Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR
e-posta: YAZARIN TÜM YAZILARI

HÜKÜM VE “MÂN” ALEMİ – Kocatepe Gazetesi

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 13 Nisan 2017 Perşembe 12:43:49
 

-73-
Kur’an ayetlerinde birbirine zıt gibi görünen manalar var zannedilmesinin sebebi, uluhiyet dilinin ve kesret dilinin bilinmemesi, mana ayrıştırma ve mana çakıştırma yöntemlerinin fark edilmemesi yüzündendir. Eğer Kur’ân okurken uluhiyet dili ve kesret dili fark edilirse mânâların hepsini yerine koyarsınız. Bu öyle çok kolaydır ki… Yazılarımızda paylaştığımız bakış açısı ile ayetlere baktığınız zaman hemen “Bu uluhiyet dili, bu kesret dili” dersiniz, size zıtmış gibi gelen iki mananın aslında aynı mânâ olduğunu anlarsınız; kesret dilinin tevhid dilinin simültane tercümesi olduğunu bilirsiniz. Kesret dili başka bir dil değildir, tevhid dilinin simültane tercümesidir. Neden simültane diyoruz? Çünkü aynı anda. Sonra bir tercüme değil. Aynı anda onun tevhid dili olduğunu bilirsiniz. Zaten ikisi ayrı diller değildir, anlamak için iki ayrı dil gibi söylenir. İleride Rabbim nasip ederse bu dillerle ilgili ayetlere bakarız inşâAllah. O zaman göreceğiz ki ayetlerde Rabbimiz; “O dillerden birisini esas zannedip hayatını onun üstüne bina edenleri” uyarır. Ama meallerde oralara başka mânâlar verilmişse insan bu uyarıyı fark edemez, okur geçer gider. Bunları göreceğiz.
Hüküm Allah’ındır
Mânâ ayrıştırma için ilk malzememiz aslında tek bir anlam olan “Âmenû Billâhi ve Amilus Sâlihâti” idi. Şimdi onu “îman ve amel” diye ayrıştırmaya başlıyoruz.
Îman’ın altındaki temel ipucunu hatırlayalım; hüküm vermek. “Hüküm” kader için anahtar kelimedir. Eğer siz hükmün ne olduğunu fark eder ve davranışlarınızda “Allah yerine mi hüküm verdim?” diye kendinizi hızlı test etmeye alışırsanız hata yapmazsınız. Bu yüzden anahtar kelime Hüküm’dür.
Allah’ın verdiği yetkiyle insanlar arasında hüküm vermek ayrı bir iştir, Allah adına hüküm vermek ayrıdır. İnsanlar arası ilişkilerinde insan onu normal kendi hükmü içerisinde zannedip Allah adına hüküm vererek konuşur. Zihnimizden, dilimizden, fiillerimizden onları temizlemeyi öğrenirsek kaderle ilgili hata yapmamız neredeyse imkânsızlaşır. Hüküm vermekle ilgili bir örnek görelim. Mesela siz bir kişiye “Cennetliktir, cehennemliktir” derseniz Allah yerine hüküm vermiş olursunuz. Onu siz normal ilişkileriniz kapsamında söylediğinizi zannetseniz bile bu yanlış bir davranıştır. Size o yetki verilmedi. Kula verilen hüküm yetkisi içerisinde, yani Halifetullah’ta o yoktur. Allah adına konuşursanız hata yaptınız demektir. Verdiğimiz örnek çok bildiğiniz bir şey ama hayatta bu örnekler o kadar çok ki. Mesela, size hükümle ilgili bir hassasiyetten bahsedeyim. Bunu bir İslami kural olarak söylemiyorum, yalnızca hükümle, kader yaşantısı ve kültürüyle ilgili bir hassasiyeti anlatmak istiyorum. Kişi düşünüyor ki “Emir vermek için müstakilen VAR ve muhtar bir güç olmak lazım. Ancak müstakilen VAR ve muhtar bir güç emir verebilir. Bu yüzden ancak Allah emir verir.” Bu düşüncedeki kişi bu düşüncesini yaşantısında öyle ileri götürür ki emir cümlelerini dilinden siler. Mesela “Yavrucuğum, şunu getir” demez, “Getirir misin?” der, yani öneri sunar, ben kul olarak ancak öneri sunabilirim diye düşünmeye başlar. Bu bir hassasiyet, böyle yapın demiyorum, bir hassasiyeti söylüyorum. O kişi “Emir Allah’a aittir” der ve korkar, emir kelimesi kullanmışsa tövbe eder, mümkün olduğunca öneri sunmaya çalışır; “Yapar mısın, getirir misin?” gibi. “Hüküm” anahtar kelimedir deyip bu açıklamaları yaptık, şimdi “îman ve amel”e bakacağız, bunları mânâ ayrıştırmaya tabi tutacağız.
Muhtar kimdir?
Îmanın temeli “muhtar değilsin” halidir. Allah’a yönelip “Allahım” dediğinde muhtar değilsin. Ama amelin temelinde kesret vardır, sen yaşarken bir insana göre muhtarsın. Bunu açacağız. “Muhtarsın” kelimesini şimdilik kaydıyla, konuyu anlamak için kullanıyoruz. Çünkü “Muhtar” kendi adına hüküm verebilen demektir. Kendine göre davranabilen, kendi adına hüküm verebilen muhtardır. Ve beşer olarak yalnızca Efendimiz (SAV)’in ismidir Muhtar. Başka birisinin ismi, vasfı değildir, yalnız Rasûlullah (SAV)’in ismidir. Hiç düşündünüz mü, O’na Muhtar ismini neden verilmiştir? Çünkü “O heva ve hevesine göre konuşmaz” noktasındadır. Öyle bir Halifetullah ki Muhtar!
İmanımız bu: Muhtar değilsin. Neye göre söylüyoruz? Hep Kur’ân’dan! Bu konuda bir örnek ayetimiz var; İnsan-29 ve İnsan-30. İnsan-30’a göre muhtar değilsin; bu imandır. Ama amelde muhtarsın. Neye göre? İnsan-29’a göre. İnsan-29 diyor ki; “Size anlattık, artık dileyen Rabbine bir yol tutar.” Ayet “Dileyen” demekle seni muhtar yaptı. Ama hemen İnsan-30’da da uyardı: Dileyen ancak Allah’tır. İşte bunları zıt değil tek görmek gerekiyor. İnsan-29 ve İnsan-30 biz anlayalım diye iki ayrı ayettir, aslında tek manadır. Ama o tek ayeti (tek manayı) dünya diliyle yazamayız, çünkü o bir mânâdır. O mânâyı kendinize yerleştirirseniz siz mânâlarla konuşuyor olursunuz. Örneğin beş farklı dünya dilinde beş farklı insanı getirelim, önlerine birer şişe su koyalım. Suya bakınca her biri kendi dilinde “su” der ama mânâda beşinin de söylediği aynıdır, mânâ evrensel dildir. O dil söze dönüşünce farklılıklar çıkıyor. Denize baktığı zaman o kişiler aynı şeyi düşünürler ama farklı kelimelerle söylüyorlardır. Denize baktığı zamanki mânâ önemli, önemli olan mânâdır. İşte İnsan-29 ve İnsan-30 birleştirildiği zaman da böyle bir mânâ oluşur. Mânâ vardır ama onu söyleyeceğiniz bir dünya dili yoktur. Cümle kuramazsınız ama o mânâ vardır. Buna benzer diğer iki ayet Nisâ-78 ve Nisâ-79’dur. Nisâ-78 yönelişle, Nisâ-79 sâlih amelle ilgilidir. Yani; Nisâ-78 sana muhtar olmadığını anlatır, Nisa-79 ilişkiler içindir, onu okuduğunda bakarsın ki muhtarsın. Bunlarla ilgili detaylı cümleleri ilerleyen yazılarımızda ayet ve hadislerle görmüş olacağız inşâAllah.
İslâmiyet’te anlamak teslim olmakla ilgilidir
İnsan-29 ve İnsan-30 tek mânâ, tek davranıştır, onu bir cümleyle tanımlayalım. Ama bu cümle çok sırlı bir cümledir. Mânâsı bilinmediği için değil, tesiri açısından sırlı bir cümledir. Bu cümleye dikkat edin, onu zihninize yerleştirin, o sizde kader konusunda tomurcukları patlatacaktır. Türkçe bir cümle, ama beyne tesir eden, tomurcukları açan bir cümle ve bu cümle aynı zamanda “Kul amellerde muhtardır” cümlesini yanlış anlaşılmaktan da koruyacaktır. Tek manaya göre söylersek deriz ki: Kul zâhiren muhtar, bâtınen mecburdur. İlişkilerde kul zâhiren muhtardır, perde arkasında bâtınen mecburdur. Bunları anlamaya, tek yapmaya ve “hem muhtar hem mecbur” olan tek bir manaya ulaşmaya çalışacağız. Bu söylediğimi anlamayı kavramayı bir şey bozar. “Zâhiren muhtar, bâtınen mecbur” cümlesinin tek mânâ olmasını bir şey bozar. “Ama nasıl olur?” dediniz mi bozulur. İslâmiyet’te anlamak teslim olmakla ilgilidir, Allah’ın söylediğine teslim olduğunuz zaman mana anlaşılır. “Nasıl olur? Ama şöyle, ama böyle” dediniz mi fişiniz çekilir, bilgisayardan hiç bir şey çıkmaz. Bozan bir şey daha var: Kendinize göre o manalardan birini ağırlıklı yapıyorsanız yine bozulur. “Zâhiren muhtarlık bana anlamlı geliyor, bu daha ağır basıyor” dediniz mi o tek mânâ yapamazsınız. Veya; “Bâtınen mecbur oluş bana daha kuvvetli bir mânâ geliyor” derseniz yine bozulur. Tevhid yapamazsınız, denge bozulur, artık mânâları çakıştıramazsınız. Hizasını bozmayacaksınız, ikisi aynı olacak, ikisini aynı seveceksiniz. İzah edebildim mi?
Mânâ çakıştırma ve ayrıştırmada iki kuralı daha görelim: Mânâ Çakıştırma Yöntemi’nde mânâlar çakıştırılınca yeni mânâ dâima tevhide yaklaşır. Onu başka bir mânâyla çakıştırırsınız daha da yaklaşır, sonra daha da yaklaşır… Bunu esmâ’ül hüsnalarla ilgili düşünürsek, bütün esmâların mânâlarını çakıştırdığınızda HÛ ismi çıkar. HÛ ismi listede diğer esmâlarla aynı hizada yazılsa da HU onlarla aynı sırada değildir; O bir mânâ çakıştırma esmâsıdır; bütün mânâlar çakışır, tevhide doğru bir sesleniş olur; HÛ. O bütün esmâları içerir. HÛ dediğiniz zaman, bildiğiniz bilmediğiniz tüm esmâlar (yalnızca doksan dokuz değil) tümü onun içerisindedir. Bildiğimiz o “doksan dokuz esmâ” listesi hadiste sayılmamıştır, o liste insanlarca düzenlenmiştir. “Yüzden bir eksik doksan dokuz” ifadesi hadistir. Ama doksan dokuz esma listesi olarak sayılanlar insanlar tarafından düzenlenmiştir. Hatta bakmışlar ki o doksan dokuz isim listesinde olmayan ama Kur’ân’da olan esmâlar var, o zaman yüz on iki, yüz on üç kadar isim/esmâ sıralamışlar. İşte siz HÛ dediğinizde mânâsı bütün esmaları içerir. Taklîden söylense bile öyledir. Bu söylediğim şekilde bir mana oluşturduğunuzda elbette o çok farklı olur. Bu nasıl olur? Tâlip olursanız olur. Tâlip olursanız onun oluşması bir dakikanızı almaz. Siz HÛ dediğinizde bildiğiniz bilmediğiniz bütün esmâları, hepsini bir seferde söylemiş olursunuz. Tevhide doğru giden böyle bir mânâ çakıştırmadır HÛ.
Efendimiz (SAV)’e ait amelleri terk ederek, şeriatı önemsemeyerek tevhid olmaz
“Âmenû Billâhi ve Amilus Sâlihâti” manasında da biz mana çakıştırdığımızda tevhide yaklaşır.
Şimdi çok önemli bir şeyin altını çiziyoruz, lütfen dikkat buyurun: Mananın tevhide yaklaşması kesretin zâhiri mecburiyetlerini yok yapmaz. Bu cümle özellikle tasavvufla ilgilenenler için önemlidir. Tasavvufu çok önemsemeden İslam’la ilgilenenler bu hatayı yapmazlar. Tasavvufla ilgilendiğini zannedenler yapar bu hatayı. Bu hatanın olmaması için altını çiziyoruz, diyoruz ki; mânâ çakıştırıldığı zaman yeni mânâ tevhide yaklaşır. Ama mânânın tevhide yaklaşması o cümlenin kesretteki uygulanışını, mecburiyetlerini kaldırmaz. Örneğin bir kul mânâ olarak tevhide yaklaştığında onun zâhiri mecburiyetlerinden olan salât ikamesi ondan kalkmaz, “salât avamın işi” diyemez. Bu çok önemli! Çünkü böyle tuzaklar var, bunlar hep akıl oyunlarıdır. Eğer işe dünya aklıyla bakarsanız, “Semi’nâ ve eta’nâ” demezseniz sizi akıl oyunları yönetir, ortaya çıkan tevhid mânâsıyla perdelenir, amelleri önemsemezsiniz. Oysa, çok dikkat edin, mânânın tevhide yaklaşması ameli kesinlikle kaldırmaz. Tam tersi, ulaştığınız her mânâ ancak kesret mecburiyetleriyle geçerlidir. Evet, siz bir mânâya ulaştınız, yani elinize bir çek geçti ve kendiniz ona çok yüksek bir değer biçtiniz ama götürdüğünüzde o geçmez. O ancak Kesret Mecburiyetleri imzasını taşıyorsa geçer. Rasûlullah Efendimiz (SAV)’e ait amelleri terk ederek, şeriatı önemsemeyerek tevhid olmaz. “Ben şöyle düşünüyorum, günümüzde böyle, ben böyle yapıyorum, aslı bu” gibi düşüncelere girip akıl oyunlarına tutulursanız iş bozulur. Akıl oyunları öyledir ki insan ona çok kuvvetli inanır. La ilahe illallah Muhammedün rasulüllah manasına uymayan, buna uygun iman ve amele uymayan neye kuvvetli inanıyorsanız altında şeytanı arayın! Ulaştığınız tevhid mânâlarını geçerli sayacak şey kesret mecburiyetleridir. Bunun için dedik ki, bu tasavvufla uğraşanlar içindir, bu tehlike onlar içindir. Şimdi anlatacağım risk ise tasavvufu önemsemeyen ama İslâm’ı sıkı sıkıya önemserken sadece amellerle meşgul olanlar içindir. Mânâları çakıştırırken mânâ tevhide gittiği için orada “tasavvufçular için önemli” dedik. Şimdi mânâ ayrıştırıyoruz, Mânâ Ayrıştırma Yöntemi’nde amelciler yani aklını amele takmış olanlar önceliklidir. Onlara İslâm sorduğunuzda ilmihâlden başka bir şey anlatmazlar. Şu soruyu tekrar sorayım ve lütfen cevabını merak edin. Ancak yanlış anlaşılmamak için de uyarayım: Bu soru vesilesiyle günümüzde anlatılanlara “yanlış” demiyorum, “yetersiz” diyorum. Hatta o yetersiz dediklerimin çoğalmasını ve güzelleşmesini Rabbimden dua ile istiyorum. Söylemek istediğim bu anlatım tarzının ve anlatılanların yeterli olmadığıdır. Soruyu yarın ki yazımıza bırakıp bir müjdeli hadisle tamamlayalım. Üç ayların içindeyiz ve Ramazan ayı yaklaşıyor…
Efendimiz (SAV) buyuruyor ki; “Bir Ramazan ayını geçirip de cehennemden kurtulmayı başaramayana üzülürüm.”
Ramazan bir fırsattır, oturduğun yerde kurtulacaksın, oturduğun yerde. Ama oturduğun yerden görmen gereken sağında olduğu halde sen hep soluna bakarsan göremezsin. Otururken tek yapacağın o tarafa dönüvermektir.

YAZARLAR

TÜMÜ

SON HABERLER