Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR

EMANETÇİLER VE “HER ŞEYİN SAHİBİ”

– 59-
Şöyle bir yanlışlık yapılır; “Biz veli miyiz?” gibi düşünülür. Dereceler farklıdır, o ayrı iş, ama veli olmayan müslüman yoktur. Doğru îman ediyorsa ve sâlih amelle meşgulse veli sınıfındadır, en azından ‘veli gibi’dir. “Onların sayısı belli, biz veli olamayız, o iş bizim harcımız değil” gibi yaklaşımlarla kendimizi perdelemeyelim. Bazı dereceler vardır, biz onlara isimler vermişiz ve anlatılanları yalnızca onlara ait zannediyoruz. Öyle değil. Kur’ân’ı inceleyin, veli yani dost tanımlaması tüm inananlar için geçerlidir. Tüm inananlar için Allah; “Ben, ancak ben, yalnızca ben sizin velinizim” der.
Sinem örneği gibi “köy” örneği
Dün verdiğimiz sinema örneği ile devam edelim. Dünyaya sinema örneğindeki gibi bakmak zorundayız. “Kişi bu hâli önemser ve hayata böyle bakarsa” deyip bir başka örnek vereceğim. Bu örneği sinema örneğine monte edeceğiz. Monte etmeden önce bu örnekteki manayı anlamaya çalışalım. Küçük bir yaşantı alanı hayal edin, bu bir köy olabilir. Bu köyde bir kişi var ki bütün mallar ona ait, köy de onun. Günlük yaşantımızdaki örneklere bakarsak olmayacak bir şey söylemiyorum. O mal sahibine göre köylüler de onun. Mal sahibi mallarını tasnif etmiş ve malın cinsine uygun olarak köydeki kişilere malları dağıtmış. Herkese bir şey vermiş ama “kendi namınıza kullanın” diye değil emaneten vermiş, yani onlar görevli. Şekerleri birine, pirinçleri birine, ilaçları birine… Herkesin yapısına göre, hangi mal kime uygunsa onu ona emanet etmiş. İnsanların görevi, kimin bir mala ihtiyacı varsa ona onu vermek. Bu kadar. Birisinde şeker var, o şekerin emanetçisi. Kendisinde ilaç olan kişiye şeker lazım olduğunda gidip şekeri o emanetçiden alıyor. Dikkat edin, bu kişiler muhtar değil, yalnızca emanetçi. Ve öyle bir irtibat var ki birisi şeker almak için kendisine şeker emanet edilene gittiğinde ona ne kadar şeker verileceğini mal sahibi söylüyor. Emanetçi kendisi karar vermiyor, şekeri kişiye mal sahibinin talimatı doğrultusunda veriyor. Hatta kendisine bile şeker lazım olunca, emanetçi olduğu halde alamıyor. İsteyen pozisyonuna girdiği için, şeker alacak mı, ne kadar şeker alacak, talimatını mal sahibi veriyor. Muhtar olan mal sahibi! O ihtiyacı olana malı kendisine gelen bilgi kapsamında veriyor. Hüküm vermiyor, yalnızca görev yapıyor. Bu tabloyu da zihnimizde oluşturduysak kendimize bir kaç soru soralım. Siz o köydesiniz ve mutlaka şeker almanız gerekiyor. Bunun için bir müracaatta, bir talepte, bir gayrette bulunacaksınız. Siz “Bana şeker lazım, şeker ver” diye emanetçiye mi gidersiniz, mal sahibine mi? Hatta ulaşamıyorsanız aracı bulursunuz, “Şeker almaya gideceğim, söylesin de alayım” dersiniz değil mi? Birincisi bu. Sormaya devam ediyoruz, sonra soruları birleştireceğiz. Köydeki herkesin bu kadar malı olduğu halde bir kişi çıkıp “Benim şunum var” diyebilir mi? Komik olur değil mi? Herkesin bir şeyi var ama hiçbiri onların değil. Kim malıyla “Bu mal benim” diye öğünebilir? Olmaz. Peki, o kişiler birbirlerine bu mallar yüzünden farklı bakabilirler mi? Birisinde şeker var, birisinde tuz var, birisinde altın var. Altını olan daha mı önemli? Onun değil ki! Bu manzarayı izah edebildim mi? Bir gün bu köye bu işleyişi bilmeyen bir yabancı girdi, ortama henüz adapte olmadı, şekere de ihtiyacı var, ne yapar? Sahibini bilmediği için emanetçiyi önemser. Şekere, altına, neye ihtiyacı varsa onun emanetçisini önemser, “Köyde ne kadar önemli insan var” der. Şekere ihtiyacı olduğunda alabilmek için emanetçiye kim bilir neler yapar? Taa işi öğreninceye kadar. Ama mal sahibi talimat vermiş: Yabancı biri gelir de bu işi tam kavramazsa, işi öğreninceye kadar onu oyuncağa çevirin de iyi öğrensin! O nedenle, şekerci sanki şeker sahibiymiş gibi onunla oynar durur. O da ona iltifatlarla boşu boşuna uğraşır durur! İşi öğreninceye kadar bu böyle gider. Öğrenirse iyi öğrenmiş olur, öğrenemezse iyi kaybetmiş olur, çünkü öğrenemezse köyün delisi olur. İnsanlar emanetçi, muhtar değiller, sıkılıyorlar da… O yabancıyla oyalanır dururlar.
Herkes emanetçi, sahip tek
Önce sinema örneğiyle sonra da köy örneğiyle dünyaya ilişkin bir bakış açısı oluşturduk. Köydeki örneği köyden alıp dünyaya bakış açımızdaki yerine koyalım. Mal sahibi olarak Allah’ı düşünün, “Mülk benim” diyor. Gerçekten mülk Allah’ın! İnsanların tüm yetenekleri ve ellerinde bulunanlarla beraber, köydekiler gibi emanetçi olduklarını görün. Siz köyde şekeri olana gidip şeker istediğinizde kimden istemiş oluyorsunuz? Elinde şeker olandan mı, mal sahibinden mi? Bunu tüm yaşantınızda böyle uygularsanız değil, onun zaten böyle olduğunu görürseniz, kuldan bir şey istemek diye bir şey olabilir mi? Olamaz. Yok ki öyle bir şey! Herkes emanetçi, kimse hüküm sahibi değil. Bu durumda siz emanetçi birinden bir şey istemezsiniz, mal sahibinden istersiniz. Dolayısıyla, bir şeyi mal sahibinden istiyorsunuz ama emanetçiden alıyorsunuz. İşte dünyadaki de böyledir. Bir doktorun şifa yetenekleri ve bilgisi Allah’ın emanetidir. Siz doktora gidip tedavi istediğiniz zaman sınavdasınız. Eğer siz mal sahibini unutmadan doktora giderseniz olur. Köyde şekerciye giderken önce mal sahibini arıyordunuz; “Şekerciye gideceğim, söyle de bana şeker versin, temiz yerinden versin, dikkatli versin, beni bekletmesin” diyordunuz. Sağlık işinin emanetçisi doktora giderken de sahibine; “Ya Rabbi, bu işi emanet ettiğin kuluna gidiyorum, emir buyur da benimle ilgilensin, şifan için bana yardımcı olsun, hayrlısıysa şifa bulayım” derseniz kuldan değil daima Allah’tan istemiş olursunuz. Ama O’nun emanetçisi kuldan bir bilgi, bir şifa, bir mal veya bir işinizle ilgili destek alırsınız. Bu emanet veliyullahta bulunabilir, ondan alacağınız farklıdır; bir doktordur, bir öğretmendir, bir avukattır veya bir başka malın sahibidir veya bir işi yaptırma gücü olan birisidir. Sizin sebeplere müracaat etmeniz, yani mal almak için köydeki emanetçi kişiye müracaat etmeniz ağanın onurudur. Siz o kişilere gitmezseniz, ağa “Ben bu malları emanetçilere dağıttım, o hiç umursamıyor, umurunda değil. Ne kadar mütekebbir, gelip almıyor bile” der. Kullara emanetler verdi, gidip almazsanız olmaz, emaneti verene karşı iyi bir edeb olmaz. Almanın edebini anlatıyoruz. Siz o kişiye “Müstakilen VAR ve Muhtar” muamelesi yaparsanız da olmaz! Yûsuf Suresi 42. ayette olduğu gibi, “Rabbini unutmuş” muamelesi görürsünüz. Köye gelen bir yabancı kuralları bilmediği için emanetçi birisine mal onunmuş gibi muamele ettiğinde köyden birisinin o yabancıyı tasdik ettiğini mal sahibi duyarsa o tasdik edene ne der? “Nasıl anlaştık, sözünü niye unutuyorsun, verdiğim emanete niye böyle yapıyorsun?” demez mi?
“Gilm” ve “köy” örneklerini birleştirelim
Ehad ve Samed isimlerini biz İhlas Suresi’yle öğrenmeden önce “Samed” Arapların kullandığı bir kelime; bir tüccar vasfı olarak kullanılıyor. Hemen hemen başka mala ihtiyacı olmayan büyük mal sahibi tüccara o dönemde böyle diyorlar. Öyle fazla malı, deposu var ki küçük tüccarlara ve insanlara hep o veriyor. Holding der gibi, büyük tüccar der gibi o kişiye Samed demişler. Köyde de biz insanların anlayabilmesi için bir tüccar gibi tarifledik. Ama Allah’a tüccar gibi bakmayın, anlayınca örnek biter. Kuldan isterken nasıl isteyeceğimizi biraz fark edebildik mi? Film başlamadan önceki hal gibi yaşayan bunu hiç başaramaz. Çünkü dünyayı böyle göremez, olduğu gibi göremez, salonda film başlamadan birbiriyle meşgul olanlar gibi görür. Kur’ân ona “tekasür” diyor, tekasürle meşgul, filmle değil! Boş işlerle meşgul. “Boş iş” ileride sana yaramaz iş demektir. Tekâsür Sûresi “İleride sana yaramayacak işlerle meşgulsün” diyor. Değilse, edebiyle bir kuldan yararlanmak, yararlanmayı düşünmek bile sevaptır, doğru olmak kaydıyla. Hatta emanetçi olduğunu o kul kendisi de bilmiyor olabilir. “Öyle davranacağım ama kişi emanetçi olduğunu bilmiyor” diyemezsiniz, bilip bilmemesi fark etmez. Köye dönersek, köydeki emanetçilerin bazıları mal sahibine küsüp işlerini sanki mal sahibi yokmuş gibi yapıyorlar ama gizlice emri almaya devam ediyorlar. Yine gelene emaneti veriyor ama o küslük nedeniyle sanki mal sahibi yokmuş gibi kendince bir tavırla. Dünyadaki inkârcılar böyledir, onların hali sanki küsmüş muamelesi gibidir. Ama sistem aynı sistem. Ondaki de emanettir, kime nasıl vereceğinin emrini Allah verir. Fakat o küstüğü için işin aslını görmemeye çalışır. Onun küsmesi sizin doğru yapmanızı engellememelidir. Ve bir de onun tavrını tasdik etmemelisiniz.
Kendimize bir çember çizelim
Hz. Mûsa aleyhisselam’ın çok şiddetli dişi ağrır, Rabbiyle dost olduğu için “Ya Rabbi, ağrıya dayanamıyorum” der. Rabbi ona bir ot tarif eder. Gider onu alır, dişine koyar ve ağrısı geçer. Bunu anlamak günümüzde biraz zor olabilir, çünkü ağrı kesiciler, antibiyotikler ve benzerleri nedeniyle hemen hallederiz sınıfında bir iş. Ama o zaman öyle değil. Bu bir kıssa tabi. Sonra ilerleyen zamanlarda tekrar dişi ağrır. Öğrendiği için, Hz. Mûsa aleyhisselam gider o otu alır, dişine koyar ama geçmez. “Ya Rabbi, böyle yapmıştım geçmişti, şimdi geçmiyor.” diye seslenir. “Ya Mûsa, o zaman benden istemiştin, şimdi ottan istedin” cevabını alır. Bu da bir Rasûl örneği. Bu örnekte öğreneceğimiz bir şey daha var. Bu Rasûl kıssasına bakıp kişi “Ben ağrı kesiciyi alıyorum, geçiyor, hiç kimseye sormuyorum. Mûsa aleyhisselam öyle yapmış olabilir. Ben susadığım zaman kimseye sormadan suyu içiyorum, susuzluğum geçiyor” diyebilir. Bu bakıştaki kişi Mülk Sûresi’nin son ayetini okuyunca da hiç etkilenmez. Dünyaya o anlattığımız köy örneğindeki gibi bakmadığı için o ayetten de etkilenmez, “Suyu alıyorum içiyorum, susuzluğum geçiyor” der. Mülk Sûresi son âyet diyor ki; “Söyle onlara, suları çekilirse kim verecek?” Gaflette olduğu için bu âyet ona tesir etmez. Korkmaz ki gafil. Peki, bu olabilir mi? Yani ağrı kesiciyi alıyorsun, sormadan etmeden içiyorsun, geçiyor olabilir mi? Olur, geçer. Ama dikkat edin, Rasûl otu tekrar kullandı ve geçmedi. Rasûl’e olan büyük merhamet nedeniyle özel korumada olduğu için yanlışa müsaade edilmedi, defterine yanlış yazılmadı. Benzer olaylar sizin hayatınızda da olur. Bir işten sonra başınıza bir şey gelir, Rabbimizin ders verdiğini anlarız. Korkun titreyin ama merhamet ettiğini de anlayın. “Kulum, senin yanlış yapmana müsaade etmiyorum, seni koruyorum. Sen işleri yürüyor zannediyorsun, seni kendi haline bıraksam defterin hep yanlışlarla dolacak. İşler yürüyor, çünkü ben emanetçilere söyledim, “Beni bilmeyebilirler, bana küsmüş olabilirler. siz gelenin haline bakmayın size gelince verin” dedim. Bu yüzden, sen o ilacı kullanırsan iyi gelir. O’ndan istersen başka! Ama istemesen de tesir eder. İkisi farklı şeyler, bu sizi yanıltmasın. Mesele, istediğiniz zaman bir şeyi elde etmeniz, ona sahip olmanız değildir. Sonuç önemli onunla varacağınız yer önemli. Yani o işle, o olayla elde ettiğiniz şey neyin bileti? Cehennemin mi, cennetin mi? “Şöyle yaptım, şöyle kazandım” diyenin kazandığı ne, nerenin bileti? Aynı olay için; “Rabbim lütfetti, şöyle bir iş imkânı nasib etti, şöyle bir kazanç verdi” demek başka bir şeydir, diğeri başka bir şeydir. Dolayısıyla, Allah’tan istemek ne demektir, bunu iyi anlamak ve ondan uzak kalmamak lazım, buna gayret etmek lazım, sürekli Allah’tan isteme kulvarında durmak lazım. Kendimize bir çember çizip o çemberi elektrikli telle çevirmemiz, ona yaklaştığımız zaman bizi uyaracak kendimize ait bir şeyler bulmamız lazım ki o çemberden çıkmayalım. Bunu iyi fark etmiş olan sahabe Vera Sistemi’ni geliştirmiştir. Helallerle çember çizmiş, o çemberden çıkmamak için kendisine bir uyarı sistemi olarak Vera’yı oluşturmuştur. O elektrikli tel sistemine “Vera” demiştir.
“Vera” ayrı ve uzun bir konu, meraklanın da araştırın diye bu kadarla geçiyorum.
Vera sahipleri Allah tarafından övülmüştür.
Yani, kendine bir çember çizip elektrikli telle çevirenler Allah tarafından övülmüştür.
Üç aylarımız, Regaib gecemiz hayrlı mubarek olur inşaAllah.

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti