Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Muharrem Günay

ATATÜRK’ÜN YURTTA BARIŞ, DÜNYADA BARIŞ VE TÜRK BİRLİĞİ ÜLKÜSÜ

Atatürk’ün “Barışçılık” ilkesi milletlerarası ilişkilerde eşitliği, karşılıklı hak ve menfaatleri benimser, teslimiyetçiliği reddeder. Atatürk, “Âlemde bir hak vardır ve hak kuvvetin üstündedir” dedikten sonra hemen şunları ekliyordu: “Şu kadar ki, milletin haklarını anlayıp onları savunmak ve korumak uğruna her türlü fedakârlığa hazır olduğuna dair dünyaya bir kanaat vermesi lazımdır.”, “Milli benliğini bulmayan milletler, başka milletlerin avı olur. Milli varlığımıza düşmanlık güdenlerle dost olmayalım. Böylelerine karşı, bir Türk şairinin dediği gibi:“Düşmanım sana kalsam da bir kişi“ diyelim.”
Daha Milli Mücadele yıllarında, Atatürk, “İnsanlığı meydana getiren milletlerin her biriyle medeniyet gereklerinden olan dostluk ilişkilerini” kurmağa hazır olduğunu tekrarlıyor, fakat “benim milletimi esir etmek isteyen her hangi bir milletin de, bu arzusundan vazgeçinceye kadar, amansız düşmanıyım” diyordu.
İnsanın insanı ve bir milletin bir başka milleti sömürmesine karşı çıkan ve sömürgeciliğe karşı savaş açan ve bütün mazlum milletlerin önderi olan Atatürk şöyle diyordu: “İnsanları mutlu etmenin tek yolu, onları birbirine yaklaştırarak, onları birbirine sevdirmektir.”, “Şuna da inanıyorum ki, eğer devamlı barış isteniyorsa, kütlelerin vaziyetlerini iyileştirecek milletlerarası tedbirler alınmalıdır. İnsanlığın bütünün refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları, kıskançlık, aç gözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmelidir.”
Atatürk, Türk milletine çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmayı, hatta bu seviyeyi aşmayı hedef olarak göstermişti. Uygar milletlerin seviyesine ulaşmak ve hattâ onları geçmek Atatürk’ün Kızılelma’sı idi. O, “Batının her türlü ilminden, keşfinden yararlanmak fakat asıl özü kendi içimizden ve milli kültürümüzden çıkarmak” şeklinde özetlenebilecek bir “Milli Uygarlık” modelinden yanaydı. Nitekim Atatürk, 10. Yıl Nutku’nda “Asla şüphem yoktur ki Türklüğün unutulmuş büyük uygar vasfı ve büyük uygar kabiliyeti bundan sonraki gelişmesiyle geleceğin yüksek uygarlık ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır” derken çağdaşlaşma hareketimizin milli yönünü bütün açıklığı ile ortaya çıkarıyordu. Atatürk’ün o gün bize gösterdiği çağdaş Avrupa ile Çağdaş Batı bugünkünden çok farklıydı. Bize hedef gösterilen “Batı” aslında “Çağdaşlıktı-Uygarlıktı“ Bu günkü batı ise; “Bizi sürekli aşağılayan, küçümseyen, kendisi önünde diz çökmemizi ve teslimiyetimizi isteyen, Türk ve İslâm düşmanlığının üst düzeye çıktığı“ bir batıdır. Biz böyle bir Batının ve batlılaşmanın elbette karşısındayız.
Atatürk’ün uyguladığı Milli Uygarlık Modeli’nin temelinde, devlet olarak “Tam bağımsızlık“, millet olarak “Egemenlik“, fert olarak “İnsan hak ve hürriyetleri“ söz konusudur. Ancak bu şekilde bir çağdaşlaşma bir anlam ifade eder. Yoksa tam bağımsızlıktan ve egemenlikten yoksun dışa bağımlı ve teslimiyetçi, mandater çağdaşlaşma, insan hak ve hürriyetlerinden ve demokrasiden yoksun totaliter çağdaşlaşma, gelir dağılımında adaletten yoksun kapitalist çağdaşlaşma gerçek bir ilerleme ve çağdaşlaşma sayılamaz.
Hakkın hak sahibinin değil, güçlünün olduğu; güçlünün zayıfı ezdiği ve insanın insanı öldürdüğü ve bunun için en büyük yatırımların yapıldığı bir dünyada bu günkü görüntüsüyle insanlık, insan olmaktan çok öte, ilkel ve gelişmesini tamamlamamış ilkel bir yaratık görüntüsü vermektedir.
Yüce Allah’ın “En güzel biçimde ve kıvamda yarattım”; “Yaratılmışların en şereflisi “ Eşref-i mahlûkat” yaptım dediği insan için ve Kan ve gözyaşının akmadığı, insanın insanı ve bir devletin bir başka devleti sömürmediği, hak sahibinin hakkını aldığı, bir dünyanın kurulmasında millet olarak bizim de yapacağımız çok şey vardır. Tarih sahnesine çıktığı andan itibaren “Dünya Nizamı” nı ve “Dünya Barışını“ hedeflemiş bir millet olarak bu tarihi amacımıza tekrar sahip çıkmak zorundayız. Türk milletinin bu işin öncülüğünü edeceğine yürekten inanıyorum. Türklüğün ve Türk Dünyasının önderliğinde kan ve gözyaşının akmadığı ve Cenabı Allah’ın adının hâkim olduğu bir dünyayı şimdiden görür gibi oluyorum.
Atatürk, milyonlarca millettaşımız gibi bugün mili sınırlarımız dışında kalan ve vaktiyle Osmanlı’nın idaresinde bulunan Selanik’te dünyaya gelmiştir. O’nun millet ve milliyetçilik anlayışı sadece Türkiye’de yaşayan Türkleri içine alan ve o zamanki tabirle Dış Türklere karşı ilgisiz kalan bir anlayış değildir. Atatürk, Türk Dünyası ile ilişkilerde, son derece planlı ve programlı hareket eden ve Türk Dünyası ile ilişkilerin o zamanın biricik Bağımsız Türk Devleti olan Türkiye’ye zarar vermeyecek bir şekilde yürütülmesinden yanaydı. O’nun Türk Dünyası ile ilişkilerinin bir görünen bir de görünmeyen yönü vardı. “Pantürkizm ve Panislamizm” gibi görüşleri tehlikeli olarak gördüğüne ait sözleri o zamanın siyaseti gereği özellikle Rusları ürkütmemeye yönelik söylenmiş sözleridir.
Türkçülüğün esaslarını kaleme alan ve sistemleştiren Ziya Gökalp, kendisinden sonra gelen birçok fikir adamı ve devlet adamını etkilemiştir. Ziya Gökalp’in etkisinde kalan fikir ve devlet adamlarının başında gelen ilk isim ise Atatürk’tür. Atatürk Türkçülüğü fikri bir hareket olmaktan öteye taşıyarak yeni Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesi haline getirmiştir.
Gökalp’ın Türkçülüğün yakın ve uzak hedefleri diyerek tesbit ettiği ilkeler özellikle Atatürk tarafından hayata geçirilmiş bu amaçla Türk Tarih Kurumu, Türk Dil kurumu kurulmuş, Türk dili ve Tarihi ile ilgili kurultaylar düzenlenmiş bilimsel çalışmalar yapılmış, Sovyet nüfuzu altında bulunan Türk devletleri ve toplulukları, İran ve Afganistan gibi ülkelerle sıcak ilişkiler kurulmuştur.
Hatay’ı Anavatana ilhak eden Atatürk’ün Musul ve Kerkük’ü de Anavatan’a ilhak etmek için çalışmalar yaptığı bir dönemde İngilizlerin teşvik ve destekleri ile “Şeyh Sait İsyanı” çıkarılmış, böylece Musul ve Kerkük meselesi çözümsüz kalmıştır.
Türk Birliği’nin bir gün mutlaka hakikat olacağına inanan Atatürk ileri görüşlü bir devlet adamı olarak çok uzun yıllar öncesinden Sovyetler Birliği’nin dağılacağını tahmin etmiş ve Türkiye’yi yönetecek olanların o günlere hazırlıklı olmalarını istemiştir ve kendisinden sonraki devlet adamlarına bir siyasi vasiyet yerine geçecek şu sözleri söylemiştir:
“Bu gün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yakında ne olacağını kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bu gün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprüleri sağlam tutarak. Dil bir köprüdür; tarih bir köprüdür, inanç bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimiz içinde bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını ekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekir.” (29 Ekim 1933)

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti