün değil. Çünkü bu iş, dünya prensipleri ve kurallarıyla oluşmuş bir bilim tartışması değildir. Tamamen îmana dayanan, kuralları da dünyadaki prensiplere uymayan bir şeydir. Dolayısıyla, “Onların itirazlarına onların inandıkları prensiplerle cevap veremezsin, öyle bir şey yapma” deniyor. Demek ki sünnette böyle bir tartışma yok. Dolayısıyla, İslâm’a karşı olanlarla İslâm’ı savunanların bazı platformlarda bir araya gelip tartışmaları sünnete uymaz, yanlış bir iş yapıyorlar. Zaten o tartışmalara bakın, henüz galip gelmiş bir din görevlisi ve ilahiyatçı görmedim. Çünkü prensipler farklı. Birisi tamamen îmana dayalı. Karşındaki dünya prensipleriyle ilgili kurallar koyuyor ama senin anlattıkların o kurallarla ilgili değil, seninki tartışılacak bir şey değil! Îman tartışılır mı? Dünya yaşantısında kişiler tercih ettikleri renkleri tartışmıyorlar, “Renkler ve zevkler tartışılır mı? Sen o rengi sev, ben bu rengi seveyim” diyorlar. Öyleyken îman tartışılır mı? Hem de inanmayanla! Îman inananlar arasında tezekkür edilir, daha iyi yaşayabilmek için beyin fırtınası yapılır. Bu âyet Efendimiz (SAV)’e diyor ki, eğer böyle bir münazara olursa, senin tercih ettiğine uymayan hamleler olursa, senin hayatına uymayan şeyler görürsen onlara; “Eslemtü vechiye lillahi; Ben vechimi Allah’a teslim ettim, bana tâbi olanlar da!” de.
Üç ana kural!
Efendimiz (SAV) vechini Allah’a teslim etti. Ayet bununla yetinmiyor: De ki “Bana tâbi olanlar da” diyor. Rasûlullah’a tâbi olduk, o zaman vechimi nasıl teslim edeceğiz? “Teslim ettim” demekle olmuyor. Birisi size “Şunu teslim ettim” dediği halde onu size vermediyse “Teslim ettim” demesi ne işe yarar? Vechi hanîf olarak teslim etmemiz gerektiğini öğrenmiştik. Şimdi bu âyetlerden öğrendik ki; kim muhsin olarak vechini teslim ederse! İş olgunlaşıyor. Önce hanîf olacaksın, bu hanîf halinle vechini teslim edeceksin, yani İslâm’a hanîf halinle yöneleceksin, yani teslim olacaksın. Ama muhsin olarak! Ulaştığımız üçüncü prensip bu:
“Hâyır, iş inkârcıların sandığı gibi değil! Kim muhsin olarak vechini Allah’a teslim ederse, işte onun ecri Rabbi indindedir. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar.” (Bakara-112)
Muhsin olarak vechini Allah’a teslim etmen böyle önemli. Ancak muhsin olarak vechini Allah’a teslim etmen için önce hanîf davranışta bulunman şart. Şimdi hepsini birleştirip bir amele yani yaşantıya çevirmeye çalışalım.
Üç kural belirledik. Bu üç kuralda geçen ana kelimeler; Vech, Hanîf, İslâm, Muhsin. Bunların tanımlarına bu konularla ilgili lügâtları açtığınızda kolayca ulaşırsınız. Ama o tanımların size İslâmî bir amel verip vermediğine bakın! Maalesef… Örneğin, hanîf kelimesini tek tanrılı dîne inanmakla açıklıyorsa bu bizde nasıl amele dönüşebilir? Tanrıları, tanrıyı bire indirmekle, hanif böyle açıklanırsa bu tanım İslâmî olabilir mi? Bir putperest de tanrılarının hepsini kırar, birini bırakır, tek tanrılı olur, “Bir tanrım var” der. Bunları bize İslâmî bir amel verecek şekilde doğru tanımlamalıyız.
Hanîf’i bu manada yeniden tanımladık. Şimdi vechin tanımlanması lazım. Kur’ân-ı Kerim’de doğruyu bulmamıza anahtar olacak kelimelerden birisi vechtir. Çünkü “Kim muhsin olarak vechini Allah’a teslim ederse ona korku ve mahzunluk yoktur” müjdesi var. Ne yaparsam bu kapsamda olurum? Lügâttaki tanımlara da bakarak vechi tanımlayalım, anlayalım. Güzel bir örnek görmüş olacağız. Lügâtta “Vech” kelimesine baktığınız zaman üç basamaklı mânâ görürsünüz, mânâlar üç grup halindedir. Birisi yüz, çehre, surat. İki; tarz, üslûp. Üç; alın, ön, satıh, cephe. Peki biz ona “yüz” dersek, ben yüzümü nasıl Allah’a çevireceğim? Bu nedenle onun şu mânâsını fark edelim.
Gerçek yüz= Vech
Vech doğrudan Muhtariyeti Tercih Gücü’dür. Öyle olduğunu birlikte göreceğiz. Kur’ân’da geçen vech Muhtariyeti Tercih Gücü’dür. Ama tek başına yalnızca Muhtariyeti Tercih Gücü değil, bir blok olarak. Şöyle: Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’na “Kendini bil” emri geldiğinde o kendine “BEN” dedi. Bu “BEN” deyiş dûniHİ değildir. Henüz dûniHİ algı oluşmadan Ahseni Takviym çerçevede kendini bildi. Sıraya koyuyorum: Kendini bildi ve “BEN” dedi. Sonra bir şey fark etti; Hüküm Gücü’nü, Tercih Gücü’nü fark etti. Halifetullah olarak “BEN” dediği için Muhtariyet Gücü’nü fark etti. Onu dünya için söylersek Muhtariyeti Tercih Gücü’nü fark etti. Bu sefer bu hükümle kendine “BEN” dedi. Nefs “Kendini bil” emriyle birlikte “BEN” dedi. “BEN” dedikten sonra baktı ki kendisinde verilmiş güçler var. Bunlardan birisi Hüküm Gücü, Muhtariyet Gücü. Bu sefer bununla “BEN” dedi, yani kendisinde fark ettikleriyle kendisini takdim etti; Muhtariyeti Tercih Gücü’yle “BEN” dedi. Kişinin Muhtariyeti Tercih Gücüyle, yani kendisinde fark ettiklerinden oluşan zann’la kendini takdim ederek “BEN” demesi o kişinin yüzüdür, vechidir. Vech bildiğiniz maddi yüz değildir, izah edebildim mi? Onu biz de kullanırız. Birisiyle uzun süre arkadaşlık yaparsınız, sonra öyle bir şey yapar ki “Gerçek yüzünü gösterdi” dersiniz. Gidip yüz ameliyatı mı yaptırdı? “Gerçek yüzünü gösterdi” derken siz “Gerçek BEN’ini gösterdi” demek istersiniz. O kendisinde neye “BEN” diyormuş onu gösterdi. Bir örnek de bir iş yerinden verelim. Çalışanlardan birisi kendisini çok dürüst olarak tanıtmış, işveren de çok dürüst görünce onu muhasebeci yapmış. Ama kişi o kadar dürüst değil, çalan birisi. Bu kişi içinde hangi kişiliğe “BEN” diyor? Çalan kişiye “BEN” diyor. Ama işverene gösterdiği yüzü o değil. Muhasebeci olup kağıt, kalem, para elinde olunca yanıltan bir hesap yapıp zimmetine para geçiriyor. İşveren bunu fark ettiğinde; “Gerçek yüzünü gösterdi” der, yani kişi neye “BEN” dediğini gösterdi. Çünkü o içinden hep “çalacağım” haline “BEN” diyordu Vechin “BEN” demek olduğunu izah edebildim mi? Kişi neyle “BEN” diyor? Muhtariyeti Tercih Gücü’yle. Bu yüzden Muhtariyeti Tercih Gücü’yle siz neye “BEN” diyorsanız o sizin vechinizdir. Ama siz Muhtariyeti Tercih Gücü’nüzü anlamak için önce “Kendini bil” mânâsındaki “Kün” emriyle “feyekün” kendinizi bilip “BEN” dediniz. Ama henüz neyiniz var, size neler verilmiş bilmiyorsunuz. O hâlinize emir üzere “BEN” dediniz. O “BEN” dediğiniz halle yaşamaya başlayınca kendinizi tanımaya başladınız. “Benim hüküm gücüm var, Muhtariyeti Tercih Gücüm var, yetkim var” dediniz, onunla çeşitli zannlar üreterek kendinizi tanımladınız. Bu sefer ona “BEN” dediniz. Sizin şimdi vechiniz ikinci söylediğiniz “BEN”dir.
Vech “BEN” derken kastettiğimizdir
Lügâttaki vech mânâlarını bu bakışla incelersek bütün o mânâların birer sonuç olduğunu görürüz. İşin aslı fark edilmeyince sonuçlar lügâta mânâ olarak yazılmış. Çünkü kesret yaşantısı bir sonuçtur. Siz mânâya göre yaşayamazsınız, o yüzden lügâtlarda tanımlananlar genellikle bir sonuçtur; sonuç cümleleri yani dokunabileceğimiz şeyleri tarif eder. Daha iyi anlaşabilmesi için vechi lügâttaki ikinci mânâsı olan “tarz, üslup” olarak da ele alalım. Birisinin bir tarzı varsa, o tarzı size nasıl söyler? “Bu benim tarzım” der. Demek ki tarz bir sonuçtur, “Benim tarzım” dediği şey bir sonuç. Eğer vechin bir manası tarzsa ve kişi o tarzı sunuyorsa o zaman diyor ki; “Benim tarzım, benim üslûbum, benim çehrem, benim suratım, benim alnım, benim cephem” Dikkat ederseniz “BEN” demeden hiçbir tarif yapamaz. “BEN” demeyince bu tarifler neye yarar? “BEN” demeyen birisi için tarzın, üslûbun ne mânâsı var. O kelimeler “BEN” diyen için geçerlidir, yani onlar birer sonuçtur. Onlar kişi “BEN” dedikten sonraki sonuçlardır. Kur’ân’da bize söylenen vech o sonuçlar değildir. Çünkü sonuçlar kesret âlemine ait zannlardır. Âyette söylediği vech, o zannlara da sebep olan “BEN” dediğidir, doğrudan. Kişi o “BEN” dediğine nasıl ulaşmıştır? Muhtariyeti Tercih Gücü ile. O güçle oluşturduğu zannlar sonucu onu söylemiştir. Bunu şu örnekte de görebiliriz. Anestezi uygulanmış bir hasta anesteziden çıktı, yanında da çok sevdiği bir dostu var. Uyandı, yaşadığını anladı ve “BEN” dedi. Sonra yanında sevdiği o kişiyi görüp gülümsedi, “BEN” dedi. Bu iki “BEN” farklıdır. Birisi zannlarıyla söylediği “BEN”dir, gülümseyen yüzlü “BEN” odur. Veya yanında hiç sevmediği birisi olsun. Onu görünce birden yüzü değişti, şimdi de kavgacı bir “BEN” oldu. İşte buradaki vech zannlarla oluşan “BEN”dir, Muhtariyeti Tercih Gücü kullanıldıktan sonraki “BEN”dir. İlk “BEN” saf ve temizdir, bu yüzden mesele “BEN” demek değildir. Mesele, senin onu dûniHİ algıya bulandıktan sonraki “BEN”in! Böyle diyerek oraya yumuşak bir kelime kullanmış olduk. Vechi izah edebildim mi? O zaman âyetlerde “vech” geçtiğinde aklımıza hemen gelmesi gereken söylediğimiz “BEN”dir, “BEN” derken kastettiğimizdir; “BEN” derken oluşturduğumuz tanım, kompozisyon neyse hepsidir. Onu davranış olarak tarif edeceğiz, biraz daha netleşecek inşâAllah.

YAZARLAR

TÜMÜ

SON HABERLER