Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR
e-posta: YAZARIN TÜM YAZILARI

“FATİHA İLE FETİH” YAZILARI – 87

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 1 Ekim 2018 Pazartesi 13:28:00
 

KULDAKİ BÜTÜN VASIFLAR CÜZDÜR
Cüz nedir, basitçe tarif edelim. Yaratılan herhangi bir kula, ne amaçla yaratılmışsa o amaca uygun olarak, Allah’ın yararlansın diye verdiği ne varsa, ne tür vasıf varsa hepsinin ismi cüzdür. Cüz ifadesi aslında bir edepten kaynaklanır. Biz kulda bulunan bir vasfı bir esmâ ile söylüyoruz ama o esmâ Allah’ın. O esmânın Allah’ın olduğunu, kuldakinin bir yetki olduğunu, kısıtlı, kayıtlı olduğunu belirtmek için, Allah’a ait esmâya tecavüz etmemek için edeben onlar “cüz” adı altında toplanır. Kuldaki özelliklerin hepsi cüzdür. Eğer kul olarak insanı alırsak, insanın kullandığı, Allah’ın ona verdiği bütün esmâlar cüzdür. Hâl böyleyken, insandaki diğer esmâları kabul edip cüzi iradeyi reddetmek doğru olmaz. Hepsi cüz. “Kuldaki bütün vasıflar cüzdür” ifadesi aslında bir edep taşır. Fakat onun bir manası da yetkidir, cüz yetkinin ismidir. Örneğin, benim “BEN” deyişim cüzdür, ben Allah’ın “BEN” deyişinden bana verdiği yetkiyle “BEN” derim. Ama “BEN” deyişimi Allah’ın “BEN” demesinden ayırırım, çünkü bu kulun BEN” demesidir. Kulun, Kul Zat’ın “BEN” demesi Allah’ın “BEN” deyişine göre cüzdür. Muhtar Allah’tır, hüküm sahibi O’dur. Hükmünden kullanma vasfı ve yetkisi verdiği kadarıyla o yetkiye “cüz” deriz, bunu kul için söyleriz. Cüz aslında bir yetki manasına gelir, Halifetullah için ise, Allah’ın “adıma kullan” dediğidir. Bir de onu, herkes kendine göre farklı miktarlarda kullandığı için “cüz” denir. Yani herkesin kullandığı yetkiler farklı olduğu için, herkesteki o farklılığı belirtmek için de cüz deriz. Her bir kuldaki ayrı bir cüz, bir kısım.
ALLAH DİYOR Kİ; “ALLAH’IN DIŞINDA MÜSTAKİL CÜZLER VAR ZANNI YALANDIR, İFTİRADIR, BÂTILDIR, ÖYLE BİR DIŞ KAVRAMI YOKTUR.”
Fakat dûniHİ algı ve zanlarıyla perdelenen kişi “cüz” kelimesini duyduğunda onu “küll”ün dışında bir parça zanneder. Mesela masayı öreten şu örtü masanın tamamını temsil etsin. Ondan bir parça alıp masanın dışına çıkardığımda, masanın tamamını temsil eden kâğıt küll ise, dışındaki parça cüzdür. DûniHİ düşüncede buna “cüz” dersiniz, dünya dilinde “cüz” budur, bundan başka bir “cüz” yoktur. Bu cüz dediğinizin de küll dediğinizin de “dışı” kavramı vardır, dışı vardır, büyüğü vardır, o cüzün alındığı yer vardır. Deniz kenarında olduğunuzu düşünün. Bir kovayla denizden suyu alıp dışına çıkardığımızda, dünya diliyle deriz ki, bu su denizden bir cüzdür. Bu bakış dûniHİ’dir, dışı olan kavramlar için geçerlidir. Burada dış kavramı var. Eğer siz İslâmiyet’teki cüze de ‘dışı’ kavramıyla bakarsanız o şöyle olur: Allah küll, O’nun bir dışı var, kul dışarıda O’ndan bir cüz, yani kul O’nun benzeri, aynası ve birbirlerine bakıyorlar… Öyle bir şey yok! Allah diyor ki; “bu yalandır, iftiradır, bâtıldır ve öyle bir dış kavramı Allah için yoktur.” Billâhi anlamda cüz dışarıda değildir. Nerededir? Allah diyor ki; “Allah’ın dışında müstakil cüzler var zannı yalandır, iftiradır, bâtıldır, öyle bir dış kavramı yoktur.” Billâhi anlamda cüz dışarıda değildir. Cüz dışarıda değil, Küll’ün kendisindedir! Cüz küll’den ayrı bir parça değildir. Kuldaki tüm özellikler gibi, cüzî irade de öyledir. Allah’ın iradesi her yeri kaplamıştır, o iradenin dışı ve dışında bir cüz irade yoktur. Geçmiş Ehlullah “cüzî irade yoktur” derken, “müstakilen VAR ve muhtar cüzî irade yoktur” demektedir. Onların bu ifadeleri tercüme hatası ve anlatma hatası yüzünden anlaşılamamaktadır. Belki o zaman kişiler söyleneni hemen anladığı için konu bugünkü gibi derin anlatılması gerekmiyordu. O mübareklerin anlatmaya çalıştıkları şey şudur: Cüzî irade müstakilen VAR ve muhtar bir güç değildir. Onun müstakil ve muhtar olmaması, “cüzî irade yoktur” mânâsına gelmez. Bu mana “cüzî irade yoktur” diye anlatılırsa insanlar iradesiz hale gelir, kulluk görevlerini yapamazlar; durduk yere imtihandan sıfır alırlar, çünkü bâtıl fırkaya düşerler. Çünkü dûniHİ idrakla bakıp cüzî iradeyi dışarıda zannederler. Siz “cüzî irade müstakilen VAR ve muhtar bir güç değildir” dediğinizde cüzî iradenin vasfını tarif ediyor olursunuz. “Cüzî iradede bu vasıf (müstakillik ve muhtariyet) yoktur” demek, “cüzî iradeyi Billâhi anlamda düşünün” demektir, “O Allah’ın dışında bir irade değildir, doğrudan Allah’ın iradesidir, iradesinden verdiği bir yetkidir” demektir. Böyle baktığınızda görürüz ki cüzî irade, Billâhi anlamda kullanmamız için verilen Muhtariyeti Tercih Gücü yetkisidir. Bu tarifler böyle açık tanımlanmadıkları için anlaşılamıyor olabilir. Neden böyle açık tanımlanmamış? O zamanlar belki bunu anlatmak ve savunmak için bu kadar geniş açıklamalara gerek olmadığı için. Ama günümüzde, bir mahkemedeki avukat gibi anlatmak ve savunmak zorundayız, bu nedenle çok detaylı ve delillerle ortaya koymak gerekiyor. Billâhi anlamda cüzî irade, kuldaki Muhtariyeti Tercih Gücü yetkisidir.
“CÜZÎ İRADE YOKTUR” YOLU SAPMIŞ
BİR FIRKANIN HAYAT TARZIDIR
Bunu fark edemediği için, Cebriye grubu küllî iradeyle perdelenmiş ve ilişkilerinde yani amellerinde küllî iradeyi sorumlu tutmuşlar, kendilerini değil! Böylece, dûniHİ algıda da olsalar, Billâhi anlamda da olsalar (ki Billâhi anlamda düşünmeye çalışıyor olmaları daha muhtemel) Muhtariyeti Tercih Gücü yetkisini görememişler. Bu durumda sorumluluğu, kulluk görevini, tercih yetkisini, özellikle de “dünya hayatı imtihandır” kuralını reddetmiş olurlar. Oysa bütün bunlar ayettir, ayetleri reddetmiş oluyorlar. Günümüzde de cüzî iradeyle ilgili tanımlar, vasfı konuşulmadan doğrudan cüzî irade ele alınarak yapıldığı için konu anlaşılamaz hale gelmektedir. Onun dûniHİ algı ile zannedilen vasfı reddedilirken kendisi de reddedilmektedir. “Cüzi irade müstakilen VAR ve muhtar bir güç değildir” denecekken, yani cüzî irade üzerine yapıştırılan “müstakillik vasfı ve muhtariyet iddiası” etiketi reddedilecekken cüzi iradenin kendisi reddedilmektedir. Sırf bu yüzden bazı tasavvuf öğreti ve anlatımlarında “cüzî irade yoktur” yolu ortaya çıkmıştır. Yanlıştır. “Cüzî irade yoktur” yolu sapmış bir fırkanın hayat tarzıdır. Şuna çok dikkat edin, “cüzî irade yoktur” diyenler cüzî iradeyi çok fazla kullananlardır. Bu yüzden de hayatlarında ikilem bitmez. Çünkü İslâm’ı anlayamayan kişi İslâm’ı yaşamaya çalışırsa ikilemleri çok olur. İkilem İslâm’ı anlayamamanın göstergesidir. “Şu konuda ikilemim var” diyorsanız anlayamadınız demektir. Hiç ikilem kalmaması gerekiyor. Demek ki cüzî iradeye yapıştırılan “Müstakilen VARDIR ve Muhtardır” etiketi bâtıldır, o reddedilmelidir. Cüzî irade kendisi küllün dışında olmadığı için, bir yetki olduğu için, bir “VAR”ın adı olduğu için reddedilemez. O yaşanması gereken Hakk bir şeydir. Bu söylediklerimizi daha iyi anlamamızı sağlayacak iki hadis ile devam edelim:
HADİSLER “KADER” İÇİN NE SÖYLÜYOR?
Ebu Müleyke’den oğlu Abdullah’ın rivayet ettiğine göre: Hz. Ayşe radyallahu anh’a kaderle ilgili bir şeyler söylemiş, o da kendisine şöyle cevap vermiştir: “Kim kader konusunda bir meseleyi konuşacak olursa âhiret günü kaderden hesaba çekilir. Kim de bu mevzuda bir şey konuşmazsa âhirette kaderden hesaba çekilmez.” Bu hadis gereği, “ben kimseyle kader konuşmuyorum ama içimden konuşuyorum” diyorsanız o da aynı şeydir. “Ben kimseyle konuşmuyorum ama kafamda o kadar çok soru var ki içimden konuşuyorum, korkumdan kimseyle de konuşamıyorum” demek de aynı şeydir, fark etmez. Konuşuyorsunuz, hesaba çekileceksiniz. “Konuşmazsanız böyle bir hesabınız yoktur” diyor Hz. Ayşe radıyallahu anh validemiz. Birinci prensip bu. Bu prensip niçin konulmuş, bu hadisteki konuşmak nedir, konuşmamak ne demektir, Şimdi onlara bakalım.
Amr ibni Şuayb, an ebîhi, an ceddihî radyallahu anhüm anlatıyor: “Bir gün Rasûlullah Efendimiz (SAV) bir grup ashabının yanına aniden çıkageldi, onlar kader üzerine tartışıyorlardı. Münâkaşanın mâhiyetini öğrenince öyle öfkelendi ki sanki yüzünde bir nar tanesi patlamıştı, kıpkırmızı oldu. Ve şöyle söyledi: “Kader üzerine bu çeşit münakaşa yapmakla mı emrolundunuz? Bunun için mi yaratıldınız? Siz Kur’ân’ın bir kısım âyetlerini diğer âyetleriyle karşılaştırıp duruyorsunuz. Sizden önceki ümmetler de bu çeşit davranışları sebebiyle helak oldular.”
DÜNYA HAYATI PRENSİPLERİYLE KUR’ÂN ÇÖZÜLMEZ VE KADER ANLAŞILMAZ
Lütfen söylenene dikkat edin: Kur’ân’ın bir kısım âyetlerini diğerleriyle karşılaştırıp duruyorsunuz! Uyarı dikkatinizi çekti mi? “Konuşmayın!” denilen budur. Böyle konuşan ne yapıyor? Kur’ân’da bir yanlışlık varmış gibi “ama şöyle ama böyle” haline giriyor. Hep diyoruz, dünya hayatı prensipleriyle Kur’ân çözülmez ve kader anlaşılmaz. Dünya yaşantısının prensipleriyle bakarsanız o size çelişki gibi gelir. O çelişki zannının bir sebebi ulûhiyet dili ve kesret dilinin fark edilmiyor, bilinmiyor olmasıdır. Bu diller nedeniyle, aynı mânâ dünya gözüyle bakana çelişki gibi gelir. Neden? Çünkü siz dünya hayatında tevhid yani uluhiyet dilini hiç bilmiyorsunuz. Onu bize Allah öğretiyor. Biz normal yaşantıda kesret dilini biliyoruz. Kuran’dan öğrendiğimiz ulûhiyet diliyle onun aynı mânâda olduğunu bilemeyince çelişki var zannediyoruz. Tevhid bizim kullandığımız dil değil, onu sonra öğreniyoruz. Ama onunla bunun mânâsı aynıdır. O katta o cümleyle söylenir, bu katta bu cümleyle söylenir. Bir mânâ o katta ulûhiyet/tevhid cümlesiyle söylenir, bu kata yani ef’al âlemine gelince kesret cümlesiyle söylenir. O mana moleküler düzeyde bu cümleyle söylenirken, bunların olmadığı yerde tevhid cümlesiyle söylenir. Cümleler farklı gibi görünse de aynı mânâdır. Anlayamamanın bir nedeni budur; ulûhiyet/tevhid dili ve kesret dilini ayıramamak! Diğer bir nedeni ise, mânâların çakıştırılamamasıdır. Bunu yapamadıkları için, bir grup âyetlerin bir kısmını diğer grup ise diğer kısım âyetleri savunuyor. Bakın hadisi okuduk, sahabe zamanından bahsediyoruz, âyetleri çakıştıramayanlar o zaman da uyarılıyor. İnsan Suresi 29 ve 30. âyetleri hatırlayınız: İnsan-29 ile İnsan-30 çakıştırılıp tek mânâ yapılamazsa, bir grup İnsan-29’u, diğer grup İnsan-30’u savunursa, sonra oturup tartışırlarsa olmaz. İşte hadiste geçen budur, bu konuşmak yasaktır deniyor. Eğer siz ayetleri böyle yanlış didiklerseniz, bu didiklemenizden hesaba çekilirsiniz. İçinizden de didikleseniz aynıdır. Peki, ne yapacağız? Söyleneni yapacağız. Söylenen nedir? Onunla devam edelim inşaAllah.

“FATİHA İLE FETİH” YAZILARI – 87-

YAZARLAR

TÜMÜ

SON HABERLER